6 Mart 2021 Cumartesi

İlkçağ Felsefe Tarihi - Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi

Felsefe Tarihi okumaya ilkçağdan başlamaya karar verince, hemen yerli kaynak araştırmaya başladım. Bir tercüme faciasıyla karşılaşmamak ve okuduğumu anlayamadığımda bunun benden kaynaklanıp, tercümeden kaynaklanmadığından emin olmak için en doğru adım bu olacaktı. İlkçağ felsefe tarihi deyince izlediğim vlog ve dinlediğim podacast'lerde sık sık referans verilen kaynaklardan biri Ahmet Arslan'ın 5 ciltlik kitabı oldu. Paralel okuma yapabilmek için seçtiğim ikinci kaynak ise Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi oldu. Cevizci'nin oldukça kalın kitabı, ilkçağdan başlayarak felsefe tarihinin izini 20. yüzyıl Baudrillard'a kadar sürüyor. Böylece her döneme dair okuma yaparken başvurabileceğim ikinci bir kaynağım olacak.

Bu süreçte öğrendiğim bilgilerin neredeyse tamamı benim için o kadar yeni ve ilham verici ki (neredeyse her yeni bilgide internete dalma ihtiyacı duyuyorum), bunları kısa sürede unutacağım düşüncesi beni çok üzüyor. Çünkü gerçekten de, topladığım bilgileri kısa hafızamdan uzun hafızama geçirmekte büyük zorluklar yaşıyorum. Bilgileri hafızada daha kalıcı yapabilmenin en verimli yolu (her ne kadar yazmayı gerçekten hiç sevmesem de) notlar, özetler çıkarmak olsa gerek. En azından denemeliyim.

Antik Yunan filozofları deyince aklıma hemen Sokrates, Platon ve Aristoteles gelirdi, ancak meğer onlardan önce gelen ve Sokrates öncesi olarak nitelenen filozoflar grubu, Antik Yunan felsefesinin temelini atmışlar. Ahmet Arslan, kitabının ilk cildinde bu filozoflara yer veriyor. Felsefe Tarihi'nin başlangıcını da İÖ. 6 yüzyıl olarak Thales'le başlatıyor. Felsefenin neden Antik Yunan'da başladığına dair argümanları okurken açıkçası pek ikna olmadım. Felsefe olarak kabul edilmeyen Çin ve Hint düşünce sistemleri, neden felsefenin en önemli sorularından biri olan "insan nasıl daha iyi yaşar"'a yanıt veremesin ki? Bir başka görüş alabilmek için, Ahmet Cevizci'nin kitabına geçtiğimde Thales'le aynı dönemde yaşamış olan Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Zerdüşt'ün ve Lao Tzu'nun pek tabii ilk filozoflar olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Bu düşünce akımlarının çıkış noktalarını (şimdilik) üstünkörü araştırdığımda, bir din olarak ortaya çıkmadıklarını, insanların, toplumun daha iyi yaşam koşullarına ulaşması için öneriler getirdiklerini gördüm.

Tüm felsefe tarihinin Antik Yunan'la başlatılması, tarihi güçlülerin yazmasının, dolayısıyla da kendini oldum olası medeniyetin beşiği olarak gören batı Dünya'sının bir kabullenmesi olduğunu düşündüm. Antik Yunan felsefesinin öncülü olan Yunan mitolojisinin, teolojisinin (din anlayışı) ve kozmonolojisinin (evrenin nasıl yaratıldığı) de ne kadar yoğun şekilde kendisinden önceki kültürlerden beslendiğini okuyunca bu kanım güçlendi. 

Yunan mitolojisinin ozanları Homeros ve Hesiodos'tan tam 1000 yıl önce yazılmış olan Sümerlerin Gılgamış Destanı mesela çok önemli bir ilham kaynağı olmuş. Gılgamış Destanı'nı incelerken öğrendim ki, destanda anlatılan tufan hikayesi Semavi dinlerdeki Nuh Tufan'ıyla neredeyse birebir aynı. Yani etkileri binlerce yıl devam etmiş, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar nüfuz etmiş. Aynı şekilde Antik Yunan filozofları astronomi, matematik, geometri gibi alanlardaki bilgilerini büyük ölçüde Mezopotamya, Pers,  Mısır gibi antik çağın ileri medeniyetlerinden alıyorlar. Mesela ilk filozof olarak nitelenen Thales bizzat Mısır'a giderek geometriyi öğreniyor, ve bugün hala Thales teoremi olarak okuduğumuz bilgiler, köklerini Antik Mısır'dan alıyorlar. Sonra deniyor ki, Mısırlılar geometriyi bir bilim olarak ele almadılar, sadece her yıl taşan Nil nehrinin değiştirdiği coğrafyada ihtiyaçları olan hesaplamalar için kullandılar. Ancak dikkate alınmalı ki, o dönemde bilim ve felsefe ayrımı yapılmıyordu, bilginin her türü felsefe sınıflaması altındaydı.

Ancak Yunan filozofların haklarını da teslim etmek gerekiyor. Topladıkları tüm bilgileri bir sistem içine yerleştirmeye çalışmaları itibariyle, bugünkü bilim anlayışımızın temellerini atmışlar. Çevrelerini, doğayı çok detaylıca incelemişler. Evrenin, maddenin, hayatın temel yapı taşlarını keşfetmeye çalışmışlar. Bu anlamda gerçekten de sadece pratik bir amaç için değil de, kendilerine sordukları felsefi soruları yanıtlayabilecek ve meraklarını tatmin edecek şekilde bilgi üretmişler. Bu noktada bir parantez daha açmakta fayda var. Aynı dönemde, muhtemelen daha ileri bir "bilimsel altyapı"'ya sahipken, neden diğer kültürlerden benzer bir Dünya'yı kavrama çabası ortaya çıkmıyor. Bu noktada sayılabilecek çok sayıda argüman bulunuyor. Evreni kavramaya çalışırken, içlerinde bulundukları kültürü, evrenin nasıl var olduğunu ve din anlayışını da sorgulamak gerekiyor. Güçlü bir rahip sınıfının hükmünde olan dogmatik bir din anlayışının, kendi iktidarını sarsacak bir görüşe/sorgulaya izin vermeyeceği çok açıktır. Diğer toplumların aksine Yunanlılarda bu şekilde bir rahip sınıfı bulunmuyor. Aristokratlar, gayet antromorf (insan şekilli) mitolojik bir din anlayışını devam ettirirken, halkın daha alt kesimlerinde eski Pagan inançlar hüküm sürüyor. Zeus'un baş tanrı olduğu din anlayışında tanrılar açıkça eleştirilebiliyor, çocukça kavgalarıyla dalga geçebiliyor, hatta mitolojisinde insanlar tanrılara meydan dahi okuyabiliyorlar.

Toplumların yönetim şekli de önemli bir rol oynuyor. Mutlak hükümdarlar, hayatı ve yaşama şekillerini sorgulayan düşünürleri ve düşünceleri baskılarken, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan'da bu konuda son derece özgür bir ortam var. Coğrafi olarak dağlarla çevrili olan Antik Yunan şehir yönetimleri (merkezi bir yönetim bulunmuyor) korunaklı olmaları ve o dönem için önemli olan geniş tarım alanlarına sahip olmamaları itibariyle de komşu hükümdarlar tarafından işgale uğramıyorlar. Tarım alanlarına sahip olmamaları onları deniz ticaretine yönlendiriyor ve kısa sürede zenginleşiyorlar. Zenginleşen toplumda, tüm gün çalışmak zorunda kalmayan ve düşünmeye meyleden insanlar, düşünmeye vakit bulmaya başlıyorlar.

Thales'le başlayan Antik Yunan felsefi düşünce sistemi bir nevi ilerlemeci bir anlayışla sürüyor. Fenikelilerden öğrendikleri yazı sayesinde öğretileri kuşaklardan kuşaklara geçiyor, ve diyalektik bir düşünme şekliyle yeni sentezler ortaya çıkmaya devam ediyor. Bir parantez de buraya; felsefe tarih boyunca tabii ki bilimde olduğu şekilde ilerlemeci sürmüyor. Zaten soyut bir düşünce sistemi olarak düşünülürse, mutlak bir hakikat olmaması ve o mutlak hakikatlerin peşinden giderken son derece öznel yorumlara açık olması itibariyle bu durum çok doğal. Hele ortaçağda dinlerin son derece dogmatik baskısıyla öyle bir duraklama ve gerileme dönemine giriyor ki, bir Aristoteles seviyesine geri gelebilmesi iki bin yıl alıyor.

Thales'le birlikte İyonya Okulu, Batı Anadolu'daki Milet'te başlıyor. Anılan 3 önemli filozoftan diğer ikisi Anaksimandros ve Anaksimenes. Doğayı incelediklerinde evrenin yapı taşının ne olduğu sorusuna 3 farklı cevap veriyorlar. Thales cismin 3 şekline de (katı, sıvı, gaz) rahatça dönüşebilen suyun temel yapıtaşı olduğunu, doğada gözlemlenebilen her nesnenin sudan oluştuğunu söylüyor.  

Anaksimandros hocasına katılmıyor, suyu hem nitelik hem de nicelik olarak evreni açıklama noktasında yetersiz buluyor. Temel yapı taşının çok farklı maddeleri açıklayabilmesi için niteliksiz ve miktar olarak sınırsız olması gerektiğini düşündüğü için evrende soyut bir temel yapıtaşı olması gerektiğini öne sürüyor ve buna apeiron ismini veriyor.

Anaksimenes ise Thales'in görüşüne geri dönerek, evrenin temel yapı taşını yine somut bir madde olarak havayla açıklar. Ona göre hava sıklaşarak veya seyrelerek diğer tüm maddelere dönüşebilmektedir. Ayrıca canlılara canını veren nefes de yine havadır.

İyonya Okulu'na paralel oluşan diğer önemli bir ekol ise Güney İtalya'da ortaya çıkan Pisagor Okulu'dur. Pisagor Okulu'nun en önemli farkı, onların salt anlamak ve bilmek için değil, daha arı bir yaşama şekline kavuşmak ve evren ruhuyla birleşmek için saf bilginin peşinden gitmeleridir. Tabii bu durum onların hızla bir tarikata dönüşmelerine yol açar. Ruh ve beden ayrımına, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Evreni İyonya Okulu'nda olduğu gibi maddeyle değil, formla açıklamaya çalışırlar. Formları meydana getiren matematiksel sayılardır. Bu sayılar noktalarla ifade edilir, ve o noktalar da bir araya gelerek formları oluştururlar. Bütün cisimleri, canlıları sayılarla ifade ederler. Aynı zamanda müzik teorisinin temeli harmoniyi de matematiksel olarak ilk modelleyen onlar olmuşlardır.

Felsefenin benim için anlaşılması en zor ve yorucu alanı olan varlık felsefesinin temel tartışma noktasını anlayabildiğim kadarıyla Elea Okulu'ndaki Herakleitos ve Parmenides ortaya atıyorlar. Evrendeki değişim olgusunu tartışıyorlar. Herakleitos varlığın değişmez bir yapı olarak ele alınamayacağını, tam tersine sürekli değişim, dönüşüm içerisinde olacağını ileri sürüyor. Örnek olarak meşhur aynı nehre iki kez girilemeyeceğini söylüyor, zira nehir akarken sürekli değişmektedir. Ona göre varlık yoktur, oluş vardır. Parmenides ise bunun tam tersini iddia ederek, beynimizi yakacak şekilde "Varlık vardır, var olmayan var değildir" diyecektir. Onun öğrencisi Elea'lı Zenon da onun teorisini savunmak için meşhur paradokslarını öne sürmüştür. Sonuç olarak Herakleitos ve Parmenides'in Oluş-Varoluş çatışması kendilerinden sonra gelecek olan filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.

Evrenin yapı taşını tek bir maddeyle açıklamaya çalışan tekil filozoflardan sonra Empedokles, Anaksagoras ve Demokritos gibi çoğulcu filozoflar ortaya çıkmıştır. Empedokles evrenin değişmez maddelerini toprak, hava, su ve ateş olarak açıklar. Tüm varlıkların sadece bu dört maddeyle açılanamayacağını düşünen Anaksagoras ise, evrende her maddenin kendi temel yapıtaşının bulunduğunu, dolayısıyla sınırsız sayıda töz olması gerektiğini ileri sürer. Demokritos ise doğada var olan tüm nesnelerin atom (bölünemeyen demektir) diye tabir ettiği küçük ve bölünemez bir parçacıktan meydana geldiğini söyler.

Çok kabaca Antik Felsefe Tarihi'nin Sokrates öncesi filozoflara dair ilk cildinden aklımda kalanlar bunlar. Felsefe Tarihi'nde okumalara devam ettikçe, muhtemelen bu kaynaklara tekrar tekrar dönmem gerekecek, belki de pek çok bilgiye, özellikle de oluş-varoluş sorunsalına başka pencerelerden bakma imkanım olacak. İkinci cilt olan Sofistler, Sokrates ve Platon'a çoktan daldım bile, bitirince ona dair de bir özet çıkarabilmeyi umuyorum.


Hiç yorum yok: