"Aşağıdaki yazıyı 2021 Ağustos'unda yazmış ancak yayınlamamışım. 2023 dileklerimden biri bu günceye devam etmek olduğundan, bu yazıyı olduğu gibi yayınlıyorum."
Korona günlüğüme düştüğüm son not altı ay önce şubat ayında şu yazıda kalmış. O yazının özellikle sonuna yansıyan olumlu ruh halim, nisan ayının sonunda aniden alınan 20 günlük tam kapanma kararıyla sekteye uğradı. Son bir senedir salgın sebebiyle çok ciddi şekilde zarar etmekte olduğumuz aile işimiz, bayramın da yaklaşıyor olması itibariyle çok ağır bir darbe daha aldı. Kendi işini yapanların nasıl dayanabildiklerini gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Bu güncede kendime sıklıkla vermekte olduğum, sağlığımız yerinde olduğu sürece hiçbir şeye üzülmeme salığımı yine dinlemeyerek, içimi o dönemde bir kez daha kararttım ve her bunaldığımda olduğu üzere de günceye yazı yazmayı bıraktım.
Öncelikle çok şükür tüm ailem ve sevdiklerimin sağlığı yerinde, tüm ailem aşılarımızı tam olduk, artık aşıların çocuklar için de sunulmasını bekliyoruz. Son 6 aydaki en önemli olay tabii Cem'in LGS sınavı konusuydu. 6 Hazirandaki sınav yaklaştıkça, Cem'in ders çalışmaya (daha doğrusu sadece verilen ödevleri yapmaya dahi) olan direnci giderek artmaya başladı. Okulda verilen ödevlerin yapılmasının, kendisinin asgari sorumluluğu olduğu noktasında taviz vermemeye kararlı olduğumdan dolayı, her geçen gün evde daha fazla sürtüşmeye başladık. Sınava 1 ay kala annem büyük bir fedakarlık daha yaparak Cem'i tam zamanlı yanına aldı. Ben de iş çıkışı anneme giderek derslerine destek olmaya başladım.
Annemin çocuklarla çok sağlıklı bir otorite ilişkisi var. Ben ne dersem prensip olarak hayır diyen çocuklar, annem ne söylerse dinliyorlar. Cem de çok daha düzenli ödev yapmaya başladı. Ben annemlere gittiğimde de deneme sınavları çözmeye başladık. Hiç kursa gitmemesine, özel ders almamasına, yıllardır herhangi bir LGS hazırlığı yapmamasına rağmen okulda yapılan deneme sınavlarında hep çok başarılı sonuçlar alıyordu. Son bir ayda grafik iyice yükseldi ve sonunda 6 Haziran günü geldi. Cem bu süreçte en ufak bir heyecan belirtisi göstermezken, potansiyel olarak girebileceği okullarla dair de en ufak bir ilgi kırıntısı göstermedi. Görünüşte onun için tüm bu süreç abesle iştigalden ibaretti. (çok haksız olduğunu da söyleyemeyeceğim.)
Sınavdan yüzü düşük çıktı, matematikten yapamadığı bir boşu olduğunu, bir sorudan da emin olmadığını söyledi. Anlaşılan bu onun için başarısız bir sonuçtu. Biz onu ne kadar övdüysek de fayda etmedi. Eve geldiğimizde sınav soruları youtube'a düşmüştü bile. Cem'in soruları ve verdiği yanıtları saniyesinde hatırlıyor olması karşısında bir kez daha keskin hafızasına olan hayranlığım arttı. İlk olarak sözel kısmı dinlediğimizde, Türkçe, İnkılap Tarihi, Din ve İngilizce bölümlerini hatasız yaptığını gördük. Fende bir hata, matematikte ise bir boş ve iki hata çıktı. Fende ve matematikte birer hatasına Cem çok bozuldu, bilgi hatası değil, soruyu yanlış okuma hatası yaptığı için kendine çok kızdı.
Bu sırada twitter'da, önceki yıllara kıyasla matematik sorularının aşırı zor olduğuna dair sayısız tweet dolaşıyordu ama Cem'i yine teselli edemedik. Cem'e önemli olanın yaptığı net sayısının değil, sınava giren öğrenciler arasındaki yüzdelik dilim olacağını anlatmaya çalıştım ama görünürde bu bilgiyle de pek ilgilenmedi. Sonrasında sonuçların açıklandığı 30 Hazirana kadar bu konuyu bir daha hiç konuşmadık. Sınavın ertesinde ailecek çok güzel geçen bir tatile çıktık. Cem üstünden kalkan yükün etkisiyle çok mutlu ve pozitifti. Dalya ise 1,5 sene evde kapalı kalmış olmasının verdiği gerginliğinin üzerine, Cem'in LGS başarısıyla tüm övgü ve ilgileri üzerine çekmiş olmasının verdiği hırçınlığı üzerinden atmakta zorlanıyordu.
30 haziranda sonuçlar açıklandığında, Cem'in yüzdelik diliminin 0,28 olduğunu öğrendik. Yani sınava giren yaklaşık olarak bir milyon öğrenci arasında ilk 2800'e girmişti. Hedefimiz olmasa da arzumuz en iyi 3 devlet okulu olan Galatasaray, İstanbul Erkek veya Kabataş'a puanının yetmesiydi. Geçmiş yıllarda bu okullarda alınan öğrenciler hep ilk 0,15'lik yüzdelik dilimde olmuşlar, dolayısıyla şansımız çok düşüktü. Özel okulların ise hepsinde şansımız vardı. Bu noktada yine o kadar saçma sapan bir sistem kurmuşlar ki; önce özel okulların kayıtları yapılıyor. Cem'i özel okullardan birine ilgili dönemde kayıt yaptırmaz isek, özel okullara kayıt hakkımızı kaybediyoruz, devlet okullarında yerleştirme sonucunun ne olacağı ise özel okul kayıtları kapandıktan haftalar sonra belli oluyor. Eğer özel okula kayıt yaparsak da bu sefer devlet okullarına başvurma hakkını kesin olarak kaybediyoruz.
Cem'in yüzdelik dilimi 0,16-0,17 gibi bir noktada olsa ne yapardık gerçekten bilemiyorum ama biz özel okullara başvurmaya karar verdik. Bazı okulların ön kayıt ile birlikte ihtiyaç bursu başvurularını da kabul edip, hemen sonuçlandırdığını öğrenince pek bir ümitlendim. En azından mevcut ekonomik durumumuzla ilk sene bir burs alabilsek belki sonra işleri toparlayabilirdim. İhtiyaç bursu alamaz isek, yıldız özel okullar dışında neredeyse tüm özel okullar Cem'e 100% başarı bursu sunuyorlardı. Bahsettiğim 3 devlet okulu dışındaki tüm devlet okullarına da ayrıca puanı tutuyordu. Mesela benim öğrencilik yıllarımın yıldız okullarından Kadıköy Anadolu'ya çok rahat giriyordu, ama Kadıköy Anadolu'nun (ve nicelerinin) mevcut yönetimce mahvedilmiş olduğunu farklı kaynaklardan defalarca duyduk.
Cem'in puanı tüm özel okulların ön kayıt koşullarını sağladı. Robert, Alman, Üsküdar Amerikan, Saint Joseph, SEV, İELEV ve Koç'a ön kayıt başvurularını online olarak gerçekleştirdim. Burs başvurusu kabul eden Robert, Üsküdar Amerikan, SEV ve Koç için de burs başvurularını yaptım. Sayısız belge yükleyip, formlar doldurdum, ahret soruları yanıtladım. Biraz (bayağı) ağrıma da gittiğini itiraf etmeliyim. Neyse yine de hepsini tam bir gün süren uğraş sonunda tamamlayabildim.
Sonuçlar açıklandığında Robert dışında tüm okullara kayıt hakkı kazanmıştık, ve Robert'de de yedeklerden sıramız gelirse kayıt yapma hakkımız baki idi. Burs başvurularımızın ise hepsi reddedilmişti, ortaya koyduğumuz tablonun bir ihtiyaç bursuna nasıl yetmediğini çözebilmiş değilim. Üsküdar Amerikan'ın kardeş okulu olan SEV başarı bursu da sunuyordu. Okulu arayarak başarı bursu alıp alamayacağımızı öğrenmeye gayret ettim. İnternet sitesinde, kayıt yaptıran en yüksek puanlı öğrencilere başarı bursu verileceği yazıyordu. Cem listede ilk yirmideydi, ve o listede bulunan öğrencilerin muhtemelen hepsi, eğer maddi imkanları varsa diğer yıldız okulları tercih edecekti. Bana dönüş yapacaklarını söyledikleri halde tüm gün dönüş yapmadılar. Ben de saat 17'de sonlanacak olan kayıt saatinden önce orada olacak şekilde, taa Alemdağ'daki okula gittim. Cem'i oraya verirsek belki oralara taşınırız diye düşünmüştük, ama nasıl bir dağ başında (kelimenin tam anlamıyla) olduğunu görünce bunun mümkün olamayacağını anladım. Yine de kampüs çok modern idi, başarı bursu almamız durumunda, Cem'in hayatının bir kısmı okul servisinde geçebilirdi.
Okulda kimseler yok gözüküyordu, tahminimce okul kayıt konusunda henüz siftah yapmamıştı. Bu durum biraz ümitlenmemi sağladı. Talebimi ileterek sonunda kendimi ilgili direktörün karşısında buldum. Bana başarı bursu tekliflerini gün içerisinde yapmış olduklarını iletti, biraz nazikçe sorularımın etrafından dolaştı ama sonunda ısrar ederek net bir şekilde söylettirmeyi başardım; İnternet sitelerinde yazdığı üzere kayıt yaptıran en yüksek puanlı öğrencilere değil, ön kayıt listesinin tepesinde bulunan, eğer maddi imkanı varsa Robert'e, yoksa Galatasaray'a kayıt yaptıracak öğrencilere gitmişti teklifler ve tamamen göstermeliklerdi. Bir veli olarak daha fazla keriz yerine konmuş hissedemezdim kendimi.
Böyle bir sonuç gerçekten beklemiyordum, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Biliyorum yeryüzünde insanların yaşadıkları sayısız trajediler düşünülünce çok şımarıkça bir söylem olacak, ama hayatımda kendimi daha kötü ve daha köşeye sıkışmış hissettiğim bir an var mıydı hatırlayamadım. Cem üzerine düşenleri yapmış, müthiş bir sonuç elde etmişti ama ben bir baba olarak ona hak ettiği imkanları sunacak koşulları yaratamamıştım.
Kayıt sürecinin başında kardeşim bize her türlü maddi desteği vermeye hazır olduklarını bize söylemişti ama onu kırmamak için hemen ret edemesem de, bu seçeneği değerlendirmeye almamıştım. Her ne kadar pandeminin getireceği yıkıcı maddi güçlükleri öngöremeyecek olsam da, bu şekilde hazırlıksız yakalanmış olmaktan dolayı kendime çok kızgındım. Bizimki gibi bir ülkede kendi işimi yapmayı tercih etmiş olmamın bedelini, er ya da geç pahalı bir şekilde ödemem gerekeceğini en başından beri biliyordum. Çocuk sahibi olmaya karar verdiğimizde, onları kendi imkanlarım dahilinde en iyi şekilde yetiştireceğime, elimden gelmeyen konular için de kendimi hırpalamayacağıma dair naif bir inancım vardı.
Ama çocuk sahibi olunca her şey değişiyor, insan ne pahasına olursa olsun onlar için en iyisini istiyor. Eve geldiğimizde Cem ile konuştum. Evimizin yanı başındaki Irmak Okulları'ndan, Terakki'ye, Işık okullarından TED'e sayısız köklü okulda tam başarı bursu imkanı vardı. Ama Cem (kendince haklı olarak) hala Robert'e yedekten girme ihtimaliyle daha yakından ilgiliydi ve kendine hala "nasıl o iki soruyu yanlış okuyabildim" diye kızmakla meşguldü.
Kendimi bildim bileli söylerim; "Hayat tükürdüğünü yalama sanatıdır". Kararları, prensipleri keskin bir karakterimdir, ama hayat bana ne zaman bir cümleye "Asla" ile başladıysam tersini tıpış tıpış kabul ettirerek ilerliyor. Egomu, prensiplerimi, hissettiklerimi bir kenara bırakarak, oğlum için en iyisini yapmak zorundaydım. Canım kardeşim eşiyle birlikte Cem'in en azından bu senelik (ama seve seve tüm öğrenim hayatı için) sponsoru oldular.
Hemen ertesi sabah erkenden Nina'yı Robert Kolej'e bırakarak ben Üsküdar Amerikan'a geçtim. Kayıt hakkımız olan Alman Lisesi'ni pas geçtik. Her ne kadar baba-oğul Alman Liseli olmak fikri çok romantik gelse de, anadili Almanca olan Cem hazırlık okusa abes olacak, hazırlığı atlasa, henüz daha 4 yaşını sürerken ilkokula başladığı için, bu sefer de ortalamada kendinden 2-3 yaş büyüklerle bir sınıfta olacaktı. Ayrıca anadili kadar iyi hakim olduğu İngilizce de Alman Lisesi'nin ikinci diliydi, yeni bir dil öğrenemeyecekti.
Üsküdar Amerikan Lisesi'nde ben kayıt sırasına girdiğimde, Nina Robert'te yedek listeyi bekliyordu. Özel okulların başını çektiği için Robert diğer okulların tersine asıl listeden kayıt almış, ve yedek liste neredeyse hiç kaymadan kontenjanını doldurmaktaydı. Yine de Nina her ihtimale karşı gün sonuna kadar bekledi. Eğer kayıt hakkı kazansaydık, ben Üsküdar Amerikan'a yüklü bir ceza ödeyerek kaydı hemen alacaktım ve Nina Robert'e kayıt yapacaktı. Yeryüzünde bundan daha saçma bir sistem var mıdır, emin değilim. Eğer Cem kız öğrenci olsaydı Robert'e kayıt hakkı kazanıyordu, ama erkeklerde son kayıt yaptırandan 5-6 puan aşağıda kaldığından ucundan da kaçırmadık, dolayısıyla bu konu da bu şekilde kapandı.
Cem'i sabah telefonla birkaç kez aradım, açmadı, sonunda ulaştığımda öğrendim ki, sabah geç kalkma huyu olmayan Cem, uyanmak istememişti. Onun penceresinden sanırım her şey daha farklı görünüyordu, okulun internet sitesini bile ziyaret etmediği halde Robert'i kazanmayı gerçekten istedi, anladığım kadarıyla onun için konu belli bir okulu değil, en iyisini kazanmak idi, ama ihtimalin düşük olduğunu da biliyordu. Üsküdar Amerikan'a kayıt yaptırdığımızı öğrendiğinde sevinmeyi pek başaramadı, Robert'te durumun ne olduğunu sordu, o sırada teorik olarak hala şansı vardı. Üsküdar Amerikan'ın güzel kampüsünden çeşit çeşit fotoğraflar çekip gönderdim ona, okula bayıldığımı söyledim, bizim Alman Lisesi'nin düz beton binasıyla kıyaslanamayacak kadar güzel olduğunu anlattım. Eski bir okulundan çok sevdiği bir arkadaşı da aynı gün kayıt yaptırdı, annesiyle karşılaştım. Onlara haber verince hemen kendi aralarında yazışmışlar. Sonunda Cem'in yüzü gülmeye başladı.
Hiç umursamaz gözükürken, ve de biz onun üzerinde hiçbir okulu kazanması yönünde telkinde bulunmamışken, bu kadar hırslanması bir yandan hoşuma gitti, onu bekleyen zorlu hayatta ihtiyacı olacak bir özellik. Bugüne kadar hangi sınava girdiyse hep başarılı oldu, Robert'e girememek onun gözünde bir nevi ilk yenilgiydi, ama bu hisle de başa çıkmayı öğrenmesi çok iyi oldu. Sonunda hepimiz ailecek çok rahatladık. Bir gün öncesinde birisi boğazımı sonuna kadar sıkıyormuş gibi hissederken, ertesi günü böylesine bir rahatlama gerçekten bir nevi sarhoşluk etkisi yaratıyor, bunu da deneyimlemiş oldum.
Bu arada daha sürecin en başında Üsküdar Amerikan Lisesi'nin internet sitesinde milli sporcular ve konservatuar mezunları için 50% başarı bursu verdiğini okumuş ve hemen Cem'i konservatuar sınavlarına kaydettirmiştim. Kadıköy Çocuk Sanat'tan geçen sene mezun olup, çocuk orkestrasına katılacaktı, pandemi yüzünden eğitimi bir sene uzamış ve orkestra seçmeleri gerçekleşememişti. Haziran ayında dönem biterken çello öğretmeni ile konuştuk, fikrimizi çok destekledi. Hatta Mimar Sinan'dan bir öğretmenle zoom üzerinden bir görüşme ayarlayarak, görüş almamızı da sağladı. Cem'in Okan kolejindeki müzik öğretmeni de onu koroya alırken bir solfej sınavına tabi tutmuş ve piyanoda bastığı 3 sesi hatasız tekrar edebilen Cem'i çok övmüştü.
Eylül başında hem İstanbul Üniversitesi'nin hem de Mimar Sinan Üniversitesi'nin yarı zamanlı konservatuar sınavlarına girecek. Başarırsa hem önünde yepyeni imkanlar açılacak, hem de yarıya düşecek olan okul ücretini, durumumuzu düzeltebilirsek, kendi imkanlarımızla karşılama şansımız olacak. Ayrıca çello öğretmeni, orkestranın mutlaka yeni bir çelliste ihtiyacı olduğunu, salgın engellemez ise eylül-ekim gibi yeni seçmelerin olacağını söyledi. Cem'le o kadar çok gurur duyuyorum ki, bazen gerçekten içim içime sığmıyor.
Sınav döneminden çıktığımızda, Cem hareketsizlikten biraz kilo almıştı ve masa başında oturmaktan da kamburu çıkmıştı. Dalya ise hareketsizlikten dolayı ruhen çok hırpalanmıştı. Okullar kapandığında, yıllardır onları götürdüğüm belediyenin spor okullarındaki müthiş hocamız Murat Bey'den ilaç gibi bir mesaj geldi. Spor okulları tekrar açılıyordu, ve bu yaz boyunca bizim çocukların favori sporu badminton dersleri yapılacaktı. Hemen ikisini de kaydettim ve hafta içi 4 gün sabahları spora gidiyorlar. Onları Feneryolu'ndaki okula sabah erkenden bırakıyorum, dönüşte parklara uğraya uğraya, verdiğim harçlığı pastanelerde harcayarak (ilk gün Cem 5 adet açmayı tek seferde yemiş) öğlen ancak eve dönüyorlar.
İkisini de çok seven Murat Hoca onları iki farklı yaş grubunda da oynatıyor, böylece her gün bir değil en az iki saat katılıyorlar. Pedagojik olarak, tüm okullarda gördüğümüz rehberlik birimlerini toplamından daha yetkin olan Murat Hoca, hemen Dalya'nın Cem'le rekabetten çok olumsuz etkilendiğini, neredeyse havlu atmak üzere olduğunu, bu konuya çok dikkat etmemiz gerektiğini, kendisinin de özellikle Dalya'yı derslerde öne çıkarak ve överek desteklediğini iletti. Çok haklıydı, zaten yıllardır Dalya'yla bu konuyu konuşuyoruz ama Dalya'ya 3 yaş farkın ne kadar önemli olduğunu anlatamıyoruz. Sanki yaşıtlarmış gibi, Dalya her konuda kendini Cem ile ölçüyor. Halbuki bugünkü Dalya 3 sene önceki Cem'i çok fena sallar, çünkü Cem'i hırslandıran, gelişmesine vesile olan bir büyük kardeşi bulunmuyor.
Esasında yıllar içinde Dalya kendince bir takım çözümler üretmişti, ilgi alanlarını farklılaştırmıştı; Cem voleybol oynarken, Dalya basketbola meraklıydı, Cem müziğe, Dalya daha çok resme ilgiliydi. Ama salgın çeşitliliğe darbe indirince, sürekli aynı evde olmak özellikle Dalya'yı çok hırpaladı. Ben bütün sene hep Cem'in dersleriyle ilgilenmek durumunda kaldım. Dalya'nın dersleriyle ilgilenen Nina ona hiçbir şekilde sözünü geçiremediği için, Dalya akademik olarak da maalesef çok geri kaldı. En büyük şanssızlığımız Doğa okulları batınca, dönem içinde geçtiğimiz Okan Koleji'nin salgın sebebiyle iki hafta içinde kapanması oldu. Son derece sert ve sabırsız bir sınıf öğretmenine denk gelen Dalya, kendini iletişime tamamen kapattı ve dersleri de hiç umursamadı. Benim gücüm ancak Cem'e yettiğinden, bu süreçte olan Dalya'ya oldu. Doğa Okulları'nda deneme sınavlarının birincisiyken, akademik olarak dibe vurdu.
LGS sonrası Dalya ile çok daha fazla ilgilenmeye başladım. Onun hoşuna pek gitmese de her gün bir miktar ders çalışıyor ve biz destek oluyoruz. LGS sonrası Cem'e söz vermiş olduğum telefonu aldığımızda, babaannesi de eski telefonunu Dalya'ya verdi, böylece ikisi de aynı anda telefonlandılar. Yıllardır Dalya'nın kendisinden en az 3 sene sonra bir telefona sahip olması gerektiği konusunda düzenli nutuklar çeken Cem'in bu konuya hiç itiraz etmemesine çok sevindim. Dalya'nın telefonuna matematik çalıştıran programlar yükledim, onları da düzenli olarak yapıyor.
Telefon demişken Duolingo uygulamasına bir parantez açmam gerekiyor. Babaannesinde kalmaya başladığı dönemde Cem bana müthiş bir doğum günü hediyesi hazırladığını söylemeye başladı. 2 ay boyunca doğum günüme kadar bu hediyenin reklamını dinledim. Doğum günümde öğrendim ki Cem iki aydır Duolingo programıyla Japonca ve İspanyolca öğreniyormuş, bir hayli de ilerletmiş. Bana telefonda gösterdi, gerçekten de o karmakarışık Japon harflerini/sembollerini biliyor ve karmaşık cümleleri zorlanmadan anlayabiliyor. İlk anda bunun benim için nasıl müthiş bir hediye olabileceğini birkaç saniye için idrak etmekte zorlansam da, bir çocuğun kendi rızasıyla kendini geliştirmesi gerçekten de bir babaya verilebilecek en güzel hediyelerden biri, bu noktada hakkını kesinlikle teslim ediyorum.
Bu Duolingo furyası ailemizde kuzenimle başlamış, ondan teyzeme, teyzemden anneme, ve sonunda bizlere bulaştı. Ben de hemen Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcamı tazelemeye giriştim, ve programa bayıldım. Ailecek birbirimizi takip ediyor ve uygulama üzerinden destekliyoruz, birbirimizin gelişimini takip edebiliyoruz. Program hem yazdırıyor, hem okutuyor, hem de konuşturuyor. Dalya da düzenli olarak İspanyolca ve Korece çalışıyor. İspanyolca'yı okulda gördüğü için pekiştiriyor. Korece'ye de sanırım hem Cem'in Japonca'sına cevap olarak hem de son dönemde merak saldığı K-Pop müzik akımına olan ilgisi nedeniyle başladı. Gangnam style ile tüm Dünya'ya hakim olan Kore Pop müziği planlı bir devlet politikası olarak destekleniyormuş, zamane gençleri çok meraklı. Ben de Dalya'yla birlikte youtube'da BTS, Blackpink gibi grupların video kliplerini izliyorum, böylece baba-kız olarak da Cem'siz vakit geçiriyoruz. Klasikçi olan Cem pop müziğin her türüne hala çok mesafeli duruyor.
Arada Dalya ile Caddebostan sahile basketbol oynamaya da gidiyoruz, Cem basket sevmediği için ona da katılmak istemiyor, iyi oluyor. Badminton dışında çocukları belediyenin doğa kampına yazdırdım. Salgın öncesi Cem 15 gün izci kampına gitmiş ve çok eğlenmişti. Eğer salgın olmasa şehir dışındaki kamplara da göndermeye başlayacaktım. Yatılı kamplar düzenlenemediği için günübirlik kamplar var bu sene. Çocuklara kamp haberini verince kıyameti kopardılar. Zaten onlara hiçbir şeyi sormuyormuşum, hep emir vaki yapıyormuşum, bu sıcakta ne işleri varmış kampta vs. Özellikle Cem kampa gitmeden önce 3 gün boyunca söylendi. Sözde özgürlükçü babaymışım, bu nasıl özgürlükmüş. Onlara bir kez daha özgürlük anlayışımın, onların tüm yazı koltuk üzerinde ellerinde telefonla geçirmelerine izin vermekle bağdaşmadığını, bu anlamda kesinlikle özgürlükçü olmadığımı açıklamak durumunda kaldım. Umarım bir gün, kendi çocukları olduğunda bu satırlara denk gelir okurlar.
Neyse sonunda kamp günü geldi çattı, sabahın köründe onları kartalda servisin kaldığı noktaya bırakmaktan nasıl bir mazoşist zevk alıyorsam artık, görevimi yerine getirdim. Akşam onları almaya aynı noktaya giderken, alacağım azarlar karşısında vakur bir duruş sergilemek konusunda kendime telkinlerde bulunuyordum ki bir de ne göreyim Cem Bey pek mutlular, çok güzel geçmişmiş, çok kafa arkadaşlar bulmuşmuş, çok eğlenmişmiş. Neyse ki kendime hakim olup, peki öyleyse niye üç gündür canıma okudun demedim, ufacık bir sitem dahi etmedim, memnun kalmasına ne kadar sevindiğimi söylemekle yetindim.
Ormanda hazine aramışlar, tırmanma ve okçuluk yapmışlar, survivor pistinde yarışmışlar ve daha nicesi. Dalya ise görece olarak daha az memnundu, küçük yaş grubunda olduğu için tüm faaliyetlerin basit versiyonlarına maruz kalmaktan mustaripti, yine de Cem o kadar mutluyken fazla söylenmemeyi tercih etti. Na-özgürlükçü babaları yerinde durmadı onları bir de belediyenin yelken kursuna yazdırdı. Sabahları badminton yetmezmiş gibi, öğleden sonra da yelkene gidecekti zavallı çocuklar. Kursun ilk iki günü rüzgar olmayınca söylenmeye başladılar, ama üçüncü rüzgar çıkınca Cem aşırı keyif aldı. Hemen öğretmenin gözdesi olmuş, dümene bile geçmiş. Kursta sözde 8 öğrenci var, ama hiç gelmiyorlar, genelde iki üç öğrenci oluyorlar ve teknede yelkenle ilgili her işi yapıyorlar, Kalamış'tan çıkıp Moda - Bostancı arasında her gün 3 saat geçiriyorlar.
İlk haftanın sonunda Dalya evde bir saatli bombaya dönmüştü. Salgından önceki sene halası onu kuzeniyle birlikte bir yelken kursuna göndermişti ve Dalya Optimist kullanmıştı, dolayısıyla şimdi optimist değil bir yelkenli teknede de olsalar yetkin kişi Dalya olmalıydı. Ancak Cem dışadönük karakteriyle ortamda hemen yıldızlaşmış, yaşı tutmadığı halde kayıtlı diğer öğrenciler gelmediği için ricayla kursa kabul ettirdiğimiz Dalya ise içedönük tavrıyla biraz fasulye muamelesi görmüştü. Onları bu şekilde aynı kursa vermekle hata etmiştim, bu durumu Dalya'ya da açıklamaya çalıştım. Sinirli olmasının Cem'le alakalı olmadığını söylese de, dediğimi içinden anladığını ve sakinlediğini hissettim.
Kurs bir haftalıktı ama ben Cem'i hemen 2 hafta daha aynı kursa kaydettim, zira çok keyif aldı, artık bir nevi asistan gibi oldu teknede. Dalya'nın sorununu çözmek ise çok kolay oldu, zira ikinci hafta başlamadan Dalya'yı halasının yanına Zürih'e gönderdik. Müthiş anlaştığı kuzeni ile birlikte oralarda gününü gün ediyor. Çocuklar bu anlamda çok şanslılar, hem müthiş bir babaanneleri hem de müthiş bir halaları var.
Yaz akşamlarını da güzel değerlendiriyoruz. Arkadaşlarımızla Caddebostan ve Maltepe sahilinde piknik yapıyoruz, Göztepe parkında voleybol ve badminton oynuyoruz, Kalamış parkında açıkhava konser ve sinema akşamlarına gidiyoruz. Dün akşam mesela açıkhavada Persepolis'i bir kez daha izledik. Afganistan'da olanlar gündemdeyken bir kez daha içimiz bu müthiş eserle burkuldu. Cem de filmi çok beğendi, onun beğenmesine de ayrıca çok sevindim.
Cem bu sene Almanya'ya anneannesinin yanına gidemediği için biraz üzgün, anneannesi delta varyantına karşı etkin olmayan bir aşı olmuş, dolayısıyla bu bir risk, bu sene Cem'i göndermemeye karar verdik. O da önümüzdeki hafta sonu babaannesiyle birlikte Rize'ye büyük anneannesinin çay bahçeleri içindeki köyüne gidecek. Eminim çok eğlenecekler. Dalya bu hafta İsviçre'den dönüyor, biz de Cem'leri havaalanına bıraktıktan sonra bir son tatil yapmayı planlıyoruz.
Bir sonraki hafta hepimiz İstanbul'a döndüğümüzde Cem'in Üsküdar Amerikan'da oryantasyon eğitimi olacak. Okulunu ilk defa görecek, tabii korona sebebiyle yine iptal edilmezse. Bu hafta okulda İngilizce seviye sınavı olacaklardı, hatta tüm tatil planlarımızı ona göre ayarladık. Ama sonra iptal edip online'a çevirdiler. Bir avuç çocuk koca kampüste güvenli bir şekilde yarım saatlik bir İngilizce sınavı yapamayacaklarsa, bu pek de iyiye işaret değil.
Ülkenin gündemine hiç girmek istemiyorum, zira çıkamam. Yangın ve sel felaketleri dört bir yanımızı sarmış, felaket olabilir ama nasıl yönetildiklerini görüp düzgün nefes alabilmek mümkün değil. Diğer yandan ülkenin yarısı aşılandığı halde hasta sayıları yaz vakti yine tavan yaptı. Aşı yaptırmayı reddeden garip bir güruh, aynı zamanda salgın yokmuş gibi alt alta üst üste yaşamaya devam ediyor, maskeni takanı bulabilmek mümkün değil, sanki salgın yok. Hatta bugün kabine okulların durumu için toplanıyormuş, yine kaparlar muhtemelen, gerçi tahminimce son saniyeye kadar bekler, tam okul açılırken ceee derler. Olan yine çocuklara olacak biliyorum. Tüm ülkede işleyen tek bir ama gerçekten tek bir önlem bulunmazken, ilk iş okulları kapayacaklar.
Yaz güzel geçiyor derken yine bağladım öfke patlamasına, ne yapayım her şeye rağmen seviyorum bu ülkede yaşamayı, hem göçsem de haberlerini almaya ve sinirlenmeye devam edeceğim. Derin bir nefes alıyorum ve şükrediyorum; hayattayız. Umarım korona günlüğümün 6. yazısı sonuncusu olur.