Ahmet Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2021 Pazar

Felsefeye Giriş II - Bilgi Felsefesi


Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabına notlar düşmeye çalıştığım ilk yazıda konuyu biraz dağıtarak fazla ilerleyememiş ve kitapta değinilen felsefenin başlıca alanlarına farklı yazılarda değinmeye karar vermiştim. Kitap felsefenin tanımından sonra bilgi felsefesi (epistemoloji) ile devam ediyor. Kısaca özetlemek gerekirse bilginin kaynağı, kapsamı ve imkanı gibi konular tartışılıyor. Bilginin kaynağı temel olarak iki şekilde olabiliyor; duyular, gözlem ve deneylerle elde edilebiliyor (deneycilik, empirizm) veya akıl ve düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabiliyor (usçuluk, rasyonalizm). Bu iki kaynakla erişilemeyen tanrı gibi metafizik kavramlara ise sezgicilik ile ulaşılmaya çalışılabiliyor. Felsefede sık sık karşılaştığımız üzere, genelde düşünürler uç kamplara bölünmeye meylediyorlar. Genelde ya sadece aklımıza güvenebiliriz, ya da sadece gözlemlerimize güvenebiliriz deme eğilimindeler, neyse ki arada bu kaynakları sentezlemeyi akıl edenler de çıkabiliyor.
 
Bilginin alanı, kapsamı, sınırları konusu da, bilginin kaynağına benzer bir tartışma ile ilerliyor. Bilginin kapsamı sadece gözlemlerle elde edebileceklerimizle mi sınırlıdır, yoksa hayal gücümüzle sonsuz genişletilebilir mi? Bu noktada her türlü metafizik alanı bilginin kapsamı dışında bırakan pozitivizm akımı öne çıkıyor, ve bilginin kapsamını bilimsel olarak çalışılabilen alanlarla sınırlıyor.

Bilgiyi o veya bu kaynaktan elde ettiğimizde, işimiz bitmiş olmuyor. "Elde ettiğimiz bilginin gerçekliğinden emin olabilir miyiz" sorusu öne çıkıyor. İşte bu noktada da karşımıza şüpheciler çıkıp, her türlü bilginin gerçekliğinden şüphe ediyorlar. Septizmin (şüphecilik) farklı yörüngelerinde, kendilerini ılımlı veya aşırı şüpheci gibi farklı derecelerde konumluyorlar. Felsefede modern çağın başlatıcısı olarak görülen Descartes, tüm bilgilere şüpheci bir şekilde yaklaşarak öncelikle hepsini bir güzel eliyor. Bir çuval dolusu elmanın içlerinden çürükleri ayıklamak için tüm çuvalı boşaltmak ve elmaları teker teker kontrol ederek tekrar çuvala doldurmak gerekir, diyor. 

Bu işlemi yapabilmek için elmaları yani tüm bilgileri teker teker şüphe filtresinden geçirdiğinde, elinde emin olabildiği tek bilginin kendi varlığı olduğuna kanaat getiriyor. Sınadığı tüm bilgilerden şüphe edebilmekteyken, düşünebildiğine göre kendi varlığından şüphe edemeyeceği sonucuna varıyor. Felsefeyle ilgilensin, ilgilenmesin, muhtemelen herkesin kulak aşinalığına sahip olduğu "Düşünüyorum, öyleyse varım"'ı bu vesileyle zikretmiş Descartes. Büyük çoğunluk gibi, bağlamını öğrenmeden önce ben de bu cümleyle Descartes'ın düşünmenin önemine vurgu yaptığını çıkarsamıştım, ama meğer o düşünme yetisi sayesinde varoluşunu bir hakikat olarak ortaya koyuyormuş.

Günümüzde Matrix gibi filmlerle son derece popüler hale gelen simülasyon teorilerini dikkate aldığımızda, tüm insanlığın, hatta evrenin bir bilgisayar simülasyonundan ibaret olabileceği ihtimali yanlışlanamaz, yani aksi ispatlanamaz durumdayken, çuvala konan ilk elmanın da çürük olmadığının bir garantisi bulunmuyor. Esasında en uç noktada düşündüğümüzde gerçekten de elimizdeki hiçbir bilginin gerçekliğinden tamamen emin olamıyoruz. Hele bir de son yüzyılda atom altı parçacıkları inceleyen kuantum fiziğinde yaptığımız gözlemler sağduyumuzu öylesine derinden sarsmış bir durumda ki, 300 yıldır tartışılmaz bilimsel gerçeklik olarak algıladığımız Newton kanunları dahi temelinden sarsılmış durumda.

Bu aralar Nigel Warburton'un Klasiklerle Felsefe isimli, önemli felsefe başyapıtlarının özetlerinin bulunduğu bir kitabı zamana yayarak okuyorum. Orada Descartes'ın Meditasyonlar kitabının da bir özetini okudum. Descartes, kendi varlığını hakikat olarak bir bilgiden çok bir sezgiyle ortaya koyduktan sonra, çuvala hakikat oldukları tartışmalı elmaları doldurmaya devam ediyor. İlk iş olarak çuvala tanrının varlığına dair bir elma koymak istiyor. Yani tanrının varlığını tartışılmaz bir hakikat olarak ispatlamaya girişiyor. Tanrıya inanmak mümkündür, ama tanrının varlığını yanlışlanamaz bir bilgi olarak ortaya koymak, insanoğlunun muhtemelen düşünmeye başladığından beri çabaladığı ama hep çuvalladığı bir durumdur. Çuvalı bu şekilde dolduracaksan, neden en başta boşalttın dedirtiyor adeta.

Descartes'ın neden felsefede modern çağı başlatacak kadar önemli bir düşünür olduğu üzerine kafa yormaya başladım. Sanırım, Ortaçağın tamamen karanlığa bürünmüş, tartışmaya hiçbir şekilde açık olmayan dogmatik bilgilere boğulduğu bir dönemde, çuvaldaki elmaları meydana döküp, tüm bilgileri tekrar elden geçirmeye çok ihtiyaç vardı. Antik Yunan'da çok güçlü olan şüphecilik akımı, kilisenin şüphe etmeyi affedilemez bir günah haline getirdiği Ortaçağ'da tamamen yok olmuş ve böylece yeni bilginin üretilebilmesinin önüne de set çekilmiş. Descartes şüpheciliği geri getirerek ve bilgiyi temel hakikat olarak kendi varoluşuna kadar da soyarak, düşünce Dünya'sını temelden silkelemiş olsa gerek. Bugün ülkemizde de bu türden bir şüpheciliğe, tüm ön yargılardan ve ezberlerden kurtularak, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tekrardan düşünmeye gerçekten çok ihtiyacımız var.

Şu anda fena sallıyor da olabilirim, zira bu konular hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum, ama aklıma Nietzsche'nin üstün insanı Übermensch geldi. Nietzsche de üstün olarak, toplumun dayattığı her türlü kültür, gelenek, yargı gibi zincirlerden kurtularak, bağımsız düşünebilen, kendi değer sistemini oluşturabilen insanı tasavvur etmektedir (anladığım kadarıyla). Bu türden üstün insanlara tüm toplumların acil ihtiyacı var. Başta belli çıkarlar uğruna çarpıtılmış dinler olmak üzere, politika, medya gibi kurumlarca körüklenen, toplumlardaki kemikleşmiş yargıların insanların ayaklarına nasıl prangalar vurduğuna her gün tekrar tekrar şahit olmuyor muyuz?

Eğitim sistemimize dönüp baktığımızda, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ezbere bilgi dayatmıyor muyuz bakir nöronlarla dolu taze beyinlere? Tarihimizdeki tüm zaferler kahramanca, tüm yenilgiler talihsizce gerçekleşmiş, sütten çıkmış ak kaşık misali bu topraklar hep erdem dolu bir tarih yazılagelmiş. Beyinlere şüphe tohumu eker korkusuyla bir evrim teorisini dahi ders olarak okutamıyoruz. Sorgulamayı öğretmediğimiz kuşaklar yetiştirip, sonra da neden koyun gibi güdülmeyi bekleyen bir garip millet olduğumuza şaşırıyoruz.

Aşırıya kaçmadan, nihilizm tuzaklarına düşmeden, sağlıklı bir miktarda şüpheciliği başta çocuklar ve gençler olarak herkesin içselleştirmesi gerekiyor. Toplumdaki gerçeklik algısı giderek bozulmakta, medyanın (nesnel olarak hiç sahip olmadığı) tarafsızlığını tamamen kaybettiği, sosyal medyanın giderek temel haber kaynağı haline geldiği günümüz Dünya'sında "hakikat" ile bağımızı tamamen yitirmek üzereyiz. "Okumuş", "Etmiş" diye tabir edilebilecek insanların dahi kulaktan dolma, uydurma bilgilere itibar edebildiği, en ufak bir süzgeçten geçirmeden paylaşabildiği "bilgi yanılsamaları/yalanları" çığ gibi ürkütücü bir hızla yayılabilmekte. Baudrillard'ın tarif ettiği hipergerçekliğe, yani gerçeklikle bağını tamamen yitirmiş bir "gerçekliğe" doğru hızla ilerliyoruz.

Yani kısacası, hakikat diye sınıflandırdığımız elimizdeki tüm bilgileri şimdi sakince yere bırakarak DÜŞÜNME vakti. O bilgilerin bir kısmını bir daha elimize almayacak şekilde yerde bırakma, kucağımıza topladığımız, sağlam gözüken elmaları da içlerinde kurt olabileceğinin bilinciyle tüketme, bugün sağlam gözüken elmaların da eninde sonunda çürüyebileceği ihtimalini de aklımızdan hiç çıkarmadan, tekrar tekrar boca etme ve şüphe ederek yaşama vakti... 


20 Mart 2021 Cumartesi

Felsefeye Giriş I

Antik Yunan Felsefe Tarihine paralel okumaya başladığım kitaplardan biri Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabı oldu. Farklı felsefeye giriş kitaplarının yaklaşım şekillerini kıyaslamak için, kitapların içindekiler kısımlarını inceledim. Birbirinden farklı yöntemler olduğunu gördüm. Hemen kavramlara bodoslama dalan, bir de çeviri olan bir kitapla başlamayı arzu etmediğimden, Ahmet Arslan'ın, felsefenin tanım ve kapsamını kısaca verdikten sonra kitabın büyük kısmını felsefenin farklı alanlarına ayırdığını gördüğümde, hangi kitabı alacağıma karar vermem kolay oldu.

Her hafta sonu sadece bir bölümünü okuyarak, böylece haftalara yayarak bitirdim. Her bölüm felsefenin başka bir alanına değindiğinden, yıllara dağılmış olan kendi görüşlerimi konsolide etmemi, sorgulamamı, yeniden değerlendirmemi sağlaması açısında çok keyifli bir zihin jimnastiği oldu. Esasında kendi kendimize veya dostlar arası muhabbette zaten felsefe yapıyor olduğumuzu görmek teşvik ediciydi, ama hayat karmaşıklaşıp zorlaştıkça, koşturmaca içinde insan kendisine de, çevresine de sorgulamaya değer konuları sormayı hızlıca unutuyor ve geçen yıllarla birlikte hayatın akışından tamamen çıkarabiliyor. Halbuki insana varoluşunu hiç çaktırmadan unutturabilen bu tür bir rutinden çıkabilmenin tek yolu, bu soruları bıkmadan usanmadan tekrar tekrar haykırabilmek olsa gerek.

Tabii hayatta felsefi sorular sorabilmenin bir takım bedelleri var. En önemlisi; düşünmek için öncelikle şu acımasız hayatta vakit bulabilmek gerekiyor. Farz edelim vakti bulabildik, bu sefer de sadece boş vakit yetmiyor, düşünceye yakıt gerekiyor. Nasıl yemek yemeden vücudumuzu besleyemiyorsak, zihnimizi beslemek için de mutlaka okumak, merak etmek, araştırmak zorundayız. "Zaten çok yorgunum, kafamı boşaltmalıyım" diye, farklı boyutlardaki içi boş ekranların karşısına geçince beslenmiş olmuyoruz maalesef. Olur da bir şekilde emek verip bu entelektüel tetiklemeyi sağlayabildiğimizde, bu sefer aynı yolda yürümekte olan yoldaş bulabilme, bir çift laf edebilme güçlüğüyle karşılaşabiliyoruz. Herkes öyle bir hengame içinde yaşıyor ki (en azından büyük şehirlerde) uzatılan kırmızı-mavi hapların vesile olduğu (eğer olur da bir tepkiye yol açarsa) tek soru işareti gözlerdeki bu da nereden çıktı şimdi, böyle şeyler için vaktim yok şaşkınlığı oluyor. Yani kimsenin hakikat için, bilgi için vakti yok, bu da içinde bulunduğumuz düzende anlaşılır bir durum.

Hatırlıyorum da, okumak dışında beslenebileceğimiz kaynakların çok sınırlı olduğu kendi gençlik yıllarımda, ne kadar sık felsefe yaparmışız, ne kadar boş vaktimiz varmış, ne kadar meraklıymışız, enerjikmişiz, ama ne kadar da har vurup harman savurmuşuz zamanı (kendi adıma konuşuyorum). Halbuki hayatı çok sorgulardık, biz kimiz, niye yaşıyoruz, iyi - kötü nedir, ne olmak istiyoruz,  dostluk nedir, güzel nedir, sayısız soruyu, kendimize, birbirimize sorar dururduk. Kendi adıma, yaş ilerledikçe bu sorulara bir takım iyi kötü tatmin olduğum, en azından gündemimden düşürebildiğim (sıkışınca fazlasıyla kestirme olan) cevaplar verdikten sonra yoluma devam etmişim ve hayatın çarklarına takılıp gitmişim. 

O kafa karışıklıklarına ve onlara zaman içinde eklenen (ama çoğuna cevap dahi aramayı aklımıza getirmediğimiz) pek çok soruyu daha sistematik bir şekilde kendime yeniden sormam, yeni cevaplar aramam gerektiğini şimdilerde görmeye başlıyorum. Sık sık dönüp hayatıma, dönüm noktalarıma ve aldığım kararlara bakıyorum. Mesela bu aralar okuduğum bölümü niye tercih ettiğimi (tamamen şuursuzluk, piyango oraya vurdu) soruyorum kendime, esasında severek okudum (en azından pişman olmadım), ama hiçbir saniye benim için bir tutkuya dönüşmedi, benden beklenenden fazlasını öğrenmeye gayret edeceğim bir noktaya hiç gelmedi. Halbuki en azından bir tarafına bayılıp, bu konuda başka neler okuyabilirim diyebilmeliydim. Bu durumu neden sorgulamadım, sorgulasaydım tutkuyla bağlanabileceğim bir meslek bulabilir miydim acaba. Arayıp bulabilseydim, kendimi bildiğim kadarıyla ne olursa olsun peşinden giderdim. 

Evet biliyorum geçmiş ola, ama bu sorgulama bugün için de çok önemli. Hayatın bana çizdiği yolu, benim de sağa sola devirmelerimle (belki de dümen kırabildiğim yanılsamalarıyla) bir rota tutturdum, gidiyorum ama şimdilerde bu rotayı sorgulamayı çoktan bırakmış olduğumu fark ediyorum. Kader yukarı katlarda bir gücün deftere yazdıkları değil, insanın kendini akışa devinimsiz bırakıyor olması olsa gerek. O zaman şimdi bir silkinip, yaş olarak yolun yarısını çoktan geçmiş olsam da, bu sorgulamayı son nefesime kadar yapabilecek bir yeni ben inşa edebilmeliyim. 

Bugün de sevdiğim ama pek tutku duymadığım bir iş yapıyorum, ülkenin bitmek bilmeyen sorunları ve krizleri de beni çok bezdirdi farkındayım. İdealist olmak, sadece işini iyi yapmaya odaklanmak hiç ama hiç prim yapmıyor bu topraklarda. İşini iyi yapan değil, "işini iyi bilen", yani kendini iyi pazarlayan, sesi daha gür çıkan, kolayca eğrilip bükülebilen kazanıyor. Her türlü etik kuraldan, saygıdan uzak bir çarpışmalar manzumesi söz konusu. "Soytarılık sanatı" diye niteleyebileceğim pazarlama denen kavram benim mizantrop doğama o kadar ama o kadar yabancı ki, çoğu zaman yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor ve çıkan faturaları vicdanıma postalıyorum. İşlerini tutkuyla yapabilen insanlara çok imreniyorum ve kendime soruyorum, benim tutkuyla bağlanabileceğim bir misyonum olabilir mi bu hayatta?

Ahmet Arslan'ın kitabından çok kendi felsefeme giriş oldu bu giriş. Kendimi şöyle bir cimcikleyip kitaba dönersem, başlığından bekleneceği üzere felsefenin tanımıyla başlıyor. Farklı kaynakları okudukça fark ediyorum ki, hem felsefenin kendi tanımı, hem de felsefeye ait çok sayıda kavram, düz tanımlardan okudukça anlam kazanmıyor, en azından benim için böyle. Hatta farklı filozofların aynı kavramlar için farklı tanımları olduğunu zamanla fark ettikçe, tanımlardan yola çıkarak felsefeye girmenin çok sağlıklı bir yöntem olacağını düşünmüyorum. Başlarda her yeni kavram için sözlüklere başvuruyordum ama zamanla fark etmeye başladım ki, belli kavramlarla farklı mekanlarda kendi bağlamlarında karşılaştıkça yerlerine oturmaya başlıyorlar, hatta zamanla dönüşebiliyorlar.

Arslan, verdiği tanımın ardından kısaca felsefenin bilimle, dinle ve sanatla ilişkisini inceliyor. Özellikle takip ettiğim podcast ve youtube kanallarında bu ilişkiler hakkında pek çok görüş dinledim ve konu çok ilgimi çekti. Etimolojik olarak bilgi/bilgelik sevgisi anlamına gelen philosophia'dan türeyen felsefe, Antik Yunan'da başladığında, başlıca konusu doğayı anlamak üzerine kuruluydu. Antik Yunan'da bilimin temelleri doğanın ve evrenin temel yapı taşını arayan ve Thales'le başlayan bir seri düşünürle atılıyor, Aristoteles ile yüzyıllarca yıl hükmünü sürecek bir sistematiğe oturuyor. Özellikle ortaçağda dinin dogmatik yaklaşımı bilime ket vuruyor, özgür düşünme, eleştirme, sorgulama adeta yasaklanıyor. Ne zamanki Avrupa'da başlayan aydınlanma ile Galileo gibi cesur bilim insanları kilisenin karşısına dikilebilme cesaretini gösteriyorlar, bilim de zincirlerinden kopup coşmaya başlıyor, Darwin'in evrim teorisi ise dinin bilim üzerindeki baskısına son darbeyi indiriyor.

Oğlum bu sene ortaokulu bitiriyor ve evrim müfredattan çıkarıldığı için okulda öğrenmediler. Zaten başta Cosmos olmak üzere beraber izlediğimiz pek çok bilim dizisinden konuyu biraz biliyordu ama 21. yüzyılda çocuğuma oturup evrim teorisini, doğal/yapay seçilimi kendim anlattım. Ama ülkemizin aydınlanması için tek ümidimiz olan yeni kuşaklar, din adına tüm Dünya'nın kabul ettiği bir gerçekliği bilmeyerek, hatta bilmemenin ötesinde ne olduğunu anlamaya çalışmadan düşmanca reddedecek şekilde yetiştiriliyorlar. 

Gazetelerde her gün üniversitelerin temel bilim bölümlerinin kapatıldığı haberlerini okuyoruz. Koca ülkede bir avuç fakülte kalmış durumda. Sansürlü ve her türlü sorgulamadan uzak ezberci sistemimizle, gençleri temel bilimlerden soğuttuk. Zaten ülkede bilim üretilmediğinden öğretmen olmak dışında bir seçenekleri kalmayacağını, öğretmen olabilseler de, atanmak için yıllarca bekleyeceklerini düşünerek temel bilimlere uzak duruyorlar. Üniversitelerimizin hali hepimizin malumu, kapılarında güvenlik kontrolleri ve polis bulunan, Dünya'dan her anlamda kopuk, izole kampüslerimiz var. Avrupa'da herhangi bir üniversiteye isteyen sıradan vatandaş elini kolunu sallayarak girebilir, hiç surlarla çevrili bir üniversite gördüğümü hatırlamıyorum. Resmen Hristiyanlığın ortaçağını andıran bir noktaya doğru kararlı adımlarla gidiyoruz. Engizisyon mahkemeleri zaten kurulu, bir tek meydanlarda bilim insanı yakmadığımız kaldı. Çoğunu yakmaktan beter hale getirdik, önemli ve değerli bir kısmı ülkeyi çoktan terk etti bile ama yetmez, düzenli aralıklarla tekrar tekrar gündeme getirilen "idam cezası geri gelsin" çağrılarıyla çağdaşlaşma yolunda azimle hiçbir engel tanımayacağımızın sinyallerini vermeye devam ediyoruz.

Konuyu  bir kez daha dağıttım, düşünmek insana galiba hiç iyi gelmiyor, kaldığım yere geri döneyim. Tarih boyunca kol kola yürümüş olan felsefe ile bilim, zamanla, özellikle bilimin iyice kurumsallaşmasıyla birbirlerinden ayrılmaya başlıyorlar. Felsefe daha çok bilimin kendisine terk ettiği alanlarda var olabiliyor gözüküyor. Bilimsel yöntemlerle araştırılamayan din, ahlak, varoluş gibi metafizik konulara sıkışıyor. Bu noktada bilimin nasıl sorusuna, felsefenin neden sorusuna yanıt aradığı gibi görüşler de mevcut. Benim görüşüm bilim ve felsefe arasında bu şekilde zorlama ayırımlar yapılmasına hiç ihtiyaç olmadığı yönünde. Felsefe daha çatı bir kavram olarak görülebilir. Tarih boyunca olduğu üzere felsefenin sorduğu sorular bilimi beslemiş, ilham vermiştir. Öyle olmaya da devam edecektir. 

Mesela felsefe "insan nasıl daha iyi yaşar" diye sorar. Bilim, insanın nasıl mutlu olacağından yola çıkmaz, öyle ulvi bir amaçla da hareket etmez, ama bilimin insanlığa kazandırdıkları, toplumun refahını arttıracak, sorunlarına çözüm bulacak, hayatını kolaylaştıracak sayısız buluşlara vesile olur. Bu minvalde düşünmeye devam edersek, bilimin imkan verdiği yeni buluşların kullanımı noktasında felsefeye bir diğer önemli görev düşüyor. Bilim bilgiyi üretirken, bilginin nasıl kullanılacağını tartışmıyor. Atomun parçalanmasının atom bombasını, gen teknolojilerinin gelişmesinin, canlıların ve günümüzde artık mümkün olduğu üzere insanın genetiğine müdahale edilmesini mümkün hale getirmesine dair yöneltilecek ahlaki soruları tartışmak felsefenin görevi olsa gerek. 

Ben öğrenim hayatım boyunca hiç felsefe dersi görmedim. Bilimin dili matematik ise felsefenin dili mantıktır. Lisede gördüğüm Türk müfredatı Mantık dersinin (keşke Alman hocadan Almanca görseymişiz) kabus gibi kupkuru bir şekilde işlendiğini hatırlıyorum. Halbuki bence hem ortaöğrenimde hem de üniversitelerde felsefe temel ders olmalı. Gerçi bizim ülkemizde o ders hızla "Aşağıdaki cümlelerden hangisi Aristo'nun şu yılda kurduğu cümlelerden biri değildir" diye a,b,c ve d seçenekli olarak önümüze gelir ve bizim de sıdkımız sıyrılır, yeryüzünde felsefeden en çok nefret eden gençlik olarak tarihe geçerdik. Yine de özellikle temel bilimlerde felsefe dersinin daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bilim insanları bence felsefeyle haşır neşir olmalılar.

Aynı şekilde bilimin ürettiği bilgiler de felsefeye yön vermektedir ve de vermelidir. Bilimi dışlayan bir felsefi tartışmanın değerli olabileceğini düşünmüyorum. Bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçeklik olan evrimi yok sayarak, varlık felsefiyle uğraşmak bana göre abesle iştigaldir. Aynı şekilde mesela sinirbilimin büyük bir hızla beynin işleyişine dair ortaya çıkarmakta olduğu bilimsel gerçeklikleri göz ardı ederek zihin felsefesinde ahkam kesmek ahmaklıktır.

Kitabın girişine sadece bir paragrafta değinmeyi hedeflerken, çala kalem biraz kaptırdım kendimi. Girişi geçecek takatim de kalmadı. Şimdilik burada kesip, başlığa da -I- ekliyorum. Belki kitapta ilerleyen bölümlerde değinilen felsefenin farklı alanlarına yeni notlarda değinirim.


6 Mart 2021 Cumartesi

İlkçağ Felsefe Tarihi - Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi

Felsefe Tarihi okumaya ilkçağdan başlamaya karar verince, hemen yerli kaynak araştırmaya başladım. Bir tercüme faciasıyla karşılaşmamak ve okuduğumu anlayamadığımda bunun benden kaynaklanıp, tercümeden kaynaklanmadığından emin olmak için en doğru adım bu olacaktı. İlkçağ felsefe tarihi deyince izlediğim vlog ve dinlediğim podacast'lerde sık sık referans verilen kaynaklardan biri Ahmet Arslan'ın 5 ciltlik kitabı oldu. Paralel okuma yapabilmek için seçtiğim ikinci kaynak ise Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi oldu. Cevizci'nin oldukça kalın kitabı, ilkçağdan başlayarak felsefe tarihinin izini 20. yüzyıl Baudrillard'a kadar sürüyor. Böylece her döneme dair okuma yaparken başvurabileceğim ikinci bir kaynağım olacak.

Bu süreçte öğrendiğim bilgilerin neredeyse tamamı benim için o kadar yeni ve ilham verici ki (neredeyse her yeni bilgide internete dalma ihtiyacı duyuyorum), bunları kısa sürede unutacağım düşüncesi beni çok üzüyor. Çünkü gerçekten de, topladığım bilgileri kısa hafızamdan uzun hafızama geçirmekte büyük zorluklar yaşıyorum. Bilgileri hafızada daha kalıcı yapabilmenin en verimli yolu (her ne kadar yazmayı gerçekten hiç sevmesem de) notlar, özetler çıkarmak olsa gerek. En azından denemeliyim.

Antik Yunan filozofları deyince aklıma hemen Sokrates, Platon ve Aristoteles gelirdi, ancak meğer onlardan önce gelen ve Sokrates öncesi olarak nitelenen filozoflar grubu, Antik Yunan felsefesinin temelini atmışlar. Ahmet Arslan, kitabının ilk cildinde bu filozoflara yer veriyor. Felsefe Tarihi'nin başlangıcını da İÖ. 6 yüzyıl olarak Thales'le başlatıyor. Felsefenin neden Antik Yunan'da başladığına dair argümanları okurken açıkçası pek ikna olmadım. Felsefe olarak kabul edilmeyen Çin ve Hint düşünce sistemleri, neden felsefenin en önemli sorularından biri olan "insan nasıl daha iyi yaşar"'a yanıt veremesin ki? Bir başka görüş alabilmek için, Ahmet Cevizci'nin kitabına geçtiğimde Thales'le aynı dönemde yaşamış olan Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Zerdüşt'ün ve Lao Tzu'nun pek tabii ilk filozoflar olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Bu düşünce akımlarının çıkış noktalarını (şimdilik) üstünkörü araştırdığımda, bir din olarak ortaya çıkmadıklarını, insanların, toplumun daha iyi yaşam koşullarına ulaşması için öneriler getirdiklerini gördüm.

Tüm felsefe tarihinin Antik Yunan'la başlatılması, tarihi güçlülerin yazmasının, dolayısıyla da kendini oldum olası medeniyetin beşiği olarak gören batı Dünya'sının bir kabullenmesi olduğunu düşündüm. Antik Yunan felsefesinin öncülü olan Yunan mitolojisinin, teolojisinin (din anlayışı) ve kozmonolojisinin (evrenin nasıl yaratıldığı) de ne kadar yoğun şekilde kendisinden önceki kültürlerden beslendiğini okuyunca bu kanım güçlendi. 

Yunan mitolojisinin ozanları Homeros ve Hesiodos'tan tam 1000 yıl önce yazılmış olan Sümerlerin Gılgamış Destanı mesela çok önemli bir ilham kaynağı olmuş. Gılgamış Destanı'nı incelerken öğrendim ki, destanda anlatılan tufan hikayesi Semavi dinlerdeki Nuh Tufan'ıyla neredeyse birebir aynı. Yani etkileri binlerce yıl devam etmiş, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar nüfuz etmiş. Aynı şekilde Antik Yunan filozofları astronomi, matematik, geometri gibi alanlardaki bilgilerini büyük ölçüde Mezopotamya, Pers,  Mısır gibi antik çağın ileri medeniyetlerinden alıyorlar. Mesela ilk filozof olarak nitelenen Thales bizzat Mısır'a giderek geometriyi öğreniyor, ve bugün hala Thales teoremi olarak okuduğumuz bilgiler, köklerini Antik Mısır'dan alıyorlar. Sonra deniyor ki, Mısırlılar geometriyi bir bilim olarak ele almadılar, sadece her yıl taşan Nil nehrinin değiştirdiği coğrafyada ihtiyaçları olan hesaplamalar için kullandılar. Ancak dikkate alınmalı ki, o dönemde bilim ve felsefe ayrımı yapılmıyordu, bilginin her türü felsefe sınıflaması altındaydı.

Ancak Yunan filozofların haklarını da teslim etmek gerekiyor. Topladıkları tüm bilgileri bir sistem içine yerleştirmeye çalışmaları itibariyle, bugünkü bilim anlayışımızın temellerini atmışlar. Çevrelerini, doğayı çok detaylıca incelemişler. Evrenin, maddenin, hayatın temel yapı taşlarını keşfetmeye çalışmışlar. Bu anlamda gerçekten de sadece pratik bir amaç için değil de, kendilerine sordukları felsefi soruları yanıtlayabilecek ve meraklarını tatmin edecek şekilde bilgi üretmişler. Bu noktada bir parantez daha açmakta fayda var. Aynı dönemde, muhtemelen daha ileri bir "bilimsel altyapı"'ya sahipken, neden diğer kültürlerden benzer bir Dünya'yı kavrama çabası ortaya çıkmıyor. Bu noktada sayılabilecek çok sayıda argüman bulunuyor. Evreni kavramaya çalışırken, içlerinde bulundukları kültürü, evrenin nasıl var olduğunu ve din anlayışını da sorgulamak gerekiyor. Güçlü bir rahip sınıfının hükmünde olan dogmatik bir din anlayışının, kendi iktidarını sarsacak bir görüşe/sorgulaya izin vermeyeceği çok açıktır. Diğer toplumların aksine Yunanlılarda bu şekilde bir rahip sınıfı bulunmuyor. Aristokratlar, gayet antromorf (insan şekilli) mitolojik bir din anlayışını devam ettirirken, halkın daha alt kesimlerinde eski Pagan inançlar hüküm sürüyor. Zeus'un baş tanrı olduğu din anlayışında tanrılar açıkça eleştirilebiliyor, çocukça kavgalarıyla dalga geçebiliyor, hatta mitolojisinde insanlar tanrılara meydan dahi okuyabiliyorlar.

Toplumların yönetim şekli de önemli bir rol oynuyor. Mutlak hükümdarlar, hayatı ve yaşama şekillerini sorgulayan düşünürleri ve düşünceleri baskılarken, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan'da bu konuda son derece özgür bir ortam var. Coğrafi olarak dağlarla çevrili olan Antik Yunan şehir yönetimleri (merkezi bir yönetim bulunmuyor) korunaklı olmaları ve o dönem için önemli olan geniş tarım alanlarına sahip olmamaları itibariyle de komşu hükümdarlar tarafından işgale uğramıyorlar. Tarım alanlarına sahip olmamaları onları deniz ticaretine yönlendiriyor ve kısa sürede zenginleşiyorlar. Zenginleşen toplumda, tüm gün çalışmak zorunda kalmayan ve düşünmeye meyleden insanlar, düşünmeye vakit bulmaya başlıyorlar.

Thales'le başlayan Antik Yunan felsefi düşünce sistemi bir nevi ilerlemeci bir anlayışla sürüyor. Fenikelilerden öğrendikleri yazı sayesinde öğretileri kuşaklardan kuşaklara geçiyor, ve diyalektik bir düşünme şekliyle yeni sentezler ortaya çıkmaya devam ediyor. Bir parantez de buraya; felsefe tarih boyunca tabii ki bilimde olduğu şekilde ilerlemeci sürmüyor. Zaten soyut bir düşünce sistemi olarak düşünülürse, mutlak bir hakikat olmaması ve o mutlak hakikatlerin peşinden giderken son derece öznel yorumlara açık olması itibariyle bu durum çok doğal. Hele ortaçağda dinlerin son derece dogmatik baskısıyla öyle bir duraklama ve gerileme dönemine giriyor ki, bir Aristoteles seviyesine geri gelebilmesi iki bin yıl alıyor.

Thales'le birlikte İyonya Okulu, Batı Anadolu'daki Milet'te başlıyor. Anılan 3 önemli filozoftan diğer ikisi Anaksimandros ve Anaksimenes. Doğayı incelediklerinde evrenin yapı taşının ne olduğu sorusuna 3 farklı cevap veriyorlar. Thales cismin 3 şekline de (katı, sıvı, gaz) rahatça dönüşebilen suyun temel yapıtaşı olduğunu, doğada gözlemlenebilen her nesnenin sudan oluştuğunu söylüyor.  

Anaksimandros hocasına katılmıyor, suyu hem nitelik hem de nicelik olarak evreni açıklama noktasında yetersiz buluyor. Temel yapı taşının çok farklı maddeleri açıklayabilmesi için niteliksiz ve miktar olarak sınırsız olması gerektiğini düşündüğü için evrende soyut bir temel yapıtaşı olması gerektiğini öne sürüyor ve buna apeiron ismini veriyor.

Anaksimenes ise Thales'in görüşüne geri dönerek, evrenin temel yapı taşını yine somut bir madde olarak havayla açıklar. Ona göre hava sıklaşarak veya seyrelerek diğer tüm maddelere dönüşebilmektedir. Ayrıca canlılara canını veren nefes de yine havadır.

İyonya Okulu'na paralel oluşan diğer önemli bir ekol ise Güney İtalya'da ortaya çıkan Pisagor Okulu'dur. Pisagor Okulu'nun en önemli farkı, onların salt anlamak ve bilmek için değil, daha arı bir yaşama şekline kavuşmak ve evren ruhuyla birleşmek için saf bilginin peşinden gitmeleridir. Tabii bu durum onların hızla bir tarikata dönüşmelerine yol açar. Ruh ve beden ayrımına, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Evreni İyonya Okulu'nda olduğu gibi maddeyle değil, formla açıklamaya çalışırlar. Formları meydana getiren matematiksel sayılardır. Bu sayılar noktalarla ifade edilir, ve o noktalar da bir araya gelerek formları oluştururlar. Bütün cisimleri, canlıları sayılarla ifade ederler. Aynı zamanda müzik teorisinin temeli harmoniyi de matematiksel olarak ilk modelleyen onlar olmuşlardır.

Felsefenin benim için anlaşılması en zor ve yorucu alanı olan varlık felsefesinin temel tartışma noktasını anlayabildiğim kadarıyla Elea Okulu'ndaki Herakleitos ve Parmenides ortaya atıyorlar. Evrendeki değişim olgusunu tartışıyorlar. Herakleitos varlığın değişmez bir yapı olarak ele alınamayacağını, tam tersine sürekli değişim, dönüşüm içerisinde olacağını ileri sürüyor. Örnek olarak meşhur aynı nehre iki kez girilemeyeceğini söylüyor, zira nehir akarken sürekli değişmektedir. Ona göre varlık yoktur, oluş vardır. Parmenides ise bunun tam tersini iddia ederek, beynimizi yakacak şekilde "Varlık vardır, var olmayan var değildir" diyecektir. Onun öğrencisi Elea'lı Zenon da onun teorisini savunmak için meşhur paradokslarını öne sürmüştür. Sonuç olarak Herakleitos ve Parmenides'in Oluş-Varoluş çatışması kendilerinden sonra gelecek olan filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.

Evrenin yapı taşını tek bir maddeyle açıklamaya çalışan tekil filozoflardan sonra Empedokles, Anaksagoras ve Demokritos gibi çoğulcu filozoflar ortaya çıkmıştır. Empedokles evrenin değişmez maddelerini toprak, hava, su ve ateş olarak açıklar. Tüm varlıkların sadece bu dört maddeyle açılanamayacağını düşünen Anaksagoras ise, evrende her maddenin kendi temel yapıtaşının bulunduğunu, dolayısıyla sınırsız sayıda töz olması gerektiğini ileri sürer. Demokritos ise doğada var olan tüm nesnelerin atom (bölünemeyen demektir) diye tabir ettiği küçük ve bölünemez bir parçacıktan meydana geldiğini söyler.

Çok kabaca Antik Felsefe Tarihi'nin Sokrates öncesi filozoflara dair ilk cildinden aklımda kalanlar bunlar. Felsefe Tarihi'nde okumalara devam ettikçe, muhtemelen bu kaynaklara tekrar tekrar dönmem gerekecek, belki de pek çok bilgiye, özellikle de oluş-varoluş sorunsalına başka pencerelerden bakma imkanım olacak. İkinci cilt olan Sofistler, Sokrates ve Platon'a çoktan daldım bile, bitirince ona dair de bir özet çıkarabilmeyi umuyorum.