Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2023 Çarşamba

Klara and the Sun - Kazuo Ishiguro 8/10

2023'te ilk okuduğum kitap Nobel ödüllü yazar Ishiguro'nun "Klara and the Sun"'ı oldu. Ishiguro'nun daha önce "Buried Giant"'ını bayılarak okumuş, "Never Let Me Go" ve "Remains of the Day"'in de film versiyonlarını izlemiştim.   

Distopik bir Dünya'da geçen romanda yapay zeka sahibi "çocuk" robotlar, evlere birer hizmetli olarak satın alınabiliyorlar. Yeni versiyonları çıktıkça, daha geniş yeteneklere sahip olan bu robotlar, geliştikçe insanlar arasında giderek daha bir kuşkuyla bakılır hale geliyorlar, evlere kadar sızmış olmaları bir nevi korkuyla karışık (yapay zekalara karşı) ırkçılığa yol açıyor. Bu yapay zekalı robotlar tek kalıptan çıkmış fabrikasyon birer ürün değiller, karakter olarak birbirlerinden (rastlantısal) farklılaşan bir mizaca sahipler. Hikayenin baş kahramanı Klara meraklı, naif ve iyimser bir karaktere sahip bir yapay zeka. Satış mağazasında adeta öksüz bir çocuk gibi kendisini sahiplenecek bir ailenin gelişini beklemekte ve biz okuyucular da onun iç sesini dinlemekteyizdir. Bir gün kronik ve ölümcül olabilecek bir rahatsızlığı olan ergen kız Josie ve annesi tarafından, Josie'ye arkadaşlık etmesi ve ona göz kulak olması için satın alınıyor.

Kitabın devamına girmek sürpriz bozanlar içerecektir, o sebeple detaya girmeyeceğim. Bana çok yoğun şekilde çocukluğumuzun meşhur çizgi filmi, İsviçre Alpler'indeki Heidi'nin, şehirdeki hasta Klara'nın yanına gitmesi ve o ailenin bir parçası olmasını anımsattı. Kızların ilişkileri ve bir araya geliş sebepleri arasında büyük paralellikler bulunuyor. Hatta Heidi'nin arkadaşı çoban Peter da, Josie'nin çocukluk aşkı, doğa dostu Rick olarak çıkıyor karşımıza. "Anne" karakterleri arasında da büyük benzerlikler var. , her iki anne de eve gelen "bakıcı" arkadaşa karşı çok temkinli ve yer yer okuyucuyu tedirgin edici bir tavırla yaklaşıyorlar. Böyle bir esinlenme var mı diye araştırmadım, ama böyle bir benzerliği yoğun şekilde kitap boyunca hissettim.

Chatgpt'nin hayatımıza girdiği (Cem'in okulunda aktif şekilde kullanılmaya başladı bile.) şu günlerde, yapay zekanın gelişimi ve hayatlarımıza sızıyor olması, sayısız felsefi sorunun daha net bir şekilde zihinlerimize düşmemizi sağlıyor. İnsanı insan yapan nedir? Çok gelişmiş bir yapay zeka bir gün insanın yerini alabilir mi? İnsan gibi sevebilir mi, insan gibi sevilebilir mi? Zamanla insanlar onlara karşı nasıl bir tavır alacaklar, onlar insanlara karşı nasıl refleksler, kompleksler geliştirecekler?

Yapay zeka sorunsalının yanı sıra, kitabın işlediği diğer bir tema da beni çok değişik yönlere düşünmeye sevk etti. Anlatılan distopik Dünya'da varlıklı ailelerin çocukları okul çağına geldiklerinde genlerine yapılan tıbbi bir müdahale ile "yükseltiliyorlar". Bu yükseliş, yüksek eğitim görmek için ve toplumda ayrıcalıklı bir yer edinebilmek adına adeta bir norm haline gelmiş. "Yükseltilmiş" Josie ile maddi imkanları buna elvermemiş (annesi de tercih etmemiş) olan "yükseltilmemiş" Rick arasında da bir uçurum yaratıyor bu durum, ilişkilerine ve küçüklüklerinden itibaren birlikte kurmakta oldukları gelecek hayallerine de yansıyor.

Bizim ülkemizde, özel okula (hatta imkan var ise iyi bir (veya çok iyi bir)) özel okula gönderilmiş çocukla, bu imkana sahip olmayan çocuk arasında oluşan imkan uçurumuna benzer olan bu durum, distopik bir ülkede yaşıyor olduğumuza da bir nevi işaret ediyor. Velilerde sıklıkla gözlemleyebildiğim akıl almaz ve aç gözlü hırs, bana velilerin "yükseltme" teknolojisi ülkemize gelir gelmez (hatta imkanı olan ABD'ye, muhtemelen gelecekte Çin'e koşturarak), ilgili operasyon merkezleri önünde uzuuuun kuyruklar oluşturacaklarını, araya tanıdık, fors ne varsa sokmaya çalışacaklarını düşündürüyor.

Kitapta net bir şekilde ortaya konmuş olmasa da, bu "yükseltme" işlemi ile Josie'nin rahatsızlığı arasında bir bağ bulunduğunu hissediyoruz. Günümüz biliminin de ortaya koyduğu üzere, belli fonksiyonlara sahip olduğunu bildiğimiz genlere yapılabilen müdahaleler, başka noktalarda öngörülemeyen çok farklı sonuçlara yol açabiliyor. DNA örgülerimiz arasında, gizemini çözemediğimiz çok karmaşık bağlar bulunuyor. Çocuklarımızın gelecekleri için onları soktuğumuz bu ucube eğitim sistemi de, onlarda hiç öngöremediğimiz bambaşka hasarlara yol açıyor. Ben keza sadece gözlemleyebildiğim kadarıyla, kendi çocuklarımda yaratıcılıklarının ve meraklarının nasıl yok edilmeye çalışıldığına ve kısmen bunda başarılı olunduğuna bizzat şahit olabildim.

Rick, mühendislik konusunda çok doğal yeteneklere sahip ve kendi çabalarıyla kendini eğitmiş ve kuş şeklinde drone'lar (uçan robotlar) üretmekte olan bir delikanlı. Onun "yükseltilmemiş" olmasına rağmen, yüksek öğrenim görebilmesi için hasta annesinin vermekte olduğu mücadele, günümüz Dünya'sına çok vurucu bir ışık tutuyor. Zenginlerle fakirler arasında her anlamda giderek açılmakta olan makasın, artık eğitimde fırsat eşitliğinin de neredeyse imkansız hale gelmesi sebebiyle, kolay kolay kapanmayacağının altı çiziliyor.

Kitaba ismini veren Klara ile Güneş arasındaki bağ ise, yapay bir zekanın bir kere var olduktan sonra düşünce, kabulleniş ve inanışlarında nereye evrilebileceğinin öngörülemezliği hakkında düşündürdü beni. İnsan olarak bizim zihnimizde topladığımız bilgilerden kaynaklı verilerin yanı sıra, matematiksel olarak (belki de sadece henüz) ortaya konulamayan bir bilincimiz, bir vicdanımız bulunuyor. Yeterince gelişmiş bir yapay zeka, belki de otonom şekilde bir bilinç/vicdan geliştirebilecek noktaya geldiğinde, bu durum tamamen insanın kontrolünün dışına çıkacak. Günümüz bilim kurgu külliyatı büyük oranda bu konuya yönlenmiş durumda. "Klara and the Sun" sonrası başladığım ve şu aralar okumakta olduğum, Martha Wells'in "Murderbot" kitap serisi de bu konuyu işliyor. Seriyi bitirince günceye not düşebilmeyi umuyorum.

Ishiguro'nun bu son romanı, tüm bu konuları ve nicesini çok güzel bağlar örerek, farklı analojilerle irdeliyor. Kitabın ortalarına kadar da kanımca hikaye çok sürükleyici bir şekilde ilerliyor, ama kitabın ortasından itibaren, biraz da (o tedirgin edici) gizemini ortadan kaldırdıktan sonra, ritminde hafif aksamaya başlıyor. Sonuna kadar çok keyifle okumakla birlikte, ikinci yarısı itibariyle dimağımda birazcık ham bir tat bıraktığını not düşmeliyim.


15 Ocak 2023 Pazar

Project Hail Mary - Andy Weir 10/10

 

2022'de en büyük keyifle okuduğum kitap Andy Weir'in "Project Hail Mary"'si oldu. En iyi satan bir diğer kitabı The Martian'ı okumamıştım, ama filmini çok beğenerek izlemiştim. O kitabını ve Artemis'i de 2023'te mutlaka okumak istiyorum.

Baş karakterimiz Ryland Grace uyandığında hiç bir şey hatırlamıyor ve kendini güneş sisteminden faklı bir yıldız sistemine yolculuk eder halde buluyor. Hikayede geriye dönüşlerle yavaş yavaş, Dünya'yı kurtarmak üzere bir misyonda bulunduğunu anlamaya başlıyor. Kitabın yoğun olarak bilimi işlediği kısımlar o kadar rahat okunur ve anlaşılır bir şekilde verilmiş ki, o kadar da tatlı bir mizahla işlenmiş ki, müthiş bir keyifle bir çırpıda çekiverdim tüm sayfaları gözlerime.

Güneş'in gücünü yitiriyor olması üzerindeki gizemi çözmek için çıktığı yolculukta, muhtemel çözümün bulunduğunun düşünüldüğü Alfa Centauri'de, aynı çözüm için oraya gelmiş olan (yine farklı bir yıldız sisteminden) bir canlı türüyle karşılaşıyor. Bir şekilde iletişim kurmayı başardıklarında aralarında derin bir dostluk kuruluyor, ve birlikte gezegenlerini kurtarabilmek için çalışıyorlar. Bu arkadaşlık o kadar güzel işlenmiş ki, yer yer göz yaşlarıma hakim olamadım, bolca da güldüm.

Dünya gerçekten de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalsa, kitapta anlatıldığı üzere tüm devletler kendi çıkarlarını ve aralarındaki sorunları bir kenara bırakır ve insanlığı kurtarmak için birlikte çalışırlar mı hiç emin olamıyorum ama kitabın bu konudaki iyimser bakış açısı da ruhuma iyi geldi.

Evrende bizden farklı yaşam türlerinin olması ihtimali üzerine ufkumu genişleten harika bir okuma oldu.

Tek kelimeyle bayıldım, bayıldım, bayıldım...


13 Mart 2021 Cumartesi

Phaidon - Platon

 


Sokrates'in Savunması'nda Platon'un kaleminden Sokrates'in kendini savunduğu monoloğunu okuduktan sonra, genelde yine Sokrates'in başrolde olduğu Platon diyaloglarına Phaidon ile geçiş yaptım. Bu dialoglarda ileri sürülen görüşlerin ne kadarının Sokrates'e, ne kadarının Platon'a ait olduğu bilinemiyor, ama büyük bir ihtimalle ikisinin bir karışımıdır, nihayetinde Platon Sokrates'in en gözde öğrencisi. Ciddi görüş ayrılıkları olsaydı, herhalde Platon tüm görüşlerini diyalog formatında sunarken hocasına bu kadar büyük bir başrol vermezdi.

Diyaloglardan ilk olarak Phaidon'u tercih etmem ne kadar doğru bir tercihti bilemiyorum, ama Sokrates'in idam edilmeden, daha doğrusu kendi eliyle baldıran zehrini içmeden önceki son gününü aktardığından, hemen savunmasının akabinde okumak doğru olur gibi geldi. Diyalog Sokrates'in hapis olduğu mekanda dostlarıyla son saatlerini geçirmesini aktarıyor. Tüm dostları son derece üzgün ve göz yaşlarına hakim olamazken, ortamdaki tek neşeli şahıs Sokrates'tir. Hayatı boyunca doğru bildiği yoldan hiç sapmamış olmanın verdiği vicdani rahatlığa sahiptir. Daha da önemlisi ölümden korkmamaktadır. Ruh ve beden ayrılığına inanmaktadır. Sadece bedeni ölecek, ruhu ise hapis olduğu kusurlu bedenden kurtulacaktır. Böylesi bir özgürlüğe kavuşacak olmaya nasıl sevinmem diye sormaktadır.

Sokrates gerçekte ne kadar bu görüşteydi bilemiyorum, ama bütün hayatını hiç bir şeyi bilmenin mümkün olamayacağını düşünerek geçiren, hatta bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu söyleyen bir düşünürün, bu kadar kesinliğinden emin görüşlerle ölüme gidiyor oluşu bana pek inandırıcı gelmedi. Belki kendi de bu kadar emin değildi ama dostlarını teselli etmek için kendinden emin görünüyordu. Platon dışında Sokrates'in görüşlerini başka dostları da yazmış, belki onlar teyit ediyordur, bilemiyorum. Sokrates hakkında bende oluşmuş olan, her şeyi son ana kadar sorguladığına dair yargı, bu görüşlerin daha çok Platon'a mal edilebileceğine işaret ediyor. İdealizmin piri Platon'un sürekli referans verilen idealar Dünya'sı, yani kısıtlı algılarımızla elde ettiğimiz, maddeye dair her türlü bilginin gerçek olmadığı, metafizik bir idealar evreninin kusurlu kopyaları olduğu görüşü, esas olanın ruh olduğu görüşüyle örtüşüyor.

Sokrates'in dostu Phaidon ile başlayan diyaloğunda Ruh ve ölümle ilgili görüşler ele alınıyor, sonrasında diğer dostlarıyla da farklı konular hakkında konuşuyor. Benim okumaya başlamadan önce hayal ettiğim şekilde, daha çok Sokrates'in sorular sorması, ve dostlarının o sorular üzerinde düşünerek yeni görüşlere kavuşmalarını sağlaması şeklinde ilerlemiyor bu sohbetler. Daha çok Sokrates neredeyse monologlar şeklinde bir nutuk çekiyor  ve arada "öyle değil midir" şeklinde sorular soruyor. Dostları istisnasız şekilde, hiç itiraz getirmeden onu onaylıyorlar. Şu ana kadar Sokrates hakkında okuduklarım, onun yönteminin farklı olduğunu düşündürttü bana. Çokbilmiş şekilde nutuklar vermek yerine, karşısındakine tüm bildiklerini sorgulatacak biri olarak tahayyül ediyorum onu. Buradan yapabildiğim çıkarım, Platon'un bu diyalogları kullanma şeklinin, daha çok kendi görüşlerini iletme tercihi olduğu yönünde.

Phaidon'un bana düşündürdüğü diğer bir konu, henüz hakkında detaylı okumalar yapmadığım Descartes'ın, kartezyen düalizm ile felsefe tarihinde modern çağı başlattığına farklı kaynaklarda pek çok kez denk gelmiş olmamla ilgiliydi. Mesela Felsefenin Kısa Tarihi'ni okurken, Descartes'ın düalizmi (ruh beden ikiliği) kendi yorumuyla beden ve zihnin ayrı ama (beyindeki epifiz bezi sayesinde) etkileşim içinde olduklarını öne sürdüğü şeklinde açıklanıyordu. Sokrates öncesi filozoflarda takip edebildiğim kadarıyla beden ve ruh ayrımı hiç konu edilmemişti, dolayısıyla Antik Yunan'da sanırım ruh-beden ayrımını ilk dile getirenler Sokrates/Platon ikilisi oluyor ve Descartes'a kadar giden düşüncenin temelini atmış oluyorlardı.

Antik felsefe tarihi okumalarına başladığımda, belli başlı eserleri birincil kaynaklardan yani filozofların kendi kalemlerinden okumak gibi bir hedef koymuştum kendime. Ama gerçekten ilerleyebilmek için fazlasıyla sabırsızlanıyorum ve maymun iştahıma hakim olamayarak çağdaş metinlere de arada dalmadan edemiyorum. Bu noktada ağırlıklı olarak ikincil kaynaklarla ilerlemeye ve belki eksik kaldığımı, anlayamadığımı düşündüğüm anlarda birincil kaynaklara geri dönme metodunun benim için daha verimli olabileceğine kanaat getirdim. 

Muhtemelen zaman ilerledikçe, sürekli yöntem değiştirecek ve benim için en verimli, en keyifli olacak yolları tercih ediyor olacağım. Kesin olan, her okuduğum satırda gerçekten inanılmaz ilham alıyor olduğum. Hayatın düzenine kendimi kaptırdığım yıllar boyunca ihmal ettiğim sorular, yepyeni sorularla zenginleşerek beni yeni okumalar, dinlemeler yapmaya sevk ediyor.


10 Mayıs 2020 Pazar

Isaac Asimov - Vakıf


Bir bilim-kurgu hayranı olarak, uzun yıllardır başlamak istediğim bir seriydi Vakıf. Her ne kadar Dune, Fahrenheit 451 gibi hayatta en keyif alarak okuduğum kitaplar 50'li 60'lı yıllarda yazılmış ve aradan kaç yüzyıl geçerse geçsin zamansız kitaplar olsalar da, yine de eski bilim-kurgu kitaplarına hala biraz ihtiyatla yaklaşıyorum. Sonuçta teknoloji son 50 yıla bakınca insanlık tarihine kıyasla baş döndürücü bir hızla gelişti, ve eskiden yazılmış kitapların teknolojinin evrildiği noktaları ıskalama riskleri bulunuyor.

Salgınla birlikte kitap okumaya daha fazla vakit ayırma imkanı doğunca, bu çekincemi bir kenara bırakarak, Vakıf serisinin ilk kitabı "Vakıf"'a adım attım. Kitap beni anında içine çekti ve bir çırpıda bitti. İkinci kitaba başlamadan hemen bu günceye bir not düşmek istedim. Çok ileri çağlarda tüm galaksiler merkezi bir imparatorluk tarafından yönetilmektedir. Psikotarih olarak isimlendirilen bir bilim dalı, medeniyetlerin sonraki yüzyıllarda nasıl gelişeceği, insanlığın nereye evrileceği ile ilgilenmektedir. Matematiksel modeller kullanarak insanların, toplumların olaylar karşısında vereceği tepkiler hesaplanabilmektedir.

Psikotarih'in en büyük ustası Harin Seldon, yaptığı analizlerde merkezi imparatorluğun yakın gelecekte çökeceğini hesaplayarak, çöküş sonrası ortaya çıkacak karanlık çağın binlerce yıl sürmesini engellemek ve medeniyetlerin yok olmasını önlemek için, evrenin unutulmuş uç noktaların birinde bir vakıf kurar ve bu vakfı evrende birikmiş tüm bilgiyi arşivlemek için çalıştırmaya başlar.


Günümüze kadarki insanlık tarihinin gelişimi, imparatorlukların gelişmeleri ve çökmeleri, dinin, ticaretin, küreselleşmenin oynadığı rolü o kadar muazzam bir alegori olarak işlemiş ki Asimov, şapka çıkarmamak elde değil. Tüm bunu lafı uzatmadan, gereksiz yan hikayelere dalmadan, fazla süslü laflar etmeden doğrudan aktarıyor. Harin Seldon'un yüzlerce yıl sonra dahi neler olacağını öngördüğü süreçler çok uzun bir süreyi kapsadığından, kitap sürekli 50 yıl 80 yıl atlayarak ilerliyor. Her yaşanan gelişme, bir sonraki dönemde olacakların tohumlarını ekiyor ve böylece sürekli yeni karakterler ve yeni liderlerle tanışıyoruz.

Kitaba gerçekten bayıldım, umarım devamı da aynı şekilde gelir. Gerçekten zamansız bu seriden kendimi bu kadar yıl mahrum bıraktığım için de üzüldüm. Demek ki bilim-kurgunun klasiklerine yazıldıkları dönemden bağımsız, ön-yargısız yaklaşmak gerekiyor.

19 Nisan 2020 Pazar

Alper Canıgüz - Gizliajans


Birkaç okuma şevkimi kıran "ilk kez okuyacağım yazar" denemesinden sonra güvenilir sulara dönmeye karar verdim. Ayrıca evde geçen 1 ayın sonunda, iyice hırpalanan ruh halime de iyi gelecek bir kitaba ihtiyacım var. Bana mı öyle geliyor, tesadüf mü oluyor, yoksa Türk edebiyatı gerçekten fazla mı arabesk, içim bir hayli daraldı. Hep bir facialar, cinayetler, tecavüzler. Daha fazla bunalmadan belki yabancı yazarlara geçmek gerek. 

İlk kez okuduğum yazarlar içinde beni en (hatta belki tek) neşelendiren Alper Canıgüz'ün kitaplarını, yazdığı sırayla okumaya devam ediyorum. Yayınladığı üçüncü kitap olan Gizliajans, sahibi "Şeytan" isimli bir kedi olan bir reklam ajansını anlatıyor. Tek bir müşterisi bulunan, ve her biri nev-i şahsına münhasır çalışanlara sahip olan bu tuhaf ajansta olanlar, kitabı okudukça ne tür fantastik gelişmeler yaşanacağına dair türlü tahminlerde bulunduruyor, ama sonra tahminlerin de ötesinde uçuşa geçiyor. Her kitapta olduğu üzere, Canıgüz'ün mizah dolu dili, kitap ilerledikçe de sınır tanımayan hayal gücünün ürettiği malzemelerle bizi kahkahaya doyuruyor. Başkahraman Musa'nın ilk görüşte aşık olduğu Sanem'e o ilk anda içinden yaptığı tirat muazzam.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri


İlk defa okuduğum Yalçın Tosun'un öyküleri, beni daha fazla öykü kitabı okumaya ikna etti. Dokunma Dersleri'nde gerçekten dokunan öyküler yazmış. Özellikle kitabın ilk yarısındaki öyküleri çok beğendim. Başı, ortası, sonu olan kurgulardan daha çok, belli anlara belli hislere odaklanmış. Çok arı ve zarif bir dille betimliyor o anları. Bir kurgu olmadığından öyküler çok kısa da olsalar yarım kalmış hissi vermiyorlar, kendi içlerinde bir bütünsellikleri bulunuyor.

Bazı filmlerin bazı anları çok özeldir, kısa anlardır ama bizi doğru ruh halinde yakalarlarsa çok şey ifade ederler. Tosun'un öykülerinden böyle bir tat da almıştım. Bazı öykü başlarında Mike Leigh, Robert Altman gibi yönetmenlere yapılmış olan adamalar da bunu pekiştirdi, belki yazar öyküleri için filmlerden de ilham alıyordur.

İşlenen konular çok özgün olmamakla birlikte, özellikle kadın olsun erkek olsun farklı cinsel eğilimlere de yer veriyor olması, öyküleri dokuyuş şekliyle birlikte bir fark ortaya koyuyor. Mutlaka yazarın bir diğer öykü kitabını daha okumayı arzu ediyorum.

12 Nisan 2020 Pazar

Alper Canıgüz - Oğullar ve Rencide Ruhlar


Her güne yeni bir yazar düsturumla, güne Cem Akaş'ın 7'si ile başlamıştım, ama geçen 50 sayfaya rağmen kitap zerre kadar ilgimi çekmeyince, Tatlı Rüyalar'ı okuduğumdan beri diğer kitaplarını çok merak ettiğim Alper Canıgüz'ün bu kitabına kaçtı gönlüm. Bir çırpıda okudum yine mizah dolu kitabını.

5 yaşındaki Alper Kamu'nun bir cinayet gizemini çözmesini anlatıyor. Alper 5 yaşında, ama kah Kafka'nın Milena'ya mektuplarından bashediyor, kah Baudelaire'in şiirlerinden dem vuruyor, "Mezarlarınıza tüküreceğim" diye Boris Vian'a gönderme yapıyor, Shostakovich dinliyor, mahallede bıçkın delikanlıyı oynuyor, rakı sofrasından içki aşırıyor. Sadece büyümüş de küçülmemiş, büyümüş, dolu dolu yaşamış da küçülmüş.

Kitap bana başlarda hemen Astrid Lindgren'in Kalle Blomquist'ini hatırlattı. Nina'nın çocuklara okurken benim de en keyif alarak dinlediğim kitaplarındandır. Kalle de kendi küçük Dünya'sındaki gizemleri çözmeye çalışırken, Lindgen müthiş bir mizahla betimler ufaklığı. Alper Kamu'nun hikayesi de esasında çok sevimli başlamıştı. Verildiği anaokuluna isyanı ve kaçışı çok eğlenceliydi. Ama sonrasında hikaye ilerledikçe yazar Alper, küçük Alper'in 5 yaşında olduğunu giderek unuttu, ve kitap artık 5 yaşında bir çocuğun yaşadıkları olmaktan tamamen çıktı ve biraz sıradan bir polisiye romana büründü.

Akıcı dili sayesinde sonuna kadar beğenerek okudum, ama kitabın başındaki "çocuksu" tarz sonuna kadar tutarlı bir şekilde gelebilseydi, çok daha da leziz olacaktı. Tatlı Rüyalar'ın yarattığı beklentim de tam karşılanamadı, ama mutlaka bir kitabını daha okuyacağım Canıgüz'ün.

Bu arada şimdi fark ettim, bu günceye düştüğüm 502. not olmuş bu yazı, fark etmeden devirmişim 500 yazıyı. 2010'da başlayıp, araya giren 5 yıllık araya rağmen, iyi ki vazgeçemediğim bu günceye, umarım daha yıllar boyu naçizane çizerim yeni anlar...

10 Nisan 2020 Cuma

Seray Şahiner - Antabus


İnsanlar her türlü şiddet/vahşet haberini zamanla (haddinden hızlı) kanıksıyorlar. Çok daha yoğun ve içten şekilde gündemimizde olması gereken kadına şiddet, genelde üçüncü sayfa haberlerine hapsolmuş durumda. Dünya'nın tüm acılarını içimize çekerek var olmak tabii ki mümkün değil, ama kadına şiddet konusunda Dünya lideri bir ülkede yaşamaktan benzersiz bir utanç duymamız gerekir.

Seray Şahiner'in kahramanı Leyla, kadına şiddetin her türlüsünü genç hayatına sığdırmış biri, ve muhtemelen çok istisnai bir karakter de değil. Evlenmeden önce ayrı, evlendikten sonra ayrı şiddet görüyor. Hikayesini onun ağzından dinlerken, her ne kadar mizahi bir dil de kullansa, içimiz parçalanıyor. Antabus, kronik alkol rahatsızlıklarında, alkol bağımlılığını azaltmak için kullanılan bir ilaçmış.

Çok özgün bir konusu olmasa da, hem kullandığı sade ve akıcı dil, hem de trajediyi dozunda komik bir anlatımla harmanlaması, kitabı değerli kıldı. 2015 yılında tek kişilik oyun olarak da uyarlanmış, keşke tekrar oynansa, sahnede izlemeyi de çok arzu ederim.

9 Nisan 2020 Perşembe

Alper Canıgüz - Tatlı Rüyalar


Tatlı Rüyalar'ı okumaya karar vermemde, kapakta belirtilen "Psiko-absürd romantik komedi" ibaresi etkili oldu. Türk edebiyatında daha önce bu tür bir roman okuduğumu hatırlamıyorum. İddiasının hakkını da fazlasıyla verdi, çok eğlenerek okudum. Okuduğum ilk kitabıyla sevdiğim yazarlar listeme hızlıca ekledim Alper Canıgüz'ü.

Kitabı okurken bol bol kıkırdamam evdeki diğer aile bireylerinin de dikkatini çekti, sık sık ne oluyor sorularına muhatap oldum. Cihangir'de yaşayan Hector Berlioz'un, hayatının bir kısmını satışa çıkardığını bildiren birinin ilanına yanıt vermesi, Profesör Fişek'in üniversitede verdiği psikoloji dersleri de kıkırdamanın ötesinde kahkaha atmama vesile oldu.

Sonrasında internetten baktığımda, tahmin ettiğim üzere Canıgüz'ün psikoloji eğitimi aldığını gördüm. Dersler kitaptaki gibi geçtiyse bir hayli eğlenmiş olsalar gerek. Kitapta rüyayla gerçeğin iç içe geçmesi, kendi içinde tutarlı ama hayal gücü geniş bir absürdlüğe izin veriyordu. Adeta bir öykü kitabında gibi anlatılan farklı hikayeler bir bütünün parçaları olarak başarılı şekilde birleştirilmiş.

Yeni gözde yazarlar keşfetmek için okumaya başladığım kitapların daha üçüncüsünde turnayı gözünden vurdum, Canıgüz'ün diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik


İlk kez okuduğum yazarlar kapsamında bu sefer, Mahir Ünsal Eriş'in büyüdüğü yer olan Bandırma ve çevresinde geçen 8 farklı öykü var. Bu kitapla 60. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’nı kazanmış.

Uzun zamandır öykü kitabı okumuyordum, o yüzden çok iyi geldi. Çok özgün ve derin öyküler olduğunu söyleyemem ama rahat okunan sade, süssüz hikayeler. Her öyküyü çok beğendiğimi  de söyleyemem ama mesela "Benim adım Feridun" çok güzeldi. Yoğun aşk acısı çeken bir erkek, hisleriyle baş başa kalmamak için Erdek'te tanımadığı bir çiftin düğününe dalıyor. Biz de çocuklarla yazları bir - iki hafta Erdek'te büyük-babamın yazlığında geçirdiğimizden, akşamları sahilde yürüyüş yaparken, o tasvir edilen düğünleri sık sık görürdük. Eve kapalı olduğumuz şu dönemde, kısa bir süre de olsa sayfiyede hissettirmesi çok iyi geldi.

Kapakta baba-oğul resmini görünce kitabın (beni kitabı okumaya da teşvik eden) baba-oğul ilişkisi üzerine öykülerden oluştuğunu düşünmüştüm. Öyle değilmiş ama son öykü "Stoper" bu durumu telafi etti.

7 Nisan 2020 Salı

Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Salgın öncesi, daha dar zamanlarda yaşarken, kitap tercihlerimi hep emin sulardan yana kullanıyordum. Beğeneceğimi bildiğim, zaman kaybına dönüşmeyecek yazarları tercih ediyordum. Bu sebeple gözüme kestirdiğim, henüz okumadığım ama isimlerini sık sık duyduğum yazarların kitaplarını okumayı öteliyordum. Şimdi zaman biraz genleşince, listemden ilk defa okuyacağım yazarlara uzanmaya karar verdim.

Bu yazarlardan ilki Barış Bıçakçı, kitabın varlığını uyarlandığı filmiyle ve tabii dikkatimi çeken ismiyle duymuş, önce kitabını okurum diye düşünmüştüm. Hem akıcı dili, hem de ince oluşu itibariyle bir çırpıda okudum. Edebiyatta, (ve tabii sinemada), çok sık işlenmiş bir aşk üçgenini anlatıyordu. Orta yaşlarını süren iki yakın dost Ender ile Çetin birlikte yaşıyorlar ve çok yakın diğer bir arkadaşlarının kız kardeşi Nihal'i, anne babası trafik kazasında öldüğünde yanlarına alıyorlar. Böylece üçgen tamamlanıyor. 

Kitabı benim gözümde farklı kılan, odak noktasında Nihal'e duyulan ortak sevginin değil, iki kafadarın arasındaki dostluğun olmasıydı. Tüm kitap Ender'in Çetin'e yazdığı mektup/güncelerden oluşuyor. Tüm satırlarından, ona olan sevgisi ve dostluklarının değeri akıyor. Yakın çocukluk/okul arkadaşıyken, sonrasında uzun yıllar ayrı kalsalar da neden hiç kopamadıklarına, dostluklarının nasıl derinleştiğine dair birkaç anekdottan fazla bir ipucu bulamıyoruz, bence yazar bu kısmı biraz daha beslemeyi tercih etseymiş, daha da güzel olurmuş.


Seyfi Teoman yönetmenliğinde, senaryosunu yönetmenin Barış Bıçakçı'yla birlikte yazdığı filmi kitabı bitirdiğim dünün akşamı izledim. Hemen hiçbir filmin, uyarlandıkları kitabın hakkını veremediğini biliyorum ama yazar da senaryoya dahil olduğundan biraz ümidim vardı. Bir de film Berlin'de Altın Ayı için yarışmıştı, ne kadar kötü olabilirdi. Ama büyük hayal kırıklığına uğradım. Tabii kitabı okurken kafamda canlanan karakterleri, bin kişi okusa bin farklı türde hayal edeceğinden, filmde aramak, esere haksızlık olacaktı. Ama Ender ile Çetin arasındaki dostluk bu kadar mı ruhsuz, isteksiz tasvir edilebilirdi. Buna bir de Nihal için çok ama çok yanlış bir tercih yapılması da eklenince zor getirdim sonunu. Nihal'in 18 yaşında toy bir genç kız olması gerekirken neredeyse "eblek" tasvir edilmişti.

Filmle ilgili sadece hayal kırıklığına uğramadım, büyük de pişmanlık duydum. Zira gözümde kitabın değerinden de eksiltti. Evet belki çok edebi bir metin değildi, kurguda aşırı kolaycılığa kaçıyordu, ama dostluğun işleniş şekli değerli gibiydi. Şimdi kitabı düşününce aklıma filmdeki "silik" Ender - Çetin ikilisi geliyor. Bu da böyle bir tecrübe oldu, çıkarılacak ders; bir kitabı okur okumaz (belki de hiç) filmini izlemeye kalkışmamak gerekiyor.

Kitaba dair aklımda kalan bir cümleyi de buraya not düşmek istiyorum. Ender büyük cümleler kurmakla ilgili sözler söylerken, şu satırı düşüyor mektubuna “Özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum.”

3 Nisan 2020 Cuma

Haruki Murakami - Zemberekkuşu'nun Güncesi


Murakami'nin radarıma girmesi "Norwegian Wood" (2010) filmiyle oldu. Onun romanından uyarlanan film, müzikleriyle, sıra dışı ruh haliyle dikkatimi çekti. Sonrasında ne kadar popüler bir yazar olduğunu fark ettim. Özellikle tatillerde (algıda seçiciliğin de etkisiyle) herkesin elinde görüyordum. Çok popüler yazarlardan uzak durma refleksim, bir gün The New Yorker'da kısa bir hikayesine rastlamamla kayboldu. Evimize yakın belediye kütüphanesine bir sonraki gidişimde, uzakdoğu romanları kısmında 1Q84'ü görünce, çağrıştırdığı tarih itibariyle ilk tercihim oldu ve Murakami Dünya'sına adım attım. Hem boyut olarak devasal, hem de o boyuta rağmen binin üzerinde sayfası olması beni korkutmamıştı, tersine sert kapaklı ve kaliteli beyaz kağıda basılmış olması çok hoşuma gitmişti. İlk sayfadan itibaren beni içine çeken roman sakin, olayları genelde akışına bırakan, edilgen kahramanları, doğaüstü ögeleri, araya kattığı gerilim ögeleriyle büyülü bir Dünya sunuyordu. Kitabın çevirmeni Hüseyin Can Erkin'e de şapka çıkarmak gerekir, müthiş akıcı bir dili vardı kitabın, elimden bırakamadım.

Bir yazarı beğenince bulabildiğim tüm kitaplarını okumak gibi bir huyum var. Aynen iyi bir dizi bulunca, en azından tüm bölümler bitene kadar rahatlamak gibi, hayal kırıklığına uğrama ihtimali düşük, hele de Murakami gibi imzası çok belli bir yazar söz konusuysa. Böylece kütüphaneye her gittiğimde ilk uğradığım raf Murakami'ninki oldu. Kütüphanede fazla kitabı yoktu, ama arada yeni kitaplar ekleniyordu. İkinci okuduğum kitabı "Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları" en beğendiğim kitabı oldu, belki ince bir kitap olması da etkili olmuş olabilir, meramını anlatmak için lafı hiç uzatmadı, yan hikayelere uzun uzun dalmadı. En popüler kitabı "Sahilde Kafka"'yı ise elime haddinden fazla bir beklentiyle almış olsam gerek, diğer kitapları kadar bayılamadım. 

"Yaban Koyununun İzinde"'yi okumaya başladığımda ise bir türlü kitap akmıyordu, dili dimağımı fazlasıyla tırmalıyordu. Bir ara kapağa yazarın ismine bakma ihtiyacı dahi duydum, acaba başka bir Murakami daha mı vardı. Gerçi çok ünlü bir yazar Murakami daha varmış, ama kapakta ön isim Haruki yazıyordu. Sonunda fark ettim ki, çevirmen farklıydı. Faturayı çevirmene çıkardım ama yine de aksaya topallaya kitabı bitirdim.

Kütüphanedeki romanları bitince, öykü kitabı "Kadınsız Erkekler"'i ve kendi hakkında yazığı "Koşmasaydım Yazamazdım"'ı çok keyifle okudum. Sonrasında bir süre yeni kitap eklenmedi ilgili rafa. O arada Murakami özlemini bir hikayesinden uyarlanan müthiş "Burning" filmiyle giderdim. Salgın öncesi kütüphaneye son gittiğimde rafta "Zemberekkuşu"nun Güncesi" vardı. Kütüphanede kitap aramanın bu kısmı çok keyifli, insan hazine bulmuş gibi oluyor.

"Zemberekkuşu'nun Güncesi"'ni çok beğendim, bana çok sık "1Q84"'ü hatırlattı. Baş ve yan karakterler zaten bütün kitaplarda hep birbirlerine benziyorlar. Yer yer bir öykü kitabı gibiydi, yan karakterlerin hikayelerine uzunca ve detaylı yer verdi. Çevirmeni "Yaban Koyununun İzinde" ile aynı olmakla beraber dil daha akıcıydı. Önce kedisi (kediler kitapların vazgeçilmezi, bir de müzik) sonra karısı ortadan kaybolan Bay Okada, kendini her anlamda bir çukurda bulur, ve hayatına tekrar bir yön verebilmek adına meşakkatli bir arayışa girişir.

Salgın uzarsa diğer kitaplarıyla da buluşabilme dileğiyle.