Bu günceye yazmaya başlayalı 10 yılı devirdim. Yönetmen odaklı sinema notlarıyla başlamıştım, zamanla farklı ilgi alanlarıma dair öznel notlara dönüştü. Sinemada iki farklı uçta durduğunu düşündüğüm iki ödül ekolüne, yani Cannes Altın Palmiye ve Oscar Ödüllerine düzenli bir şekilde yorumlarda bulunmaya gayret ediyorum. Altın Palmiye ödüllerinde en son şu yazıda 2016 yılında kalmışım, sonraki yılları yapılacaklar listeme ekliyorum. Oscar ödüllerinde ise şu yazıda geçen yılı değerlendirmiştim. O yazıda, yıllardır sık sık sadece ana akım yapımları ödüllendirmesiyle eleştirdiğim Akademi'nin ilk defa, aday gösterdiği tüm filmleri beğendiğimi, ancak en beğendiğim film olan Parasite'in en iyi film ödülü alabileceğini düşünmediğimi iletmişim. Yanılmışım, en iyi film adaylarının kalitesiyle şaşırtan Akademi, en iyi film Oscar'ını da Parasite'e vererek, sanat olarak sinemaya artık daha fazla değer vereceğini göstermiş oldu.
Bu seneki aday filmlere baktığımda da, geçen senekine benzer bir şekilde çok kaliteli filmlerin yarıştığını görüyorum. Kadınların Devrimi yazımda bahsettiğim üzere güçlenmekte olan kadın sineması Oscar ödüllerinde de hem en iyi film hem en iyi yönetmen adaylıklarında Chloé Zao ve Emerald Fennell ile temsil ediliyorlar. Bence Regina King ile One Night in Miami de mutlaka bu adayların arasında olmalıydı.
Aday filmlerden dördüne daha önceki yazılarda değinmiştim, kalan dördüne kısa notlar düşerek, beğeni sırama göre sıralıyorum;
En iyi film ve en iyi yönetmenin yanı sıra Frances McDormand'ın Oscar'a bir kez daha uzanabileceğini düşünüyorum. Oscar habercisi Altın Küre'de Andra Day ödülü aldı, ancak çok iyi oynamasına rağmen, filmlerin arasındaki kalite farkı sebebiyle benim gönlüm McDormand'dan yana.
Promising Young Woman 8/10
McDormand en iyi kadın oyuncu ödülünü alamazsa benim listemde Carey Mulligan ikinci sırada, müthiş bir oyunculuk ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Sound of Metal 8/10
Bir heavy metal grubunun bateristinin işitme duyusunu kaybetmeye başlamasını izliyoruz. Müthiş bir ses tasarımıyla, bu ses kaybının fiziksel olarak nasıl duyumsandığı hakkında bir fikir sahibi olurken, Riz Ahmed'in etkileyici oyunuyla da, hayatındaki en büyük tutkusu ellerinin arasından kayıp giden bir müzisyenin iç Dünya'sına dalabiliyoruz.
Minari 8/10
ABD'de Koreli göçmen bir ailenin hayata tutunma mücadelesini izliyoruz. Evin küçük oğlunun kalbindeki delik sebebiyle aile şehirden uzaklaşarak daha doğa içinde yaşamak ister. Maddi güçlükler yaşamakta olan ailenin babası taşrada Kore sebzeleri yetiştireceği bir tarla hayali kurmaktadır. Anne oğlu için fazla endişelidir, hastanelere uzak olmak onu rahatsız eder. Onlara destek olmak için anneanne de Kore'den gelir. Aile içi ve kuşaklar arası ilişkileri son derece sade ve gerçekçi işleyen nefis bir aile draması.
The Father 8/10
Büyük konuşmayayım ama bence demans, olabilecek hastalıkların en kötülerinden birisi olsa gerek. Sinemada pek çok kez işlenmiş bir konu olmasına rağmen, hastanın perspektifinden bu kadar iyi anlatılmış bir örneğini hatırlamıyorum. Her şeyi hastanın gözünden gördüğümüz için, hatırlanamayanın yarattığı travmayı çok net anlayabiliyoruz. Anthony Hopkins yine harikalar yaratıyor. Bence en iyi erkek oyuncu ödülü için en güçlü aday. Çok genç yaşta hayatını kaybettiğinden dolayı Chadwick Boseman, Altın Küre'de olduğu üzere bu ödülü de duygusal sebeplerle alacak muhtemelen. Gerçekten de çok iyi oynuyor, ancak Ma Rainey's Black Bottom beni film olarak fazla ikna edemedi.
Judas and the Black Messiah 7/10
Mank 7/10
Tüm filmlerini (ve dizisini) çok beğendiğim yönetmen David Fincher, tüm zamanların en büyük yönetmenlerinden Orson Welles'in büyük klasiği Citizen Kane'in yazılış hikayesini anlatıyor. Dönemin stüdyolarını, önemli isimlerini, güncel olaylarını bilmeyen biri için takip edilmesi son derece zor bir film olmuş. Citizen Kane'e paralel kusursuz siyah beyaz bir teknikle çekilmiş ama kimin kim olduğunu anlamaya çalışmaktan dolayı fazla keyif alamadım.
The Trial of the Chicago 7/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder