20 Şubat 2021 Cumartesi

Felsefenin Kısa Tarihi - Nigel Warburton


Felsefe Tarihi okumalarıma farklı kaynaklardan Antik Çağ Yunan Felsefe Tarihi okuyarak başladım. Her okuduğum satırda alevlenen merakımla sürekli konular, terimler, ve referans verilen filozoflarla ilgili farklı kaynaklara zıplamam vesilesiyle bana göre çok yavaş ilerleyebiliyorum. Filmin nasıl ilerleyeceğini bilmek isteyen bir seyirci sabırsızlığıyla, resmin bütününü gösteren bir özet okumanın ruhuma iyi geleceğine, maymun iştahımı biraz bastırabileceğine kanaat getirdim.

Bu tür özet okumaları gençlik yıllarımda da denemiş ama tatmin edici sonuçlar alamamıştım. Çok popüler bir kitap olan Sophie'nin Dünyası'nı pek çok kişi gibi ben de okumuştum. Çok bilmiş bir karakter olan Sophie'ye gıcık olduğumu, arka arkaya sıralanan, mantık sırasını da takip edemediğimi hissettiğim bilgi yığınının ise, benim düşünce Dünya'mı zenginleştirmekten çok yorduğuna kanaat getirmiştim. Tabii o zamanlar beslenebileceğim bir internet evreni yoktu. Bilgilere farklı kaynaklardan ücretsiz ve demokratik bir şekilde ulaşma, onları dinleme, izleme, okuma imkanı da yoktu. Ancak harçlığımdan arttırabileceğim bir tutarla yeni kitaplar alabilirdim ki, nereden nasıl başlamak gerektiğine dair ulaşabileceğim bir kılavuz da bulunmuyordu.


Okulda felsefe dersi olmadığı gibi, edebiyat dersi de adeta insanı edebiyattan (hatta okumaktan) soğutmak üzere kurgulanmıştı. Gördüğümüzü hatırladığım mantık dersi, okul hayatımda gördüğüm en abes ders idi, çok çok kötü bir öğretmenimiz vardı ve dersi dalgaya vurmuştuk. O yıllarda Edith Hamilton'un Mitologya'sını ve Orhan Hançerlioğlu'nun Düşünce Tarihi'ni çok keyif alarak okuduğumu ancak, sistematik bir okuma yapabilecek bir bilinç ve kaynaktan mahrum olduğum için arkasını getiremediğimi çıkarsayabiliyorum. Günümüzde o kadar çılgın ve sonsuz bilgiye erişim imkanı var ki elimizde, bundan faydalanmayı akıllarına dahi getiremeyen gençlere inanamıyorum. Ben internetin içine doğmuş olabilmeyi çok arzu ederdim.

Lise ve üniversite yıllarımda ismini sık sık duyduğum çağdaş filozofların kitaplarına sık sık heveslendiğimi hatırlıyorum. O yıllarda Camus'nün eserleri, Sartre'ın Bulantı'sı gibi kitapları çok beğenerek (ama muhtemelen roman kurgusunun ötesini sezinleyemeyerek) okumuştum ama ne zaman elimi Foucault, Baudrillard gibi düşünürlerin düz metinlerine atsam, birkaç sayfa sonra pes ediyordum. Umberto Eco'nun Gülün Adı'nı herkes gibi ben de bayılarak okudum, zira müthiş polisiye bir kurgu vardı, ancak orada verilen dinler tarihini, din felsefesini es geçmiştim, hatta belli bölümleri atlayarak okuduğumu da hatırlıyorum. Halbuki cinayetlerin aydınlatılması dahi dinde ahlak anlayışının irdelenmesiyle çözümleniyordu. Hemen akabinde (Almanya'daki öğrencilik yıllarımda) Almanca okumaya kalkıştığım Foucault'un Sarkacı'nda ise büyük bir entelektüel bozguna uğradığımı hatırlıyorum. O kitabı hakkıyla okuyabilmek için önce en az bin farklı kitabı okumuş olmam gerekeceğini fark etmiş ve bir hayli üzülmüştüm.

Sonraki yıllarda teselliyi daha popüler akım romanlarda buldum. İlk aklıma gelen müthiş zevk alarak okuduğum Irvin Yalom romanlarıdır. Nietzsche'yi "Nietzsche Ağladığında"'da, Schopenhauer'i "Schopenhauer Tedavisi"'nde, Spinoza'yı "Spinoza Problemi"'nde onun kaleminden okudum. Çok çok severek okuduğum bir diğer yazar ise Alain De Botton idi. Özellikle Felsefe Tesellisi kitabı, hayatımın (kendi algımca) çok zor bir döneminde gerçek bir teselli olmuştu. Seneca'nın bilgeliği yaşadığımız zorluklarda önümüzdeki sert duvara tekrar tekrar toslamak yerine, sabırla dikey bir hamle yaparak, duvarın üzerinden atlamayı salık veriyordu.

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim Warburton'ın kitabına. 40 bölümde, 40'ın üzerinde filozofa kısaca değinerek çok keyifli ve verimli bir özet çıkarıyor. Ama bence kitabın esas alamet-i farikası bu kırk bölümü birbirine ulayarak ilerlemesi. Yani her bölümde bahsettiği filozofun bir düşüncesinden sonraki bölüme bir bağlantı kurarak geçiyor. Ayrıca çok rahat, hiç yormayan bir dili var. Kitap bir çırpıda okunacak şekilde kurgulanmış, ama tabii ben hemen her bölümde durup, internete dalarak biraz zamana yayarak okudum.

Daha işin çok yüzeysel bir noktasında olduğumu biliyorum, ama hem materyalist bakış açımla, hem de bilimin günümüzde gelmiş olduğu noktada öz/töz konularına fazlaca metafizik girişimleri bir hayli yorucu buluyorum. Binlerce yıldır süregelen, insanı ve dolayısıyla zihni anlama çabalarını, günümüzdeki sinirbilim alanındaki gerçekleşen hızlı gelişmeler bazı açılardan nihayete erdirebilecek gibi gözüküyor. Beden zihin ayrımının ortadan kalkacağını, zihnin beyinden ibaret olduğunun, beynin ötesinde metafizik bir bilinç ve zihin kavramına ihtiyaç kalmayacağını tahmin ediyorum. Naçizane kanımca, sonunda çok da özel bir varlık olmadığımızı (evrenin merkezi olmadığımızı zaten çoktan biliyor olmalıyız), diğer hayvanlardan tek farkımızın, sadece beynimizin evrim açısından diğerlerine göre çok daha ilerlemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğimizi düşünüyorum.

Beynimizdeki nörofizyolojik tüm süreçler net bir şekilde ortaya konduğunda da muhtemelen çağdaş felsefenin yoğun odak noktası olan hafıza, bilinç, algı, zaman kavrayışı gibi konuları felsefe belli noktalarda (tarih boyunca süregeldiği üzere) bilime devretmek durumunda kalacak. Henüz derinlemesine hemen hiçbir okuma yapmamış olduğum bugünkü bilinç seviyemde, eylemlerin sonuçlarına odaklanan pragmatist (ve tabii çok kolay anlaşılır :)) filozoflara daha yakın durduğumu tespit edebilirim. Warburton'ın kitabında önce Jeremy Benthem'ın ortaya attığı faydacılık düşünce sistemini, sonrasında John Stuart Mill daha da ilerletiyor. Günümüze yaklaştığımızda da Bertrand Russell onların izinden gidiyor. Bu üç filozofu okurken özellikle John Stuart Mill çok ilgimi çekti. John Locke'un Tabula Rasa (çocuğun Dünya'ya boş bir levha olarak geldiği) fikrinden etkilenen babası, onu doğumundan itibaren bilgiye boğuyor. Şu bölümü kitaptan alıntılıyorum:

"Şaşırtıcı bir şekilde, John üç yaşındayken Eski Yunanları öğrenmeye başladı. Altı yaşındayken bir Roma tarihi yazdı, yedi yaşındayken Platon'un diyaloglarını orijinal dilinde anlamayı başardı. Sekiz yaşında Latince öğrenmeye başladı. 12 yaşında tarihten, ekonomiden ve politikadan anlıyor, karmaşık matematik problemlerini çözebiliyor ve bilime karşı tutkulu ve üst düzey bir ilgi duyuyordu. O bir harika çocuktu. Henüz yirmili yaşlarında çağının en parlak düşünürlerinden biriydi ama yaşadığı tuhaf çocukluğun etkisini hiçbir zaman üzerinden atamadı ve yaşamı boyunca yalnız ve biraz mesafeli kaldı."

Ortaya müthiş bir deha çıkıyor ama sonrasında Mill, kabus gibi geçen çocukluğunu da aktardığı bir otobiyografi yazmış. İlk fırsatta bu kitabı edinip, okumayı çok arzu ediyorum. Tabii ki kendi çocuklarıma bu şekilde bir işkence yapmıyorum (tabii onların algılarını bilemiyorum), ama Tabula Rasa fikrine çok katılıyorum, boş bir tahta olarak Dünya'ya geliyorlar, o tahtaya neler yazılacağı konusunda ebeveynlerin kesinlikle çok büyük bir sorumluluğu var. Burada çok iyi bir denge kurabilmek işin altın anahtarı olsa gerek. Bu noktada uç bir deneyim yaşamış olan Mill'in tecrübelerinden faydalanmak gerekiyor.

Faydacılık konusuna geri dönersek, çok basit anlatımıyla hayatın acılar ve hazlarla dolu olduğunu, mutluluğa ulaşabilmek için hazları arttırıp, acıları azaltacak tercihler yapılması gerektiğini, hazların acılara üstün gelebildiği noktalarda insanın kendini mutlu hissedebileceğini söylüyor. Bu günceye sürekli yaşadığım hazları not düşmeye, dolayısıyla onlara sıkı sıkıya tutunmaya gayret eden biri olarak, benim hayat felsefeme çok yakın olduğunu söyleyebilirim. Ben de mutluluğumun temelini bu hazların peşinden kararlılıkla koşturmak olduğunu düşünüyorum.

Felsefenin Kısa Tarihi tabii faydacılık ilkesinin yanı sıra düşünce yelpazesinin her renginden fikirlere ev sahipliği yapıyor. Özellikle çağdaş felsefede isimlerini ara ara duysam da haklarında hiçbir şey bilmediğim Hannah Arendt, John Searle, Peter Singer gibi düşünürlerle tanışmaktan büyük keyif alarak, haklarında araştırmalara girişip bilgi toplamaya başladım. Okunacak, izlenecek, dinlenecekler listelerim kontrolsüz şekilde büyümeye devam ediyor. Hayattan elimi ayağımı çekip kendimi bir mağaraya kapatasım var, ne yaparsam yapayım bu ömrün arzu ettiğim bilgiye, tecrübeye yetmeyeceği çok açık. Sokrates'in dediği gibi hiçbir şey bilmeden, ama en azından hiçbir şey bilmediğimin bilincinde göçeceğim bu Dünya'dan.


Hiç yorum yok: