8 Mart 2021 Pazartesi

Sokrates'in Savunması - Platon

İlkçağ Felsefe Tarihinin Sokrates ve Platon'a yer veren ikinci cildine geçmeden, önce birkaç metin okumaya karar verdim. İlk olarak Sokrates'in Savunması'ndan başladım. Atina'nın gençlerini dinden/baştan çıkardığı iddiasıyla Sokrates, Atina halk jürisi tarafından yargılanır ve orada meşhur savunmasını verir.

Sokrates arkasında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun görüşlerini, düşüncelerini öğrencilerinin notlarından öğreniriz. Savunmasını da en meşhur öğrencisi Platon kaleme almıştır. Sokrates hayatı boyunca öğretilerini, yetersiz bulduğu yazı yerine sözle yaymıştır. Onun için önemli olan sahip olduğu bilgileri tek yönlü bir şekilde aktarmak değil, sorular sorarak karşısındakini düşünmeye yönlendirmek, sahip olduğu zincirlerden/dogmalardan kurtararak gerçek bilginin yolunu göstermektir. Sokrates, 2500 yıl sonra bugünkü eğitim sistemimizi görse, ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğrardı.

Maalesef paketlenmiş bilgileri hap şeklinde sunduğumuz, hiçbir sorgulama, çözümleme, bilgileri sentezleme, yeni bilgiler üretme, mantık yürütme gibi yöntemler hakkında en ufak bir deneyim dahi yaşatmayan bir eğitim sistemine sahibiz. Çocukların kısa dönem hafızalarına yoğun bir yükleme yapıyoruz ama işletim sistemlerine sıfır yatırım yaptığımızdan dolayı, o ram'a (bilgisayarda kısa hafıza) yüklenmiş bilgiler, her yeniden başlat tuşuna bastığımızda sıfırlanıyor. İlk, orta ve lisedeki çarpık öğrenme sistemi, üniversitelerde de bilgi talep etmeye, bilgi üretmeye dönüşmüyor, yöntem bilmeyen öğrenciler ne yapsın, talebe (talep eden) olamıyorlar.

Hele şu sıralar çok güncel olan, ama kimsenin de pek umurunda olmadığı üzere, üniversiteler tamamen bir siyasi görüşün hegemonyasına girince, geleceğe dair bir umut kırıntısı dahi kalmıyor. Gençlerin önündeki tek çözüm; imkanları var ise veya kendi imkanlarını yaratabilecek bir iradeye sahip iseler, yurt dışına gitmek oluyor. Kendi çocuklarıma dönüp baktığımda mevcut eğitim sisteminde ne kadar köreldiklerini çok üzülerek görüyorum. Üniversiteyi yurtdışında okuyabilmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama belki bir daha buraya dönmek istemeyecekler, belki orada aşık olacaklar, ret edemeyecekleri iş teklifleri alacaklar, veya kendilerine çizecekleri akademi sanat gibi alanlarda buraya zaten dönme seçenekleri olmayacak.

Ben de ilk üniversiteye ülkemizde girdiğimde tam bir şok geçirmiştim, Alman Lisesi'nden sonra tam bir kültür şoku olmuş ve iki üç hafta içinde tereddütsüz bir şekilde, imkanlarım hiç elvermediği halde Almanya'ya gitmem gerektiğine karar vermiştim. Çok şükür üniversite ücretsizdi, yaşamak için de hem ailem büyük fedakarlık yapmak zorunda kaldı, hem de ben bütün üniversite hayatım boyunca çalıştım. Geceleri kar kürekledim, gündüzleri gazete dağıttım, kütüphanedeki kitapların dijitale geçirilmesinde ve farklı firmalarda IT departmanlarında çalıştım. Gözüm hep iş ilanlarında oldu, ne iş olsa yaparım düsturuyla Ornella Mutti'nin bir filminde "Kreuzberg'te arka planda yürüyen Türk" rolünde figüranlık yapmışlığım dahi vardır. Üniversite hayatım boyunca, firmalarla işbirliği içinde gerçekleşen çalıştaylarda ve yaptığım stajlarda iş teklifleri aldım, kabul etseydim iç huzurumu bilemem ama şu an yaşadığım maddi koşullarla kıyaslanamayacak derecede daha iyi imkanlara sahip olabilirdim. Eğer Berlin'de bir Türk olarak yaşamanın bedeli ve benliğimde açtığı yaralar olmasaydı veya hayatımın aşkı Nina benimle Türkiye'ye dönmeyi kabul etmeseydi, belki de hiç dönmeyecektim.

Bu topraklarda şu an yaşanan beyin göçü akıl alır gibi değil, benim yakın arkadaşlarımdan Türkiye'de neredeyse kimse kalmadı. Tamamı artık yurtdışında yaşıyorlar. Bu günlerde üniversite özelinde vücuda gelmekte olan inatlaşmanın, uzun vadede bu ülkeye vereceği zararı iktidardakilerin umursamamasına şaşırmıyorum, çünkü onlar zaten onlardan olmayanların ülkeyi terk etmelerini, geldikleri noktada arzu ediyorlar. Bu tuzağa düşmemek, mücadele etmek lazım diyeceğim ama ne pahasına? Herkes bu Dünya'ya bir kez geliyor ve mücadele edenlerin başlarına gelenler malum, en basitinden bir barış çağrısının altına sadece bir imza atan sayısız akademisyen işsiz kaldı ve büyük kısmı da (pasaportlarını kaptırmayanlar) yurt dışına gitti. Yurtdışından ülkemize özlemle bakan, aralık bir kapı gözetleyenler de o hasreti sessizce yüreklerine gömdüler, artık nasıl dönebiliriz diye bile bakmıyorlar.

Sokrates diye girip yine bir denemeye çeviriverdim bu yazıyı ama Sokrates'in yargılanması ve savunmasının gözler önüne serdikleri, beni aşırı derecede üzecek şekilde hala çok güncel, tarih maalesef tekerrürden ibaret, ve biz de çarkta dönen fare misale boşa koşturup duruyoruz. En son Sokrates'in gençleri sorarak düşünmeye sevk etmesi diyordum. Sokrates sadece gençlere soru yöneltmiyor, çok bildiğini düşünen dönemin önde gelen şahsiyetlerine de sorular yöneltiyor. Ustalaştığı metoduyla her önüne çıkanı, aslında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Anlaşılan o ki, hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişi Sokrates'in kendisiymiş. Hele bir de bu "kral çıplak" tespitlerini halkın gözü önünde, açık alanlarda, meydanlarda, pazar yerlerinde yapıyor. Dolayısıyla çok "güçlü" kişilerin ayağına basıyor ve tehlikeli düşmanlar kazanıyor.

Savunmasında kendisine yöneltilen suçlamalara, başta da gençleri dinden çıkaran bir tanrıtanımaz olduğuna yönelik suçlamalara cevap veriyor. Ama tabii kastedilen muhtemelen dinin kendisini tanımamaktan çok, gençlere vermekte olduğu sorgulama yetisinin, tüm dogmatik düşünceleri yıkacak bir potansiyeli barındırıyor olması, ama bu dillendirilmiyor. Çok tanıdık geliyor, değil mi? Sokrates'i ölüme götüren bu süreçte, kendisinin de kendi kaderine dair katkılarını not düşmekte fayda var. Halk jürisine hitap ederken, "sizlere yaranmaya hiç çalışmayacağım" diyor. "Bana acımanız için buraya ailemi getirmeyeceğim, sizlere onların gözyaşlarını göstermeyeceğim. Benden duymak istediğiniz hiçbir şeyi söylemeyeceğim, af dilemeyeceğim, ben yanlış bir şey yapmadım" buyuruyor. 

Halk jürisine tuttuğu aynanın ters tepeceğini bilmesine rağmen, en ufak bir geri adım atmıyor ve dik duruyor, sözünü esirgemiyor. 500 kişilik jürinin yarısı lehine, diğer yarısı aleyhine karar verirken, sadece 30 civarında bir oy farkıyla suçlu ilan ediliyor. Atinalıların yargı sisteminde suçluluğa karar verilince, uygun bir ceza belirlenerek tekrar oya sunuluyor. Önce hüküm giyene soruluyor, kendine nasıl bir cezayı uygun görürsün diye. Sokrates belki de makul bir para cezası ödemeyi kabul etse ki, tüm dostları önermesi için yalvarıyor ve cezayı bizzat karşılayacaklarını da söylüyorlar, hayatına devam edebilecek. Sokrates ne yapıyor? Hayır diyor, ben bir suç işlemedim, cezayı kabul etmek suçu kabul etmektir. Kendisine ceza yerine, halkı aydınlatmak için verdiği emeğe karşılık sürekli yemek verilmesini öneriyor. Onun bu onurlu duruşu jüriyi etkilemek bir yana da daha da çok sinirlendiriyor ki, ölüm cezasını oyladıklarında çok daha büyük bir oy farkıyla ölüme mahkum ediliyor. Mahkumiyeti sonrasında kendisine teklif edilen tüm kaçma tekliflerini de reddederek, idam zehrini kendi elleriyle içiyor. Herhalde tarih boyunca "doğal seçilim" ile bu karakterdeki prensip sahibi insanlar elene elene, insanoğlu bugünkü çürümüş noktasına evirilebildi.

Erken Cumhuriyet dönemimizin çok değerli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bu ve sayısız diğer edebi ve felsefi eseri dilimize kazandırılmasını sağlamış, hala o çevirileri okumaya da devam ediyoruz. Bu topraklardaki aydınlanmayı tetikleyebilecek bu eserleri tüm halkımıza yayabilmek için de Köy Enstitüleri'ni açmış, ama Anadolu'nun dört bir yanına ekilen o tohumların ne şekilde sarartıldıklarını çok iyi biliyoruz. Düşünebiliyor musunuz, bıraksalardı, çiçeklenebilselerdi o tohumlar, gençlerimiz, köylülerimiz Sokrates'in Savunmasını ve nicelerini okuyabilselerdi, bugün kara cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyor olur muyduk?

Evet tarih boyunca gerçek bilgelik hep yargılanmış, cezalandırılmış ve son sürat de yargılanmaya, ezilmeye, yok edilmeye devam ediyor...


Hiç yorum yok: