Felsefe Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2021 Cumartesi

Phaidon - Platon

 


Sokrates'in Savunması'nda Platon'un kaleminden Sokrates'in kendini savunduğu monoloğunu okuduktan sonra, genelde yine Sokrates'in başrolde olduğu Platon diyaloglarına Phaidon ile geçiş yaptım. Bu dialoglarda ileri sürülen görüşlerin ne kadarının Sokrates'e, ne kadarının Platon'a ait olduğu bilinemiyor, ama büyük bir ihtimalle ikisinin bir karışımıdır, nihayetinde Platon Sokrates'in en gözde öğrencisi. Ciddi görüş ayrılıkları olsaydı, herhalde Platon tüm görüşlerini diyalog formatında sunarken hocasına bu kadar büyük bir başrol vermezdi.

Diyaloglardan ilk olarak Phaidon'u tercih etmem ne kadar doğru bir tercihti bilemiyorum, ama Sokrates'in idam edilmeden, daha doğrusu kendi eliyle baldıran zehrini içmeden önceki son gününü aktardığından, hemen savunmasının akabinde okumak doğru olur gibi geldi. Diyalog Sokrates'in hapis olduğu mekanda dostlarıyla son saatlerini geçirmesini aktarıyor. Tüm dostları son derece üzgün ve göz yaşlarına hakim olamazken, ortamdaki tek neşeli şahıs Sokrates'tir. Hayatı boyunca doğru bildiği yoldan hiç sapmamış olmanın verdiği vicdani rahatlığa sahiptir. Daha da önemlisi ölümden korkmamaktadır. Ruh ve beden ayrılığına inanmaktadır. Sadece bedeni ölecek, ruhu ise hapis olduğu kusurlu bedenden kurtulacaktır. Böylesi bir özgürlüğe kavuşacak olmaya nasıl sevinmem diye sormaktadır.

Sokrates gerçekte ne kadar bu görüşteydi bilemiyorum, ama bütün hayatını hiç bir şeyi bilmenin mümkün olamayacağını düşünerek geçiren, hatta bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu söyleyen bir düşünürün, bu kadar kesinliğinden emin görüşlerle ölüme gidiyor oluşu bana pek inandırıcı gelmedi. Belki kendi de bu kadar emin değildi ama dostlarını teselli etmek için kendinden emin görünüyordu. Platon dışında Sokrates'in görüşlerini başka dostları da yazmış, belki onlar teyit ediyordur, bilemiyorum. Sokrates hakkında bende oluşmuş olan, her şeyi son ana kadar sorguladığına dair yargı, bu görüşlerin daha çok Platon'a mal edilebileceğine işaret ediyor. İdealizmin piri Platon'un sürekli referans verilen idealar Dünya'sı, yani kısıtlı algılarımızla elde ettiğimiz, maddeye dair her türlü bilginin gerçek olmadığı, metafizik bir idealar evreninin kusurlu kopyaları olduğu görüşü, esas olanın ruh olduğu görüşüyle örtüşüyor.

Sokrates'in dostu Phaidon ile başlayan diyaloğunda Ruh ve ölümle ilgili görüşler ele alınıyor, sonrasında diğer dostlarıyla da farklı konular hakkında konuşuyor. Benim okumaya başlamadan önce hayal ettiğim şekilde, daha çok Sokrates'in sorular sorması, ve dostlarının o sorular üzerinde düşünerek yeni görüşlere kavuşmalarını sağlaması şeklinde ilerlemiyor bu sohbetler. Daha çok Sokrates neredeyse monologlar şeklinde bir nutuk çekiyor  ve arada "öyle değil midir" şeklinde sorular soruyor. Dostları istisnasız şekilde, hiç itiraz getirmeden onu onaylıyorlar. Şu ana kadar Sokrates hakkında okuduklarım, onun yönteminin farklı olduğunu düşündürttü bana. Çokbilmiş şekilde nutuklar vermek yerine, karşısındakine tüm bildiklerini sorgulatacak biri olarak tahayyül ediyorum onu. Buradan yapabildiğim çıkarım, Platon'un bu diyalogları kullanma şeklinin, daha çok kendi görüşlerini iletme tercihi olduğu yönünde.

Phaidon'un bana düşündürdüğü diğer bir konu, henüz hakkında detaylı okumalar yapmadığım Descartes'ın, kartezyen düalizm ile felsefe tarihinde modern çağı başlattığına farklı kaynaklarda pek çok kez denk gelmiş olmamla ilgiliydi. Mesela Felsefenin Kısa Tarihi'ni okurken, Descartes'ın düalizmi (ruh beden ikiliği) kendi yorumuyla beden ve zihnin ayrı ama (beyindeki epifiz bezi sayesinde) etkileşim içinde olduklarını öne sürdüğü şeklinde açıklanıyordu. Sokrates öncesi filozoflarda takip edebildiğim kadarıyla beden ve ruh ayrımı hiç konu edilmemişti, dolayısıyla Antik Yunan'da sanırım ruh-beden ayrımını ilk dile getirenler Sokrates/Platon ikilisi oluyor ve Descartes'a kadar giden düşüncenin temelini atmış oluyorlardı.

Antik felsefe tarihi okumalarına başladığımda, belli başlı eserleri birincil kaynaklardan yani filozofların kendi kalemlerinden okumak gibi bir hedef koymuştum kendime. Ama gerçekten ilerleyebilmek için fazlasıyla sabırsızlanıyorum ve maymun iştahıma hakim olamayarak çağdaş metinlere de arada dalmadan edemiyorum. Bu noktada ağırlıklı olarak ikincil kaynaklarla ilerlemeye ve belki eksik kaldığımı, anlayamadığımı düşündüğüm anlarda birincil kaynaklara geri dönme metodunun benim için daha verimli olabileceğine kanaat getirdim. 

Muhtemelen zaman ilerledikçe, sürekli yöntem değiştirecek ve benim için en verimli, en keyifli olacak yolları tercih ediyor olacağım. Kesin olan, her okuduğum satırda gerçekten inanılmaz ilham alıyor olduğum. Hayatın düzenine kendimi kaptırdığım yıllar boyunca ihmal ettiğim sorular, yepyeni sorularla zenginleşerek beni yeni okumalar, dinlemeler yapmaya sevk ediyor.


8 Mart 2021 Pazartesi

Sokrates'in Savunması - Platon

İlkçağ Felsefe Tarihinin Sokrates ve Platon'a yer veren ikinci cildine geçmeden, önce birkaç metin okumaya karar verdim. İlk olarak Sokrates'in Savunması'ndan başladım. Atina'nın gençlerini dinden/baştan çıkardığı iddiasıyla Sokrates, Atina halk jürisi tarafından yargılanır ve orada meşhur savunmasını verir.

Sokrates arkasında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun görüşlerini, düşüncelerini öğrencilerinin notlarından öğreniriz. Savunmasını da en meşhur öğrencisi Platon kaleme almıştır. Sokrates hayatı boyunca öğretilerini, yetersiz bulduğu yazı yerine sözle yaymıştır. Onun için önemli olan sahip olduğu bilgileri tek yönlü bir şekilde aktarmak değil, sorular sorarak karşısındakini düşünmeye yönlendirmek, sahip olduğu zincirlerden/dogmalardan kurtararak gerçek bilginin yolunu göstermektir. Sokrates, 2500 yıl sonra bugünkü eğitim sistemimizi görse, ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğrardı.

Maalesef paketlenmiş bilgileri hap şeklinde sunduğumuz, hiçbir sorgulama, çözümleme, bilgileri sentezleme, yeni bilgiler üretme, mantık yürütme gibi yöntemler hakkında en ufak bir deneyim dahi yaşatmayan bir eğitim sistemine sahibiz. Çocukların kısa dönem hafızalarına yoğun bir yükleme yapıyoruz ama işletim sistemlerine sıfır yatırım yaptığımızdan dolayı, o ram'a (bilgisayarda kısa hafıza) yüklenmiş bilgiler, her yeniden başlat tuşuna bastığımızda sıfırlanıyor. İlk, orta ve lisedeki çarpık öğrenme sistemi, üniversitelerde de bilgi talep etmeye, bilgi üretmeye dönüşmüyor, yöntem bilmeyen öğrenciler ne yapsın, talebe (talep eden) olamıyorlar.

Hele şu sıralar çok güncel olan, ama kimsenin de pek umurunda olmadığı üzere, üniversiteler tamamen bir siyasi görüşün hegemonyasına girince, geleceğe dair bir umut kırıntısı dahi kalmıyor. Gençlerin önündeki tek çözüm; imkanları var ise veya kendi imkanlarını yaratabilecek bir iradeye sahip iseler, yurt dışına gitmek oluyor. Kendi çocuklarıma dönüp baktığımda mevcut eğitim sisteminde ne kadar köreldiklerini çok üzülerek görüyorum. Üniversiteyi yurtdışında okuyabilmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama belki bir daha buraya dönmek istemeyecekler, belki orada aşık olacaklar, ret edemeyecekleri iş teklifleri alacaklar, veya kendilerine çizecekleri akademi sanat gibi alanlarda buraya zaten dönme seçenekleri olmayacak.

Ben de ilk üniversiteye ülkemizde girdiğimde tam bir şok geçirmiştim, Alman Lisesi'nden sonra tam bir kültür şoku olmuş ve iki üç hafta içinde tereddütsüz bir şekilde, imkanlarım hiç elvermediği halde Almanya'ya gitmem gerektiğine karar vermiştim. Çok şükür üniversite ücretsizdi, yaşamak için de hem ailem büyük fedakarlık yapmak zorunda kaldı, hem de ben bütün üniversite hayatım boyunca çalıştım. Geceleri kar kürekledim, gündüzleri gazete dağıttım, kütüphanedeki kitapların dijitale geçirilmesinde ve farklı firmalarda IT departmanlarında çalıştım. Gözüm hep iş ilanlarında oldu, ne iş olsa yaparım düsturuyla Ornella Mutti'nin bir filminde "Kreuzberg'te arka planda yürüyen Türk" rolünde figüranlık yapmışlığım dahi vardır. Üniversite hayatım boyunca, firmalarla işbirliği içinde gerçekleşen çalıştaylarda ve yaptığım stajlarda iş teklifleri aldım, kabul etseydim iç huzurumu bilemem ama şu an yaşadığım maddi koşullarla kıyaslanamayacak derecede daha iyi imkanlara sahip olabilirdim. Eğer Berlin'de bir Türk olarak yaşamanın bedeli ve benliğimde açtığı yaralar olmasaydı veya hayatımın aşkı Nina benimle Türkiye'ye dönmeyi kabul etmeseydi, belki de hiç dönmeyecektim.

Bu topraklarda şu an yaşanan beyin göçü akıl alır gibi değil, benim yakın arkadaşlarımdan Türkiye'de neredeyse kimse kalmadı. Tamamı artık yurtdışında yaşıyorlar. Bu günlerde üniversite özelinde vücuda gelmekte olan inatlaşmanın, uzun vadede bu ülkeye vereceği zararı iktidardakilerin umursamamasına şaşırmıyorum, çünkü onlar zaten onlardan olmayanların ülkeyi terk etmelerini, geldikleri noktada arzu ediyorlar. Bu tuzağa düşmemek, mücadele etmek lazım diyeceğim ama ne pahasına? Herkes bu Dünya'ya bir kez geliyor ve mücadele edenlerin başlarına gelenler malum, en basitinden bir barış çağrısının altına sadece bir imza atan sayısız akademisyen işsiz kaldı ve büyük kısmı da (pasaportlarını kaptırmayanlar) yurt dışına gitti. Yurtdışından ülkemize özlemle bakan, aralık bir kapı gözetleyenler de o hasreti sessizce yüreklerine gömdüler, artık nasıl dönebiliriz diye bile bakmıyorlar.

Sokrates diye girip yine bir denemeye çeviriverdim bu yazıyı ama Sokrates'in yargılanması ve savunmasının gözler önüne serdikleri, beni aşırı derecede üzecek şekilde hala çok güncel, tarih maalesef tekerrürden ibaret, ve biz de çarkta dönen fare misale boşa koşturup duruyoruz. En son Sokrates'in gençleri sorarak düşünmeye sevk etmesi diyordum. Sokrates sadece gençlere soru yöneltmiyor, çok bildiğini düşünen dönemin önde gelen şahsiyetlerine de sorular yöneltiyor. Ustalaştığı metoduyla her önüne çıkanı, aslında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Anlaşılan o ki, hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişi Sokrates'in kendisiymiş. Hele bir de bu "kral çıplak" tespitlerini halkın gözü önünde, açık alanlarda, meydanlarda, pazar yerlerinde yapıyor. Dolayısıyla çok "güçlü" kişilerin ayağına basıyor ve tehlikeli düşmanlar kazanıyor.

Savunmasında kendisine yöneltilen suçlamalara, başta da gençleri dinden çıkaran bir tanrıtanımaz olduğuna yönelik suçlamalara cevap veriyor. Ama tabii kastedilen muhtemelen dinin kendisini tanımamaktan çok, gençlere vermekte olduğu sorgulama yetisinin, tüm dogmatik düşünceleri yıkacak bir potansiyeli barındırıyor olması, ama bu dillendirilmiyor. Çok tanıdık geliyor, değil mi? Sokrates'i ölüme götüren bu süreçte, kendisinin de kendi kaderine dair katkılarını not düşmekte fayda var. Halk jürisine hitap ederken, "sizlere yaranmaya hiç çalışmayacağım" diyor. "Bana acımanız için buraya ailemi getirmeyeceğim, sizlere onların gözyaşlarını göstermeyeceğim. Benden duymak istediğiniz hiçbir şeyi söylemeyeceğim, af dilemeyeceğim, ben yanlış bir şey yapmadım" buyuruyor. 

Halk jürisine tuttuğu aynanın ters tepeceğini bilmesine rağmen, en ufak bir geri adım atmıyor ve dik duruyor, sözünü esirgemiyor. 500 kişilik jürinin yarısı lehine, diğer yarısı aleyhine karar verirken, sadece 30 civarında bir oy farkıyla suçlu ilan ediliyor. Atinalıların yargı sisteminde suçluluğa karar verilince, uygun bir ceza belirlenerek tekrar oya sunuluyor. Önce hüküm giyene soruluyor, kendine nasıl bir cezayı uygun görürsün diye. Sokrates belki de makul bir para cezası ödemeyi kabul etse ki, tüm dostları önermesi için yalvarıyor ve cezayı bizzat karşılayacaklarını da söylüyorlar, hayatına devam edebilecek. Sokrates ne yapıyor? Hayır diyor, ben bir suç işlemedim, cezayı kabul etmek suçu kabul etmektir. Kendisine ceza yerine, halkı aydınlatmak için verdiği emeğe karşılık sürekli yemek verilmesini öneriyor. Onun bu onurlu duruşu jüriyi etkilemek bir yana da daha da çok sinirlendiriyor ki, ölüm cezasını oyladıklarında çok daha büyük bir oy farkıyla ölüme mahkum ediliyor. Mahkumiyeti sonrasında kendisine teklif edilen tüm kaçma tekliflerini de reddederek, idam zehrini kendi elleriyle içiyor. Herhalde tarih boyunca "doğal seçilim" ile bu karakterdeki prensip sahibi insanlar elene elene, insanoğlu bugünkü çürümüş noktasına evirilebildi.

Erken Cumhuriyet dönemimizin çok değerli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bu ve sayısız diğer edebi ve felsefi eseri dilimize kazandırılmasını sağlamış, hala o çevirileri okumaya da devam ediyoruz. Bu topraklardaki aydınlanmayı tetikleyebilecek bu eserleri tüm halkımıza yayabilmek için de Köy Enstitüleri'ni açmış, ama Anadolu'nun dört bir yanına ekilen o tohumların ne şekilde sarartıldıklarını çok iyi biliyoruz. Düşünebiliyor musunuz, bıraksalardı, çiçeklenebilselerdi o tohumlar, gençlerimiz, köylülerimiz Sokrates'in Savunmasını ve nicelerini okuyabilselerdi, bugün kara cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyor olur muyduk?

Evet tarih boyunca gerçek bilgelik hep yargılanmış, cezalandırılmış ve son sürat de yargılanmaya, ezilmeye, yok edilmeye devam ediyor...


6 Mart 2021 Cumartesi

İlkçağ Felsefe Tarihi - Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi

Felsefe Tarihi okumaya ilkçağdan başlamaya karar verince, hemen yerli kaynak araştırmaya başladım. Bir tercüme faciasıyla karşılaşmamak ve okuduğumu anlayamadığımda bunun benden kaynaklanıp, tercümeden kaynaklanmadığından emin olmak için en doğru adım bu olacaktı. İlkçağ felsefe tarihi deyince izlediğim vlog ve dinlediğim podacast'lerde sık sık referans verilen kaynaklardan biri Ahmet Arslan'ın 5 ciltlik kitabı oldu. Paralel okuma yapabilmek için seçtiğim ikinci kaynak ise Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi oldu. Cevizci'nin oldukça kalın kitabı, ilkçağdan başlayarak felsefe tarihinin izini 20. yüzyıl Baudrillard'a kadar sürüyor. Böylece her döneme dair okuma yaparken başvurabileceğim ikinci bir kaynağım olacak.

Bu süreçte öğrendiğim bilgilerin neredeyse tamamı benim için o kadar yeni ve ilham verici ki (neredeyse her yeni bilgide internete dalma ihtiyacı duyuyorum), bunları kısa sürede unutacağım düşüncesi beni çok üzüyor. Çünkü gerçekten de, topladığım bilgileri kısa hafızamdan uzun hafızama geçirmekte büyük zorluklar yaşıyorum. Bilgileri hafızada daha kalıcı yapabilmenin en verimli yolu (her ne kadar yazmayı gerçekten hiç sevmesem de) notlar, özetler çıkarmak olsa gerek. En azından denemeliyim.

Antik Yunan filozofları deyince aklıma hemen Sokrates, Platon ve Aristoteles gelirdi, ancak meğer onlardan önce gelen ve Sokrates öncesi olarak nitelenen filozoflar grubu, Antik Yunan felsefesinin temelini atmışlar. Ahmet Arslan, kitabının ilk cildinde bu filozoflara yer veriyor. Felsefe Tarihi'nin başlangıcını da İÖ. 6 yüzyıl olarak Thales'le başlatıyor. Felsefenin neden Antik Yunan'da başladığına dair argümanları okurken açıkçası pek ikna olmadım. Felsefe olarak kabul edilmeyen Çin ve Hint düşünce sistemleri, neden felsefenin en önemli sorularından biri olan "insan nasıl daha iyi yaşar"'a yanıt veremesin ki? Bir başka görüş alabilmek için, Ahmet Cevizci'nin kitabına geçtiğimde Thales'le aynı dönemde yaşamış olan Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Zerdüşt'ün ve Lao Tzu'nun pek tabii ilk filozoflar olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Bu düşünce akımlarının çıkış noktalarını (şimdilik) üstünkörü araştırdığımda, bir din olarak ortaya çıkmadıklarını, insanların, toplumun daha iyi yaşam koşullarına ulaşması için öneriler getirdiklerini gördüm.

Tüm felsefe tarihinin Antik Yunan'la başlatılması, tarihi güçlülerin yazmasının, dolayısıyla da kendini oldum olası medeniyetin beşiği olarak gören batı Dünya'sının bir kabullenmesi olduğunu düşündüm. Antik Yunan felsefesinin öncülü olan Yunan mitolojisinin, teolojisinin (din anlayışı) ve kozmonolojisinin (evrenin nasıl yaratıldığı) de ne kadar yoğun şekilde kendisinden önceki kültürlerden beslendiğini okuyunca bu kanım güçlendi. 

Yunan mitolojisinin ozanları Homeros ve Hesiodos'tan tam 1000 yıl önce yazılmış olan Sümerlerin Gılgamış Destanı mesela çok önemli bir ilham kaynağı olmuş. Gılgamış Destanı'nı incelerken öğrendim ki, destanda anlatılan tufan hikayesi Semavi dinlerdeki Nuh Tufan'ıyla neredeyse birebir aynı. Yani etkileri binlerce yıl devam etmiş, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar nüfuz etmiş. Aynı şekilde Antik Yunan filozofları astronomi, matematik, geometri gibi alanlardaki bilgilerini büyük ölçüde Mezopotamya, Pers,  Mısır gibi antik çağın ileri medeniyetlerinden alıyorlar. Mesela ilk filozof olarak nitelenen Thales bizzat Mısır'a giderek geometriyi öğreniyor, ve bugün hala Thales teoremi olarak okuduğumuz bilgiler, köklerini Antik Mısır'dan alıyorlar. Sonra deniyor ki, Mısırlılar geometriyi bir bilim olarak ele almadılar, sadece her yıl taşan Nil nehrinin değiştirdiği coğrafyada ihtiyaçları olan hesaplamalar için kullandılar. Ancak dikkate alınmalı ki, o dönemde bilim ve felsefe ayrımı yapılmıyordu, bilginin her türü felsefe sınıflaması altındaydı.

Ancak Yunan filozofların haklarını da teslim etmek gerekiyor. Topladıkları tüm bilgileri bir sistem içine yerleştirmeye çalışmaları itibariyle, bugünkü bilim anlayışımızın temellerini atmışlar. Çevrelerini, doğayı çok detaylıca incelemişler. Evrenin, maddenin, hayatın temel yapı taşlarını keşfetmeye çalışmışlar. Bu anlamda gerçekten de sadece pratik bir amaç için değil de, kendilerine sordukları felsefi soruları yanıtlayabilecek ve meraklarını tatmin edecek şekilde bilgi üretmişler. Bu noktada bir parantez daha açmakta fayda var. Aynı dönemde, muhtemelen daha ileri bir "bilimsel altyapı"'ya sahipken, neden diğer kültürlerden benzer bir Dünya'yı kavrama çabası ortaya çıkmıyor. Bu noktada sayılabilecek çok sayıda argüman bulunuyor. Evreni kavramaya çalışırken, içlerinde bulundukları kültürü, evrenin nasıl var olduğunu ve din anlayışını da sorgulamak gerekiyor. Güçlü bir rahip sınıfının hükmünde olan dogmatik bir din anlayışının, kendi iktidarını sarsacak bir görüşe/sorgulaya izin vermeyeceği çok açıktır. Diğer toplumların aksine Yunanlılarda bu şekilde bir rahip sınıfı bulunmuyor. Aristokratlar, gayet antromorf (insan şekilli) mitolojik bir din anlayışını devam ettirirken, halkın daha alt kesimlerinde eski Pagan inançlar hüküm sürüyor. Zeus'un baş tanrı olduğu din anlayışında tanrılar açıkça eleştirilebiliyor, çocukça kavgalarıyla dalga geçebiliyor, hatta mitolojisinde insanlar tanrılara meydan dahi okuyabiliyorlar.

Toplumların yönetim şekli de önemli bir rol oynuyor. Mutlak hükümdarlar, hayatı ve yaşama şekillerini sorgulayan düşünürleri ve düşünceleri baskılarken, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan'da bu konuda son derece özgür bir ortam var. Coğrafi olarak dağlarla çevrili olan Antik Yunan şehir yönetimleri (merkezi bir yönetim bulunmuyor) korunaklı olmaları ve o dönem için önemli olan geniş tarım alanlarına sahip olmamaları itibariyle de komşu hükümdarlar tarafından işgale uğramıyorlar. Tarım alanlarına sahip olmamaları onları deniz ticaretine yönlendiriyor ve kısa sürede zenginleşiyorlar. Zenginleşen toplumda, tüm gün çalışmak zorunda kalmayan ve düşünmeye meyleden insanlar, düşünmeye vakit bulmaya başlıyorlar.

Thales'le başlayan Antik Yunan felsefi düşünce sistemi bir nevi ilerlemeci bir anlayışla sürüyor. Fenikelilerden öğrendikleri yazı sayesinde öğretileri kuşaklardan kuşaklara geçiyor, ve diyalektik bir düşünme şekliyle yeni sentezler ortaya çıkmaya devam ediyor. Bir parantez de buraya; felsefe tarih boyunca tabii ki bilimde olduğu şekilde ilerlemeci sürmüyor. Zaten soyut bir düşünce sistemi olarak düşünülürse, mutlak bir hakikat olmaması ve o mutlak hakikatlerin peşinden giderken son derece öznel yorumlara açık olması itibariyle bu durum çok doğal. Hele ortaçağda dinlerin son derece dogmatik baskısıyla öyle bir duraklama ve gerileme dönemine giriyor ki, bir Aristoteles seviyesine geri gelebilmesi iki bin yıl alıyor.

Thales'le birlikte İyonya Okulu, Batı Anadolu'daki Milet'te başlıyor. Anılan 3 önemli filozoftan diğer ikisi Anaksimandros ve Anaksimenes. Doğayı incelediklerinde evrenin yapı taşının ne olduğu sorusuna 3 farklı cevap veriyorlar. Thales cismin 3 şekline de (katı, sıvı, gaz) rahatça dönüşebilen suyun temel yapıtaşı olduğunu, doğada gözlemlenebilen her nesnenin sudan oluştuğunu söylüyor.  

Anaksimandros hocasına katılmıyor, suyu hem nitelik hem de nicelik olarak evreni açıklama noktasında yetersiz buluyor. Temel yapı taşının çok farklı maddeleri açıklayabilmesi için niteliksiz ve miktar olarak sınırsız olması gerektiğini düşündüğü için evrende soyut bir temel yapıtaşı olması gerektiğini öne sürüyor ve buna apeiron ismini veriyor.

Anaksimenes ise Thales'in görüşüne geri dönerek, evrenin temel yapı taşını yine somut bir madde olarak havayla açıklar. Ona göre hava sıklaşarak veya seyrelerek diğer tüm maddelere dönüşebilmektedir. Ayrıca canlılara canını veren nefes de yine havadır.

İyonya Okulu'na paralel oluşan diğer önemli bir ekol ise Güney İtalya'da ortaya çıkan Pisagor Okulu'dur. Pisagor Okulu'nun en önemli farkı, onların salt anlamak ve bilmek için değil, daha arı bir yaşama şekline kavuşmak ve evren ruhuyla birleşmek için saf bilginin peşinden gitmeleridir. Tabii bu durum onların hızla bir tarikata dönüşmelerine yol açar. Ruh ve beden ayrımına, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Evreni İyonya Okulu'nda olduğu gibi maddeyle değil, formla açıklamaya çalışırlar. Formları meydana getiren matematiksel sayılardır. Bu sayılar noktalarla ifade edilir, ve o noktalar da bir araya gelerek formları oluştururlar. Bütün cisimleri, canlıları sayılarla ifade ederler. Aynı zamanda müzik teorisinin temeli harmoniyi de matematiksel olarak ilk modelleyen onlar olmuşlardır.

Felsefenin benim için anlaşılması en zor ve yorucu alanı olan varlık felsefesinin temel tartışma noktasını anlayabildiğim kadarıyla Elea Okulu'ndaki Herakleitos ve Parmenides ortaya atıyorlar. Evrendeki değişim olgusunu tartışıyorlar. Herakleitos varlığın değişmez bir yapı olarak ele alınamayacağını, tam tersine sürekli değişim, dönüşüm içerisinde olacağını ileri sürüyor. Örnek olarak meşhur aynı nehre iki kez girilemeyeceğini söylüyor, zira nehir akarken sürekli değişmektedir. Ona göre varlık yoktur, oluş vardır. Parmenides ise bunun tam tersini iddia ederek, beynimizi yakacak şekilde "Varlık vardır, var olmayan var değildir" diyecektir. Onun öğrencisi Elea'lı Zenon da onun teorisini savunmak için meşhur paradokslarını öne sürmüştür. Sonuç olarak Herakleitos ve Parmenides'in Oluş-Varoluş çatışması kendilerinden sonra gelecek olan filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.

Evrenin yapı taşını tek bir maddeyle açıklamaya çalışan tekil filozoflardan sonra Empedokles, Anaksagoras ve Demokritos gibi çoğulcu filozoflar ortaya çıkmıştır. Empedokles evrenin değişmez maddelerini toprak, hava, su ve ateş olarak açıklar. Tüm varlıkların sadece bu dört maddeyle açılanamayacağını düşünen Anaksagoras ise, evrende her maddenin kendi temel yapıtaşının bulunduğunu, dolayısıyla sınırsız sayıda töz olması gerektiğini ileri sürer. Demokritos ise doğada var olan tüm nesnelerin atom (bölünemeyen demektir) diye tabir ettiği küçük ve bölünemez bir parçacıktan meydana geldiğini söyler.

Çok kabaca Antik Felsefe Tarihi'nin Sokrates öncesi filozoflara dair ilk cildinden aklımda kalanlar bunlar. Felsefe Tarihi'nde okumalara devam ettikçe, muhtemelen bu kaynaklara tekrar tekrar dönmem gerekecek, belki de pek çok bilgiye, özellikle de oluş-varoluş sorunsalına başka pencerelerden bakma imkanım olacak. İkinci cilt olan Sofistler, Sokrates ve Platon'a çoktan daldım bile, bitirince ona dair de bir özet çıkarabilmeyi umuyorum.


20 Şubat 2021 Cumartesi

Felsefenin Kısa Tarihi - Nigel Warburton


Felsefe Tarihi okumalarıma farklı kaynaklardan Antik Çağ Yunan Felsefe Tarihi okuyarak başladım. Her okuduğum satırda alevlenen merakımla sürekli konular, terimler, ve referans verilen filozoflarla ilgili farklı kaynaklara zıplamam vesilesiyle bana göre çok yavaş ilerleyebiliyorum. Filmin nasıl ilerleyeceğini bilmek isteyen bir seyirci sabırsızlığıyla, resmin bütününü gösteren bir özet okumanın ruhuma iyi geleceğine, maymun iştahımı biraz bastırabileceğine kanaat getirdim.

Bu tür özet okumaları gençlik yıllarımda da denemiş ama tatmin edici sonuçlar alamamıştım. Çok popüler bir kitap olan Sophie'nin Dünyası'nı pek çok kişi gibi ben de okumuştum. Çok bilmiş bir karakter olan Sophie'ye gıcık olduğumu, arka arkaya sıralanan, mantık sırasını da takip edemediğimi hissettiğim bilgi yığınının ise, benim düşünce Dünya'mı zenginleştirmekten çok yorduğuna kanaat getirmiştim. Tabii o zamanlar beslenebileceğim bir internet evreni yoktu. Bilgilere farklı kaynaklardan ücretsiz ve demokratik bir şekilde ulaşma, onları dinleme, izleme, okuma imkanı da yoktu. Ancak harçlığımdan arttırabileceğim bir tutarla yeni kitaplar alabilirdim ki, nereden nasıl başlamak gerektiğine dair ulaşabileceğim bir kılavuz da bulunmuyordu.


Okulda felsefe dersi olmadığı gibi, edebiyat dersi de adeta insanı edebiyattan (hatta okumaktan) soğutmak üzere kurgulanmıştı. Gördüğümüzü hatırladığım mantık dersi, okul hayatımda gördüğüm en abes ders idi, çok çok kötü bir öğretmenimiz vardı ve dersi dalgaya vurmuştuk. O yıllarda Edith Hamilton'un Mitologya'sını ve Orhan Hançerlioğlu'nun Düşünce Tarihi'ni çok keyif alarak okuduğumu ancak, sistematik bir okuma yapabilecek bir bilinç ve kaynaktan mahrum olduğum için arkasını getiremediğimi çıkarsayabiliyorum. Günümüzde o kadar çılgın ve sonsuz bilgiye erişim imkanı var ki elimizde, bundan faydalanmayı akıllarına dahi getiremeyen gençlere inanamıyorum. Ben internetin içine doğmuş olabilmeyi çok arzu ederdim.

Lise ve üniversite yıllarımda ismini sık sık duyduğum çağdaş filozofların kitaplarına sık sık heveslendiğimi hatırlıyorum. O yıllarda Camus'nün eserleri, Sartre'ın Bulantı'sı gibi kitapları çok beğenerek (ama muhtemelen roman kurgusunun ötesini sezinleyemeyerek) okumuştum ama ne zaman elimi Foucault, Baudrillard gibi düşünürlerin düz metinlerine atsam, birkaç sayfa sonra pes ediyordum. Umberto Eco'nun Gülün Adı'nı herkes gibi ben de bayılarak okudum, zira müthiş polisiye bir kurgu vardı, ancak orada verilen dinler tarihini, din felsefesini es geçmiştim, hatta belli bölümleri atlayarak okuduğumu da hatırlıyorum. Halbuki cinayetlerin aydınlatılması dahi dinde ahlak anlayışının irdelenmesiyle çözümleniyordu. Hemen akabinde (Almanya'daki öğrencilik yıllarımda) Almanca okumaya kalkıştığım Foucault'un Sarkacı'nda ise büyük bir entelektüel bozguna uğradığımı hatırlıyorum. O kitabı hakkıyla okuyabilmek için önce en az bin farklı kitabı okumuş olmam gerekeceğini fark etmiş ve bir hayli üzülmüştüm.

Sonraki yıllarda teselliyi daha popüler akım romanlarda buldum. İlk aklıma gelen müthiş zevk alarak okuduğum Irvin Yalom romanlarıdır. Nietzsche'yi "Nietzsche Ağladığında"'da, Schopenhauer'i "Schopenhauer Tedavisi"'nde, Spinoza'yı "Spinoza Problemi"'nde onun kaleminden okudum. Çok çok severek okuduğum bir diğer yazar ise Alain De Botton idi. Özellikle Felsefe Tesellisi kitabı, hayatımın (kendi algımca) çok zor bir döneminde gerçek bir teselli olmuştu. Seneca'nın bilgeliği yaşadığımız zorluklarda önümüzdeki sert duvara tekrar tekrar toslamak yerine, sabırla dikey bir hamle yaparak, duvarın üzerinden atlamayı salık veriyordu.

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim Warburton'ın kitabına. 40 bölümde, 40'ın üzerinde filozofa kısaca değinerek çok keyifli ve verimli bir özet çıkarıyor. Ama bence kitabın esas alamet-i farikası bu kırk bölümü birbirine ulayarak ilerlemesi. Yani her bölümde bahsettiği filozofun bir düşüncesinden sonraki bölüme bir bağlantı kurarak geçiyor. Ayrıca çok rahat, hiç yormayan bir dili var. Kitap bir çırpıda okunacak şekilde kurgulanmış, ama tabii ben hemen her bölümde durup, internete dalarak biraz zamana yayarak okudum.

Daha işin çok yüzeysel bir noktasında olduğumu biliyorum, ama hem materyalist bakış açımla, hem de bilimin günümüzde gelmiş olduğu noktada öz/töz konularına fazlaca metafizik girişimleri bir hayli yorucu buluyorum. Binlerce yıldır süregelen, insanı ve dolayısıyla zihni anlama çabalarını, günümüzdeki sinirbilim alanındaki gerçekleşen hızlı gelişmeler bazı açılardan nihayete erdirebilecek gibi gözüküyor. Beden zihin ayrımının ortadan kalkacağını, zihnin beyinden ibaret olduğunun, beynin ötesinde metafizik bir bilinç ve zihin kavramına ihtiyaç kalmayacağını tahmin ediyorum. Naçizane kanımca, sonunda çok da özel bir varlık olmadığımızı (evrenin merkezi olmadığımızı zaten çoktan biliyor olmalıyız), diğer hayvanlardan tek farkımızın, sadece beynimizin evrim açısından diğerlerine göre çok daha ilerlemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğimizi düşünüyorum.

Beynimizdeki nörofizyolojik tüm süreçler net bir şekilde ortaya konduğunda da muhtemelen çağdaş felsefenin yoğun odak noktası olan hafıza, bilinç, algı, zaman kavrayışı gibi konuları felsefe belli noktalarda (tarih boyunca süregeldiği üzere) bilime devretmek durumunda kalacak. Henüz derinlemesine hemen hiçbir okuma yapmamış olduğum bugünkü bilinç seviyemde, eylemlerin sonuçlarına odaklanan pragmatist (ve tabii çok kolay anlaşılır :)) filozoflara daha yakın durduğumu tespit edebilirim. Warburton'ın kitabında önce Jeremy Benthem'ın ortaya attığı faydacılık düşünce sistemini, sonrasında John Stuart Mill daha da ilerletiyor. Günümüze yaklaştığımızda da Bertrand Russell onların izinden gidiyor. Bu üç filozofu okurken özellikle John Stuart Mill çok ilgimi çekti. John Locke'un Tabula Rasa (çocuğun Dünya'ya boş bir levha olarak geldiği) fikrinden etkilenen babası, onu doğumundan itibaren bilgiye boğuyor. Şu bölümü kitaptan alıntılıyorum:

"Şaşırtıcı bir şekilde, John üç yaşındayken Eski Yunanları öğrenmeye başladı. Altı yaşındayken bir Roma tarihi yazdı, yedi yaşındayken Platon'un diyaloglarını orijinal dilinde anlamayı başardı. Sekiz yaşında Latince öğrenmeye başladı. 12 yaşında tarihten, ekonomiden ve politikadan anlıyor, karmaşık matematik problemlerini çözebiliyor ve bilime karşı tutkulu ve üst düzey bir ilgi duyuyordu. O bir harika çocuktu. Henüz yirmili yaşlarında çağının en parlak düşünürlerinden biriydi ama yaşadığı tuhaf çocukluğun etkisini hiçbir zaman üzerinden atamadı ve yaşamı boyunca yalnız ve biraz mesafeli kaldı."

Ortaya müthiş bir deha çıkıyor ama sonrasında Mill, kabus gibi geçen çocukluğunu da aktardığı bir otobiyografi yazmış. İlk fırsatta bu kitabı edinip, okumayı çok arzu ediyorum. Tabii ki kendi çocuklarıma bu şekilde bir işkence yapmıyorum (tabii onların algılarını bilemiyorum), ama Tabula Rasa fikrine çok katılıyorum, boş bir tahta olarak Dünya'ya geliyorlar, o tahtaya neler yazılacağı konusunda ebeveynlerin kesinlikle çok büyük bir sorumluluğu var. Burada çok iyi bir denge kurabilmek işin altın anahtarı olsa gerek. Bu noktada uç bir deneyim yaşamış olan Mill'in tecrübelerinden faydalanmak gerekiyor.

Faydacılık konusuna geri dönersek, çok basit anlatımıyla hayatın acılar ve hazlarla dolu olduğunu, mutluluğa ulaşabilmek için hazları arttırıp, acıları azaltacak tercihler yapılması gerektiğini, hazların acılara üstün gelebildiği noktalarda insanın kendini mutlu hissedebileceğini söylüyor. Bu günceye sürekli yaşadığım hazları not düşmeye, dolayısıyla onlara sıkı sıkıya tutunmaya gayret eden biri olarak, benim hayat felsefeme çok yakın olduğunu söyleyebilirim. Ben de mutluluğumun temelini bu hazların peşinden kararlılıkla koşturmak olduğunu düşünüyorum.

Felsefenin Kısa Tarihi tabii faydacılık ilkesinin yanı sıra düşünce yelpazesinin her renginden fikirlere ev sahipliği yapıyor. Özellikle çağdaş felsefede isimlerini ara ara duysam da haklarında hiçbir şey bilmediğim Hannah Arendt, John Searle, Peter Singer gibi düşünürlerle tanışmaktan büyük keyif alarak, haklarında araştırmalara girişip bilgi toplamaya başladım. Okunacak, izlenecek, dinlenecekler listelerim kontrolsüz şekilde büyümeye devam ediyor. Hayattan elimi ayağımı çekip kendimi bir mağaraya kapatasım var, ne yaparsam yapayım bu ömrün arzu ettiğim bilgiye, tecrübeye yetmeyeceği çok açık. Sokrates'in dediği gibi hiçbir şey bilmeden, ama en azından hiçbir şey bilmediğimin bilincinde göçeceğim bu Dünya'dan.