18 Mart 2021 Perşembe

Siyahilerin Devrimi

Sinema özgürleştikçe ve belli güç odaklarının etkisinden sıyrıldıkça, sinema tarihi, insanlık tarihine daha bir paralel işlemeye başladı. Artık kangren olmuş sorunlar zaman aşımına uğradıklarında veya  atlatıldıklarında değil, henüz güncel olduklarında da işlenebiliyor, en azından aradaki makasın giderek kapandığı tespit edilebilir. Bir de yüzyıllardır süregelen cinsiyet ayrımı, cinsel tercih ayrımı, ırkçılık gibi konular var ki, on yıllarca adeta yoklarmış gibi filmler üretilirken, artık bu meseleler daha fazla ilginin odağına doğru hareket ettiler.

Evvelki yazım olan kadınların devrimiyle, sinema sektöründe kadınların kamera önünde olduğu kadar, artık arkasında da daha etkin olmaya başladıklarından bahsetmiştim. Bu yazıda ise insanlığın yüzyıllardır kanayan yarası olan ırkçılığa değinen filmlere dikkat çekmek istiyorum. Son bir yılda izlediğimiz kaliteli eserlerde, bu sorun eskiye oranla daha sık ve daha etkili işlenmeye başlandı.

Bu yazıda ABD'de yaşayan Afro-Amerikalıların varoluş ve haklarını arama mücadelesine dokunan filmler bulunuyor. Sinema tarihinde bu listeyi çok iyi şekilde tamamlayabilecek pek çok filmi geçmiş yıllarda izledik, ancak burada sadece son bir senede radarıma giren yapımlara değiniyor olacağım;


One Night in Miami (2020) - Regina King 9/10

Yönetmeninin kadın olması itibariyle, kadınların devrimi yazımda da bahsettiğim bu film, 50'li, 60'lı yıllarda verilen siyahi mücadeleye dair bilgi sahibi olmayan bir izleyici için dahi değerli içgörüler sunuyor. Dönemlerinin önde gelen, birbirlerinden pek çok anlamda farklı dört önemli sembol karakteri üzerinden, Amerika'daki ırkçılık sorununa farklı bakış açılarından bakabilmemiz mümkün oluyor. Siyahilere yönelen nefretin ve şiddetin yanı sıra, kendi içlerinde de fikir birliği içinde değiller.Mesela  Malcom X'in temsil ettiği "Nation Of Islam"'ın ırk sorununa bakışı ve çözüm önerileri, işin içine dini de kattığından dolayı bir diğer önde gelen siyahi hareket olan Kara Panter'lerden ayrılıyor. Sporda, sanatta elde ettikleri üstün başarılarla ırklar üstü bir konuma erişen (ama bunun bir yanılsama olduğu filmde çok güzel veriliyor) şahsiyetler elde ettikleri statüyü kaybetmek pahasına siyahi mücadelenin bir parçası olabilirler mi? Aile nerede durmaktadır, verilecek mücadelenin aileye çıkaracağı faturayı kim ödeyecektir? Bunun gibi sayısız soru, hiç didaktik olmadan, bir otel odasında, bir gecede, bu dörtlünün dostluklarının çerçevesinde çok ustaca işleniyor.

I Am Ali (2014) - Clare Lewins 8/10

One Night in Miami'deki 4 karakter arasında, muhtemelen büyük farkla tüm Dünya'da en çok tanınanı Muhammed Ali olsa gerek. Din olarak (Batı Dünya'sında din konusunda olabilecek en yobaz ülkede) İslam'ı seçerken göstermiş olduğu medeni cesaretin fazlasını, Vietnam savaşına vicdani retçi (hem de ikinci sınıf görülen siyahi bir vatandaş) olarak  gitmeyi reddettiğinde göstermiş. Mahkemeye verilmiş, hüküm giymiş, ama yine de savaşın manasızlığını her fırsatta haykırmış, milyonlarca gence ve barış yanlısına tercüman olmuştur. Dünya şampiyonu olduğu halde, hem unvanı hem de sporcu lisansı elinden alınarak, yıllarca maçlara çıkması engellenmiştir. Ama Muhammed Ali doğru bildiklerini her fırsatta dile getirmekten zerre geri adım atmamış, dimdik durmuştur. Bu belgesel arşivden ses kayıtlarıyla ve görüntülerle, ailesine ne kadar düşkün olduğunun üzerinde de özellikle durarak bu büyük şampiyonun hayatına ışık tutuyor.

The Two Killings of Sam Cooke (2019) - Kelly Duane 8/10

Müziğine bayıldığım, büyük bir hayranı olduğum Sam Cooke'un neden çok genç yaşta öldüğünü merak edip, yıllar önce araştırarak öğrenmiştim. One Night in Miami'yi izleyince, onun hikayesini bir de belgesel olarak dinlemek istedim. Sam Cooke öyle muazzam bir müzik yapıyor ki, ABD'de sadece siyahi halkı değil, aynı şekilde beyaz gençleri de çok etkiliyor. Beyaz ve Siyahilerin aynı otobüse binemedikleri, aynı mekanlara giremedikleri yıllarda, onun gençleri aynı platformda buluşturuyor olması, ırk ayrımının anlamsızlığını apaçık gözler önüne seriyor olması ve dillendiriyor da olması, belli ki bir an önce başının ezilmesi gerektiğini belli güç odaklarına gösteriyor. Öyle karakterine aykırı ve inandırıcı olmaktan uzak bir şekilde öldürülüyor ki, şüphe duymamak mümkün değil. Öldürülmekle kalmıyor, sözde meşru müdafaa sonucu öldüğü iddia edilerek, bizzat kendi ölümünden sorumlu bulunmanın ötesinde, itibarı da yok ediliyor.  Hiçbir ciddi inceleme yapılmadan, soruşturmanın üzeri anında kapatılarak konu örtbas ediliyor. O yıllar maalesef pek çok siyahi liderin ve önde gelenlerinin şaibeli ölümleriyle dolu.

The United States vs. Billie Holiday (2020) - Lee Daniels 7/10

Sam Cooke'la çok benzer bir kaderi de dönemin en önemli caz icracısı Billie Holiday paylaşıyor. O da ırklar üstü bir başarıyı elde ettiğinde, tüm ülkedeki müzikseverler tarafından el üstünde tutuluyor. Plakları yok satıyor, Madison Square Garden gibi en prestijli konser salonlarında kapalı gişe konserler veriyor. Aşk şarkıları meşk etmesi çok sorun edilmezken, seslendirdiği "Strange Fruit" parçası başına bela oluyor. ABD'nin özellikle köleci gelenekten gelen güney bölgelerinde siyahilerin linç edilme eylemleri başta ırkçı klu klux örgütü tarafından olmak üzere devam etmektedir. Ağaçlarda sallandırılan siyahiler parçaya "garip meyveler" ismini ve ilhamını verirler. Bu tabii devletin ve istihbarat örgütü FBI'ın hiç hoşuna gitmez. Uyarırlar onu, o parça bir daha söylenmeyecek diye. Ama Holiday ödün vermez, şarkıyı dillendirmeye devam eder. FBI onun hayatına siyahi ajanları çaktırmadan sokar, hem uyuşturucu kullanımını körükler, hem de komplo kurarak uyuşturucu bulundurmaktan hapse girmesini sağlarlar. Yine ne hayatlar, ne acılar olduğunu gösteren çok çarpıcı bir hayat hikayesinin, ödülleri toparlamaya başlayan Andra Day'in Holiday'i muazzam canlandırmasına rağmen, sinemasal açıdan hak ettiği kalitede beyaz perdeye aktarılamadığını düşündüm. Senaryoda ciddi zaaflar ve dağınıklık söz konusuydu, Holiday'in hayatına giren çıkanları takip etmek mümkün değildi ve uyuşturucu bağımlılığı haddinden fazla odak noktasındaydı kanımca.

Seberg (2019) - Benedict Andrews 8/10

Billie Holiday'in hayatından yola çıkarak bir benzerlik de oyuncu Jean Seberg'in yaşam hikayesinde bulabiliriz. Sinemada Fransız yeni dalga akımını yaratan sembol filmlerden olan "Breathless"'da Jean-Paul Belmondo ile birlikte yıldızlaşan Jean Seberg'in kariyerinin, sonrasında neden devam etmediğini yine yıllar önce merak ederek araştırmış ve başına gelenlere çok şaşırmıştım. Çünkü bir sarışın beyazın hayatının da, siyahi harekete vermiş olduğu entelektüel destek ile karartılabileceği, benim için yeni bir bilgiydi. Filmde işlendiği üzere, Jean Seberg'ün bir uçak yolculuğunda tanıştığı "Kara Panter" hareketinin liderlerinden Hakim Jamal ile bir ilişki yaşamış, hatta ondan hamile kalmış olduğu iddiaları birer spekülasyondan ibaret olsa da, çek yazarak siyahi haklar mücadelesine finansal destek verdiği, hareketin üyeleriyle iletişimde kalmış olduğu birer gerçek. Sadece bu tavrı dahi FBI'ın radarına girmesi, zihin sağlığını yitirtecek şekilde yakın takibe alınması, kariyerinin mahvedilmesi için yeterli oluyor. Jane Fonda ve Marlon Brando gibi dönemin önde gelen pek çok omurgalı şahsiyeti, sihayilerin vermekte oldukları haklı mücadelelerini açıkça desteklerken, özellikle Hollywood Dünya'sında ve dönemin entelektüel burjuva sınıfında da verilen destekler bir nevi moda haline gelmiş.

Judas and the Black Messiah (2021) - Shaka King 7/10

Bu filme de Holiday ve Seberg filmlerinden paraleller çekmek mümkün. Holiday'in hayatında FBI'ın kullandığı siyahi ajan tarafından bir komploya kurban gitmesi, bu filmde Hristiyanlıkta İsa'nın dostu Judas tarafından ihanete uğraması hikayesine bir benzetme olarak esere adını veriyor; "Judas ve siyahi peygamber" Siyahi peygamber olarak görülen kişi de Seberg filminde başının belaya girmesine sebep olan kara panter hareketinin bir diğer önemli lideri olan eylemci Fred Hampton. FBI suç işlemiş bir siyahiyi, ya hayatını karartacağız, ya da bizim için gizli ajanlık yapacaksın diye tehdit ederek, onu Fred Hampton'ın güvenini kazanacak şekilde ekibine sokuyor. Filmin senaryosu ve ritmi kanımca arada aksıyor. Yapımın ajanlık, macera, heyecan kısmının, konunun ideolojik yönünü biraz baskıladığını, dağınık bıraktığını düşündüm. Böyle bir malzeme, bu kadar iyi oyuncularla çok daha (entelektüel açıdan) vurucu şekilde işlenebilmeliydi. Diğer yandan filme ideolojik açıdan yaklaşmak yanlış olabilir, kendi ırkına ihanet eden bir casusun iç hesaplaşması olarak ele almak belki de eserin hakkını verebilmek için daha doğru bir tercihtir.

Black Panthers (1968) - Agnes Varda 8/10

Judas and the Black Messiah'ta noksan kaldığını hissettiğim yanı , yakın zamanda kaybettiğimiz müthiş yönetmen Agnes Varda'nın bu belgeseliyle tamamlayabilmek için bir 50 sene geriye gitmek gerekiyor. Varda'nın kamerası sayesinde Kara Panterleri besleyen ögeleri daha iyi anlayabiliyoruz. Silahlı bir çatışmada bir polisin ölümüne sebep olan, kara panter hareketinin bir diğer lideri Huey P. Newton'ın sembolleşen yargılanması sürecinde ona destek verenlerin, adliye önünde duruşmayı topluca protesto etmelerini belgelerken onlara sorular yöneltiyor Varda.

The Trial of the Chicago 7 (2020) - Aaron Sorkin 7/10

Eserleri birbirlerine bağlayarak ilerlemeye devam edersek, toplu protestolardan sıradaki yapıma geçebiliriz. ABD'de ana akım iki partiden biri olan demokratların gerçekleştirecekleri kongre esnasında, dikkatleri Vietnam Savaşı'na çekmek, son derece haksızca verilen ve artık yönetimdekilerin dahi anlamlandıramadığı şekilde abesleşmiş ve sırf tükürdüğünü yalamamak adına devam ettirilen bir savaşa dair protestoda buluşmak için toplumun çok farklı muhalif kesimleri bir araya gelmeye karar verirler. Yasaklanan ve engellenmeye çalışılan yürüyüş, tarih boyunca olageldiği üzere istihbaratın ve polisin planlı kışkırtmaları ile şiddete büründüğü anda, belli başlı grupları temsil eden 7 sembolik eylemci kendilerini yargıcın karşısında bulurlar. Yürüyüşün beyaz gruplar tarafından organize edilmiş olmasına rağmen, iktidardakiler kamuoyunun geniş desteğini alabilmek için siyahi grupları davaya müdahil etmek isterler. Siyahilerin başı çektiği bir protestonun içeriği gözden kaçırılabilecek, ve geniş kitlelerce kınanabilecektir. Kara Panterler'in bir diğer kurucu lideri Bobby Seale yürüyüşe katıldığı iddiasıyla davanın parçası haline getirilir, halbuki Seale yürüyüşe katılmamıştır ve bu kadar astarı olmayan bir suçlama karşısında kendini mahkemede savunmayı dahi reddeder. Filmin konusunun ötesinde, sinemasal yönünü yine bazı noktalarda eleştireceğim. Filmde kullanılan ince mizah ve özellikle hippilerin tasvir edilişi, bence adeta filmin namlusuna takılmış susturucu gibi etkisinden eksiltiyor. Bu benim tercihlerimle ilgili bir sıkıntı olabilir, yaşanmış olayların, eğer ideolojik yönleri, ve toplumsal hayata dair söyleyecek güçlü argümanları var ise, dikkat dağıtabilecek ögeler bana göre filmin etkisinden eksiltebiliyor.

Şu ana kadar bahsettiğim filmlerinin tamamına bakınca FBI'ın (ve tabii muadili tüm istihbarat teşkilatlarının, daha büyük kümede tüm iktidarların) nasıl çalıştığı net şekilde gözüküyor. İnsanlar düşünmeyi reddedip koyun gibi yaşadığı sürece hayatlarımızda pek fazla şeyin değişeceğini sanmıyorum. ABD'nin tüm Dünya'da güttüğü kovboyculuk ve (ağacın arkasındaki fil misali) gizli gizli yürüttüğünü sandığı ama neredeyse alenen istihbarat birimlerini maşa yaptığı dış siyaset anlayışının, kendi iç Dünyası'nda da farklı işlemediğini görüyoruz. Bizim gibi bu siyasetin mağduru olan ülkeler, "bak adamlar kendi halkına da eziyet ediyor, yalnız değiliz" diye ne kadar züğürt tesellisi bulabilirler bilemiyorum, yapan yapacağını yapıyor. Buna karşılık bizim yapmamız gereken en önemli icraat halkımızı eğitmek eğitmek eğitmek, biz ne yapıyoruz? Tam tersini...


Hiç yorum yok: