Felsefenin Kısa Tarihi'ni okuduğumda, okuma listeme eklediğim kitaplardan biri Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabıydı. O kitabın yazılış hikayesinin filme çekildiğini fark ettiğimde, önce filmi izlemeye karar verdim. Yahudi soykırımının en sembolik noktası, yüzbinlerce Yahudi'nin gaz odalarında öldürülerek yakıldığı Auschwitz konsantrasyon kampıdır. Avrupa'nın her yanından toplanan Yahudi'lerin demiryollarıyla Auschwitz'e ulaştırılmasını lojistik olarak organize eden kişi ise bir SS subayı olan Adolf Eichmann'dır. Savaşın sonunda pek çok diğer Nazi canisi gibi o da Güney Amerika'ya kaçıyor. Savaşın bitmesinin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra İsrail istihbarat servisi Mossad'ın düzenlediği bir operasyonla Arjantin'de yakalanarak yargılanmak üzere İsrail'e getiriliyor.
Berlin'de filozof Heidegger'in (maalesef Heidegger de fena bir Nazi, saygınlığı sayesinde akademik çevrelerde ve gençlerde Nazi partisinin etkisinin yadsınamayacak şekilde artmasını sağlamış bir şahıs) öğrencisi (ve sevgilisi) olmuş olan, Yahudi Hannah Arendt ise savaş öncesi ülkeden zamanında kaçmıştır, önce Fransa'da yaşamış, ancak orada da Yahudiler'in kamplara alınmaya başlamasıyla, bir senesini bu tür bir kampta geçirdikten sonra, alabildiği ABD vizesiyle New York'a yerleşmiştir. Başarılı bir yazar ve akademisyen olarak hayatını idame ettirirken, Eichmann'ın yakalandığı haberi üzerine, New Yorker dergisine görülecek davayla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak istediğini ileterek, kabul edilince soluğu Kudüs'te alır.
Davayı yakından takip ettiğinde, Adolf Eichmann'ın tahmin ettiği gibi gözü dönmüş korkunç bir canavar olmadığını, son derece sıradan bir bürokrat olduğunu görür. Eichmann savunmasında, emirlere uymak dışında hiçbir şey yapmadığını, dolayısıyla bir suç işlemediğini, hele yargılanmakta olduğu cinayet suçunun söz konusu dahi olamayacağını (cinayet dışında işlemiş olabileceği her türlü suç zaten zaman aşımına uğramış olacaktı), kendisinin kimseyi öldürmediğini söylemektedir.
Savaş sırasında Almanya içinden dikkate alınabilecek bir direniş çıkamadığı (hukukun olmadığı ortamda, anında ölümle sonuçlanıyordu) düşünülürse, aktif olarak veya sessiz kalarak pasif olarak tüm bir halkın savaş suçlusu olduğu bir ortamda, cani bir ulustan bahsetmek mantıklı olmayacaktı, bu noktada kötülüğün sıradanlığından bahsetmek daha isabetli bir tespit olabilir.
Hannah Arendt, sonrasında kitaplaştıracağı yazı dizisinde kötülüğün bu şekilde sıradanlaşmasını dile getirince çok büyük bir tepki alır, çünkü bir Yahudi düşünürü olarak kendisinden beklenen daha acımasız ve net bir yargıdır. Eichmann gibi bir canavarın sıradan bir insan olduğunu iddia etmek, soykırımla korkunç bir travma yaşamakta olan bütün bir ırk için duymak istedikleri en son tespittir. Bunun üstüne bir de Arendt, savaş esnasında Yahudi liderlerin pasif kalmasını eleştirince kıyamet kopar. Bunu bir Yahudi'nin dile getirmesinin (kendisine çevresinin ve New Yorker'ın yaptığı tüm uyarılara rağmen) ne kadar büyük bir cesaret gerektirdiğini kesinlikle takdir etmek gerekir, ancak bu Yahudi liderlerine dair görüşüne ben de şahsen hiç katılamayacağım. Yaşanan gerçeküstü kabus ortamda öyle bir kapana kısılmışlık içinde kalınmış olmalı ki, herhangi bir direnişin en ufak bir fark yaratabileceği konusunda ciddi şüphelerim var.
Bu noktada belki de tüm Dünya'nın dehşet verici ikiyüzlülüğüne de değinmek gerekir, hiçbir direniş hareketinin uluslararası destek bulma şansı da muhtemelen yoktu. Yahudi'lerin toplandıkları çalışma kamplarında yaşanan katliamları büyük oranda Alman halkı dahi bilmezken, Vatikan'da Papalık'tan, kendilerini demokrasi kahramanı görmeye bayılan batılı ülkelerin yönetimlerine kadar tüm rejimler, gerçekleştirilmekte olan katliamı detaylı ve net bir şekilde biliyorlardı. Tüm Avrupa'daki Yahudilerin (ve romanların, eşcinsellerin, kendi normlarının dışına düşen her türlü azınlığın) kendi ülkelerinden de toplanarak temizleniyor olmaları, tüm iktidarların işlerine geliyordu, gıklarını çıkarmadılar. Costa-Gavras'ın Amen (2002) filmi bu durumu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar ve bence bugüne kadar 2. Dünya Savaşı'yla ilgili yapılmış en güçlü filmdir. Seslerini çıkarmayarak, üstünü örterek gerçekleştirdikleri bu akıl almaz işbirliğinin yükünden sıradan bir bürokrat profili çizen Eichmann'ı sembolik şekilde yargılayarak idam etmekle kurtulamazlar ki (ellerinde olsaydı onu dahi yargılamazlardı), Güney Amerika'daki sayısız savaş suçlusunu yakalamaktan ısrarla imtina etmişlerdir.
Bu konu hakkında araştırırken ve okumalar yaparken, iki farklı filme daha denk geldim, hemen ikisini de arka arkaya izledik. Bunlardan ilki Giulio Ricciarelli'nin 2014 yapımı Sessizlik Labirenti'nde, Frankfurt'ta 1950'lerin sonunda genç bir savcı, büyük savaş suçlularının peşine düşüyor. Kendisi dahil çevresindeki hiçbir Alman'ın Auschwitz'de yaşananları bilmek bir yana, kampın ismini dahi duymamış olduğunu şok geçirerek öğreniyoruz. Almanlar savaş sonrasında, olanlar hakkında derin bir sessizliğe gömülmüşler. 10 milyona yaklaşan Nazi partisi üyesi olduğu düşünülürse, bu korkunç geçmişle hesaplaşmak kimsenin işine gelmemiş. O veya bu şekilde herkesin kendisine, babasına veya büyükbabasına dokunacağı bariz bir konuyu kaşımak istememiş olmaları, tüm bir toplumun psikolojisini açıklıyor olabilir.
Frankfurt Savcılığı'nın başında olan Yahudi Fritz Bauer'in gösterdiği cesaretli mücadele sayesinde, ekibindeki bazı savcılar, bir takım başarılar kazanabiliyorlar. Filmde başroldeki savcı yaşamış bir karakter değil, ancak başarıları kazanan savcıların bir ortak vücuda gelişi olarak düşünülebilir. Auschwitz kampının icraatlarıyla meşhur bir doktoru vardır; Mengele. Başta çocuklar olmak üzere, sayısız insan üzerinde korkunç deneyler yapmıştır. Onları canlı canlı kesip biçmiş, insanın hayal gücüne sığmayacak işkencelerden geçirmiştir. Kahramanımız bu yapılanların detaylarını öğrendiğinde, Mengele'yi yakalamayı bir takıntı haline getirir. Güney Amerika'ya kaçmış olan Mengele (gerçekte de) elini kolunu sallayarak her yıl Almanya'ya gelerek ailesini ziyaret etmektedir. Almanya'nın gizli servisinden, polisine tüm birimlerin bilgisi dahilide gerçekleşmektedir bu durum, ancak onu yakalamak bir yana, özenle korumaktadırlar. O dönemde Almanya'da eski Nazi'lerin bulunmadığı herhangi bir birim olmadığından, savaş suçlularını yakalamak imkansız gibidir. Sonuç itibariyle Mengele'yi yakalayamasalar da, Almanya'da normal bir hayat sürmekte olan, ama Auschwitz'deki katliamda önemli bir rol üstlenmiş SS subaylarını yakalamak ve adalet önüne çıkarmak suretiyle kamuoyunda Auschwitz hakkında önemli bir farkındalık yaratmayı başarırlar. Mengele'yi ise yakalayamazlar, 1979'da Brezilya'da denizde yüzerken kendi eceliyle ölür o cani.
Lars Kraume'nin 2015 tarihli "Devlete karşı Fritz Bauer" filmi ise, Adolf Eichmann'ın Arjantin'de yakalanarak yargılanmasının arkasında yatan gerçek hikayeyi anlatıyor. Eichmann'ı yakalayan Mossad değil, başsavcı Fritz Bauer'in bizzat kendisiymiş. Almanya'da ilgili tüm birimler onu engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar, hatta eşcinselliğini dahi ona karşı kullanmaya çalışıyorlar. Bauer, tüm engellemelere rağmen, Eichmann'ın nerede olduğunu tespit ederek, kılını dahi kıpırdatmayan alman birimlerinden ümidini kestiğinden, vatan hainliğiyle suçlanmayı da göze alarak Mossad'a başvuruyor. Hatta onlar bile Bauer kadar Eichmann'ı yakalamaya hevesli değiller, zira tüm odaklarını ve kaynaklarını yeni Arap düşmanlarına yönlendirmiş durumdalar. Bauer, onları ikna edebilmek için Eichmann'ın gizli kimliğini farklı kaynaklardan ispatlamak durumunda kalıyor.
Bauer'in bu işbirliğinde önemli bir ön şartı var; Eichmann yakalandığında Almanya'da yargılanması konusunda Mossad'ı ikna ediyor. Tüm amacı, bu sayede Alman halkının işlediği suçlarla yüzleşebilmesi. Ancak Eichmann yakalandığında Alman Devleti iade talebinde bulunmuyor. Adenauer hükümetinin içinde, Adenauer'in sağ kolu başta olmak üzere önemli bazı figürlerin Nazi geçmişleriyle yüzleşmesinin hükümeti devirmeye kadar götürebileceği düşünülüyor. Sovyetler'e karşı yoğun bir soğuk savaş yürüten ABD de, hükümetin sarsılması ihtimalini dahi göze almak istemiyor. Bu durumun ülkede yükselmekte olan komünist güçlerin iktidara gelmeleriyle sonuçlanabileceğinden endişe ediliyor. Sonuç itibariyle Eichmann gibi suçu çok net sabit bir katil dahi, tepsiyle sunulmasına rağmen Almanya'ya getirilemiyor.
Tarih, hep üç beş karakterin kötülüğü üzerinden hesaplaştığı olayların arkasında yatan esas sorumlu güçlerle bir gün yüzleşebilecek mi, maalesef hiç sanmıyorum, zira tarihi hep güçlüler yazıyor, cahiller de çabuk unutuyor, ama yine de çok şükür ki, gözünü açmak isteyenler için kitaplar, filmler, diziler buzdağının ucunun altında kalan parçalara dair fikirler verebiliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder