10 ay boyunca günceye film notu düşmediğimden, elimdeki liste feci şekilde kabarmış durumda, ancak izlediklerimi tasnif etmeyi erteledikçe, izlediğim ve çok etkilendiğim filmleri taze taze yazma fırsatını kaçırıyorum. Malcolm & Marie'yi de izleyeli 2 haftadan uzun süre geçti, keşke hemen ertesi günü benliğimde bıraktığı izleri not düşseydim.
Geniş kitlelerce bir çiftin hiçbir yere varmayan uzun ve sıkıcı kavgası olarak algılandığının farkındayım. Keşke bir Netflix filmi olmasaydı da, hak ettiği değeri verecek küçük bir azınlığın yüreğinde saklı kalsaydı. Neresinden başlayacağımı bilemiyorum, bence her tarafı kusursuz bir filmdi. Biri yönetmen, diğeri model olan bir çift, yönetmen olan erkeğin filminin galasından geç bir saatte eve dönüyorlar. İkisi de bir galanın gerektirdiği şekilde çok şık ve süslüler. Erkek galada elde ettiği başarıyla çok mutlu ancak yine de filmle ilgili gelecek eleştiriler için endişeli. Kadın ise umursamaz ve soğuk bir tavır içinde mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Erkek, kadının bir şeylere kırgın olduğunu fark ettiğinde ne olduğunu soruyor. Kadın başta biraz direniyor, çünkü biliyor ki bir açtı mı, bir daha kapatamayacak pandora kutusunun kapağını.
Erkek, gala sonunda yaptığı konuşmada herkese teşekkür ederken, sevdiği kadını atlamıştır. Erkek bunu önemsemez gözükür, ancak adeta freudian slip karşıtı şekilde diline onun ismini getirememiş olması, sabaha kadar sürecek bir tartışmanın fitilini ateşleyecektir. Kadın ilk başta sadece bir miktar teessüf sunar, bu esnada önce topuklu ayakkabılarını çıkarır, sonra takılarını, takma kirpiklerini çıkarır, tartışmanın ilerleyen safhalarında makyajını siler, elbisesini çıkarır. Tabii arada top erkeğe de geçer, birbirlerinin sözünü kesmezler, birbirlerini kendi yaraları kanarken dinlerler, karşıdakinin yarasını kanatarak konuşurlar.
İkisinin de tartışırken, tüm filme yayılan bu üzerlerindeki fiziki katmanlardan kurtuluyor olmaları müthiş bir alegoriye izin vermektedir, adeta birbirlerinin ruhlarını da tamamen çıplak kalıncaya kadar soymaktadırlar. Bu hem fiziki hem de ruhi soyunma doğal olarak bir noktada cinselliği de körükleyecektir. Cinsellik her ilişkide olageldiği üzere sorunların üzerini biraz örter gibi olsa da, çözüm değildir. Kadın tamamen çıplak kalıp, içinde kalmış her şeyi tamamen döktükten, yarasındaki tüm iltihabı hatta kanını akıttıktan sonra fiziken de ortadan kaybolacaktır.
Tartışmanın içeriğine bakınca adeta bir terapi seansı gibidir konuşma. Genelde sevdiklerimizle kavga ettiğimizde, konu çok nadiren kavganın çıktığı, yani bardağın taştığı nokta ile ilgilidir. Ancak biz o andaki öfkemizden ve argümanlarımızdan çok eminizdir. Hatta saçmalar gibi olduğumuzu birazcık fark edecek olsak hemen öne sürdüklerimizi destekleyecek, kendimizi dahi ikna edebildiğimiz yan önermeler kusmaya başlarız. Ancak çok nadiren konu derinlemesine öze doğru ilerler. Yılların getirdiği birikmişlikleri, travmaları, kendi karakterimizdeki, geçmişimizdeki defoları gözden geçirmeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Çoğu durumda karşımızdaki kişinin dahi öfkemizle bir alakası yoktur, bize sadece bir ayna tutmuştur, esasında biz kendi kendimizle çığlık çığlığa bağrışıyoruzdur.
Film bu katmanları inanılmaz güzel çözümlüyor. Tabii her iki karakterin de tartışmayı kestirip atmaması, ortamı terk etmemesi, gerçek olamayacak kadar keskin ve vurucu analizlerle monolog ardına monologlar sıralıyor olmaları biraz (hatta bir hayli) gerçeküstü bir durum. Normalde uzun yıllar boyunca sağlıklı (yani iletişimin var olduğu) bir ilişki yürütebilmiş (sonunda bitmiş/bitmemiş olsun) bir çiftin, o inişli çıkışlı ilişkilerinin bir gecede özetlenmesini sağlıyor yönetmen Sam Levinson. Sanki terapistin kendisinin bulunmadığı bir ilişki terapisinde gibiler.
Yönetmen, sinemanın gücünü öyle muazzam kullanıyor ki, cılız kelimelerim her zamanki gibi tasvirde çok yetersiz kalıyor. Öncelikle siyah beyaz renk tercihini filmin halet-i ruhiyesine çok uygun bulduğumu tespit etmeliyim. Siyah ve beyaz gibi iki uçta (bir başka bakış açısıyla var olan ve var olmayan ışık arasında) bulunan tüm renkleri fiziksel Dünya'ya değil, duygu paletine yayıyor ve film boyunca bizi o renklerin nüanslarında gezdiriyor. Fiziki alemin rengarenk halleri gözlerimizi kamaştırmadığından, içsel renkleri çok daha net seçebiliyoruz, odaklanabiliyoruz.
Bir film izlerken kadraj, kamera konumu gibi teknik konular hiç dikkat ettiğim ögeler değildir, içerikten kopmama sebep olurlar. Ancak bu filmde gözden kaçabilecek gibi değildiler, kameranın kullanıldığı açılar ve ışığın betimleme şekli gerçekten inanılmaz ve üzerine sayfalarca yazabilecek kadar detaylı bir teknik ustalık içeriyordu. Bir sinema öğrencisi olsam, muhtemelen her karesine ayrı bir tez yazmaya girişebilirdim.
Filmde belki çok da fazla fark edilmeyen, ama oldukça özgünce kullanılmış olduğunu düşündüğüm bir iç ses yöntemi vardı ki, müthiş tamamlıyor duygu ve düşünceleri; filmin müzikleri. Filmin müzikleri kurguda arka fona eklenen sesler değil. Kadın ve erkek film boyunca kendileri seçiyorlar müzikleri. Tınılar ve sözler kimi zaman ruh hallerini betimliyor, kimi zamanlar kadın ve erkek karşı cinslerine doğrudan bir mesaj olarak seçiyorlar parçaları. Parça isimlerine şöyle bir bakınca;
Gimme all your love (bana bütün sevgini ver)
I will carry you (seni taşıyacağım)
Get rid of him (kurtul ondan)
I forgot to be your lover (sevgilin olmayı unuttum)
Selfish (bencil)
Liste böyle uzayıp gidiyor, bu parçaların tek tek sözlerine bakınca mesajlar daha da derinleşiyor, müziğin anlatamayacağı bir duygu yok dercesine. Spotify'da filmin bütün müzikleri bir liste olarak bulunuyor, ben şahsen döndüre döndüre (bu satırları yazarken de :)) dinliyorum.
Filmin geçtiği tek mekan çiftin kaldıkları ev. Levinson, pandemi sebebiyle evlere kapanan tüm insanlığın sıkışmışlığına dair güzel bir paralellik kurmuş olmakla birlikte, çiftin ilişkilerinin sıkışmışlığını, daralmasını betimlemede mekanı çok güzel kullanıyor. Ağırlıklı olarak dışarından gözlemlemeye başladığımız, (hatta odadan odaya geçişler dahi evin dışından veriliyor) evin içine doğru ilerledikçe, çiftimizin fiziki Dünya'larının yanı sıra (yine bence çok güzel bir mecaz) iç Dünya'larına da, en mahremlerine, yatak odalarına, banyolarına kadar yavaş yavaş sızıyoruz. Sanki pencereden tesadüfen gözlemlediğimiz bir çiftin hayatına dair sadece dışardan tahminlerde bulunabilirken ki film başlarda fazla açıklama yapmadan ilerliyor, onların evrenine gizlice girdikçe dış ve iç hallerine dair görülere ulaşıyoruz.
Film boyunca şahit olduğumuz sadece bir çiftin ilişkisinin sorgulanması değil. Sinema sektörünün/kapitalizmin çarklarından, siyahilerin konumlarına kadar farklı konulara da giriyorlar. Son dönemin güçlü siyahi yönetmenlerinin hakkı teslim edilirken, hala Hollywood'da ve tabii tüm Dünya'da devam eden ırkçılığa karşı tepkisini haykıran erkeğimiz Malcolm, adeta isminin yanına bir X ekliyor. Özellikle Malcolm'un sinema eleştirmenlerine dair çok sert yargıları, Levinson'ın kendi filmine ana akım eleştirmenlerinden alacağını tahmin ettiği olumsuz hükümlerin birer öngörüsü gibi. Kanımca cinsiyet konusu da hissedilir şekilde nüfuz etmiş senaryoya. Kadını ben yarattım havasındaki erkekle, erkeği, egosu yaralı ham bir ergenden farksız olduğunu gösterecek şekilde soyan bir kadın, günümüzdeki cinsiyet rollerine dair pek çok şey söylüyor. İlişkide kim kimin için, neyi ne kadar feda ediyor, kişi benliğini, emellerini ödün vermeden koruyabiliyor mu? Bir nevi cinsiyet felsefesi olarak da görebiliriz tartışılanları.
Filmin bir diğer can alıcı noktasına, yani oyunculuklara değinmek gerekir. Zendaya'yı ilk defa yine Sam Levinson'ın yönetmenliğinde Euphoria dizisinde çarpılarak izlemiş ve hayranlığımı da kısaca şu yazıda vurgulamıştım. 10 yıldır yazageldiğim bu güncede kesin daha önce Elizabeth Taylor'ın "Who's Afraid of Virginia Woolf" ve Gena Rowlands'ın "A Woman Under the Influence"'da yarattıkları harikalara değinmişimdir, bu filmde de Zendaya benzer bir oyunculuk sergiliyor. Hazır lafı açılmışken, bu filmler arasındaki benzerliğe de dikkat çekmekte fayda var. Özellikle de M&M adeta "Who's Afraid of Virgina Woolf"'un modern versiyonu gibi. Yalnız gerçekçilik noktasında aralarında biraz fark var. Klasik tabir ettiğim versiyonda Liz Taylor ve Richard Burton adeta kendi gerçek hayattaki ilişkilerini yansıttıkları için ciğerden oynuyorlar, o filmin gerçekliğini sorgulayanın algılarını kalibre ettirmesi gerekebilir.
Erkek rolünde John David Washington'a gelirsek, Zendaya'nın az gölgesinde kaldığını düşünüyorum. Rol yaptığını fark ettirdiği anlara denk geldiğimi hissettim, filmin içerdiği geniş duygu yelpazesinde geçişleri yaparken Zendaya kadar rafine olamadığı kanısındayım. Yine de haksızlık etmemek lazım, zor rolünün hakkını verdi, en azından bu filmin hemen öncesinde oynadığı Nolan'ın Tenet'i ile yaptığı spagat (balede bacağı 180 derece açma) takdire şayan.
Yapımın artı hanesine yazılması gereken çok önemli bir nokta da, elinde duygu sömürecek çok malzeme olmasına rağmen, zerre tenezzül etmiyor yönetmen buna. Belki izleyiciyi ağlatmaya çalışsaydı, film çok daha fazla beğenilecekti, ama değerinden çok şey kaybedecekti, sıradanlaşacaktı. Gözlere kesinlikle yaşlar hücum etmiyor, ama boğazda bir sızı, midede hafif bir yumruk, birkaç gün boyunca hissettiriyor kendini. Aynı şekilde hikayenin sonunu açık bırakmak da çok takdir edilesi ama ana akımcıların hiç sevmediği bir tercih. Bu film beni doğru zamanda doğru ruh halinde mi yakaladı, bilemiyorum, zira olumsuz eleştirileri ve farklı sitelerde aldığı düşük notları anlamakta zorlanıyorum. Bana göre sinema sanatının nadide ve çok özel eserlerinden biri ve çok nadiren notladığım 10 tam puanı gözümü kırpmadan işledim film bankama. Milyon kez anlatılmış olan aşk temasını milyonunca kez izlediğimiz hayat, böyle filmler olunca çok ama çok daha güzel.
William Bell'in parçasının sözleriyle bitirelim;
Have I told you lately that I love you?Well, if I didn't, darlin', I'm sorry
Did I reach out and hold you in my loving arms
Oh, when you needed me?
Now I realize that you need love too
And I'll spend my life making love to you
Oh, I forgot to be your lover
And I'm sorry, I'm so sorry
Have I taken the time to share with you
All the burden that love will fare?
And have I done the little simple things to show you
Just how much I care?
Oh, I've been workin' for you doin' all I can
To work all the time didn't make me a man
Oh, I forgot to be your lover
And I'm sorry, I'll make it up to you somehow, baby
I forgot to be your lover
Gonna make it up to you somehow
Oh, I'm sorry, I'm sorry, baby
I forgot to be your lover
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder