4 Nisan 2021 Pazar

Felsefeye Giriş II - Bilgi Felsefesi


Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabına notlar düşmeye çalıştığım ilk yazıda konuyu biraz dağıtarak fazla ilerleyememiş ve kitapta değinilen felsefenin başlıca alanlarına farklı yazılarda değinmeye karar vermiştim. Kitap felsefenin tanımından sonra bilgi felsefesi (epistemoloji) ile devam ediyor. Kısaca özetlemek gerekirse bilginin kaynağı, kapsamı ve imkanı gibi konular tartışılıyor. Bilginin kaynağı temel olarak iki şekilde olabiliyor; duyular, gözlem ve deneylerle elde edilebiliyor (deneycilik, empirizm) veya akıl ve düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabiliyor (usçuluk, rasyonalizm). Bu iki kaynakla erişilemeyen tanrı gibi metafizik kavramlara ise sezgicilik ile ulaşılmaya çalışılabiliyor. Felsefede sık sık karşılaştığımız üzere, genelde düşünürler uç kamplara bölünmeye meylediyorlar. Genelde ya sadece aklımıza güvenebiliriz, ya da sadece gözlemlerimize güvenebiliriz deme eğilimindeler, neyse ki arada bu kaynakları sentezlemeyi akıl edenler de çıkabiliyor.
 
Bilginin alanı, kapsamı, sınırları konusu da, bilginin kaynağına benzer bir tartışma ile ilerliyor. Bilginin kapsamı sadece gözlemlerle elde edebileceklerimizle mi sınırlıdır, yoksa hayal gücümüzle sonsuz genişletilebilir mi? Bu noktada her türlü metafizik alanı bilginin kapsamı dışında bırakan pozitivizm akımı öne çıkıyor, ve bilginin kapsamını bilimsel olarak çalışılabilen alanlarla sınırlıyor.

Bilgiyi o veya bu kaynaktan elde ettiğimizde, işimiz bitmiş olmuyor. "Elde ettiğimiz bilginin gerçekliğinden emin olabilir miyiz" sorusu öne çıkıyor. İşte bu noktada da karşımıza şüpheciler çıkıp, her türlü bilginin gerçekliğinden şüphe ediyorlar. Septizmin (şüphecilik) farklı yörüngelerinde, kendilerini ılımlı veya aşırı şüpheci gibi farklı derecelerde konumluyorlar. Felsefede modern çağın başlatıcısı olarak görülen Descartes, tüm bilgilere şüpheci bir şekilde yaklaşarak öncelikle hepsini bir güzel eliyor. Bir çuval dolusu elmanın içlerinden çürükleri ayıklamak için tüm çuvalı boşaltmak ve elmaları teker teker kontrol ederek tekrar çuvala doldurmak gerekir, diyor. 

Bu işlemi yapabilmek için elmaları yani tüm bilgileri teker teker şüphe filtresinden geçirdiğinde, elinde emin olabildiği tek bilginin kendi varlığı olduğuna kanaat getiriyor. Sınadığı tüm bilgilerden şüphe edebilmekteyken, düşünebildiğine göre kendi varlığından şüphe edemeyeceği sonucuna varıyor. Felsefeyle ilgilensin, ilgilenmesin, muhtemelen herkesin kulak aşinalığına sahip olduğu "Düşünüyorum, öyleyse varım"'ı bu vesileyle zikretmiş Descartes. Büyük çoğunluk gibi, bağlamını öğrenmeden önce ben de bu cümleyle Descartes'ın düşünmenin önemine vurgu yaptığını çıkarsamıştım, ama meğer o düşünme yetisi sayesinde varoluşunu bir hakikat olarak ortaya koyuyormuş.

Günümüzde Matrix gibi filmlerle son derece popüler hale gelen simülasyon teorilerini dikkate aldığımızda, tüm insanlığın, hatta evrenin bir bilgisayar simülasyonundan ibaret olabileceği ihtimali yanlışlanamaz, yani aksi ispatlanamaz durumdayken, çuvala konan ilk elmanın da çürük olmadığının bir garantisi bulunmuyor. Esasında en uç noktada düşündüğümüzde gerçekten de elimizdeki hiçbir bilginin gerçekliğinden tamamen emin olamıyoruz. Hele bir de son yüzyılda atom altı parçacıkları inceleyen kuantum fiziğinde yaptığımız gözlemler sağduyumuzu öylesine derinden sarsmış bir durumda ki, 300 yıldır tartışılmaz bilimsel gerçeklik olarak algıladığımız Newton kanunları dahi temelinden sarsılmış durumda.

Bu aralar Nigel Warburton'un Klasiklerle Felsefe isimli, önemli felsefe başyapıtlarının özetlerinin bulunduğu bir kitabı zamana yayarak okuyorum. Orada Descartes'ın Meditasyonlar kitabının da bir özetini okudum. Descartes, kendi varlığını hakikat olarak bir bilgiden çok bir sezgiyle ortaya koyduktan sonra, çuvala hakikat oldukları tartışmalı elmaları doldurmaya devam ediyor. İlk iş olarak çuvala tanrının varlığına dair bir elma koymak istiyor. Yani tanrının varlığını tartışılmaz bir hakikat olarak ispatlamaya girişiyor. Tanrıya inanmak mümkündür, ama tanrının varlığını yanlışlanamaz bir bilgi olarak ortaya koymak, insanoğlunun muhtemelen düşünmeye başladığından beri çabaladığı ama hep çuvalladığı bir durumdur. Çuvalı bu şekilde dolduracaksan, neden en başta boşalttın dedirtiyor adeta.

Descartes'ın neden felsefede modern çağı başlatacak kadar önemli bir düşünür olduğu üzerine kafa yormaya başladım. Sanırım, Ortaçağın tamamen karanlığa bürünmüş, tartışmaya hiçbir şekilde açık olmayan dogmatik bilgilere boğulduğu bir dönemde, çuvaldaki elmaları meydana döküp, tüm bilgileri tekrar elden geçirmeye çok ihtiyaç vardı. Antik Yunan'da çok güçlü olan şüphecilik akımı, kilisenin şüphe etmeyi affedilemez bir günah haline getirdiği Ortaçağ'da tamamen yok olmuş ve böylece yeni bilginin üretilebilmesinin önüne de set çekilmiş. Descartes şüpheciliği geri getirerek ve bilgiyi temel hakikat olarak kendi varoluşuna kadar da soyarak, düşünce Dünya'sını temelden silkelemiş olsa gerek. Bugün ülkemizde de bu türden bir şüpheciliğe, tüm ön yargılardan ve ezberlerden kurtularak, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tekrardan düşünmeye gerçekten çok ihtiyacımız var.

Şu anda fena sallıyor da olabilirim, zira bu konular hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum, ama aklıma Nietzsche'nin üstün insanı Übermensch geldi. Nietzsche de üstün olarak, toplumun dayattığı her türlü kültür, gelenek, yargı gibi zincirlerden kurtularak, bağımsız düşünebilen, kendi değer sistemini oluşturabilen insanı tasavvur etmektedir (anladığım kadarıyla). Bu türden üstün insanlara tüm toplumların acil ihtiyacı var. Başta belli çıkarlar uğruna çarpıtılmış dinler olmak üzere, politika, medya gibi kurumlarca körüklenen, toplumlardaki kemikleşmiş yargıların insanların ayaklarına nasıl prangalar vurduğuna her gün tekrar tekrar şahit olmuyor muyuz?

Eğitim sistemimize dönüp baktığımızda, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ezbere bilgi dayatmıyor muyuz bakir nöronlarla dolu taze beyinlere? Tarihimizdeki tüm zaferler kahramanca, tüm yenilgiler talihsizce gerçekleşmiş, sütten çıkmış ak kaşık misali bu topraklar hep erdem dolu bir tarih yazılagelmiş. Beyinlere şüphe tohumu eker korkusuyla bir evrim teorisini dahi ders olarak okutamıyoruz. Sorgulamayı öğretmediğimiz kuşaklar yetiştirip, sonra da neden koyun gibi güdülmeyi bekleyen bir garip millet olduğumuza şaşırıyoruz.

Aşırıya kaçmadan, nihilizm tuzaklarına düşmeden, sağlıklı bir miktarda şüpheciliği başta çocuklar ve gençler olarak herkesin içselleştirmesi gerekiyor. Toplumdaki gerçeklik algısı giderek bozulmakta, medyanın (nesnel olarak hiç sahip olmadığı) tarafsızlığını tamamen kaybettiği, sosyal medyanın giderek temel haber kaynağı haline geldiği günümüz Dünya'sında "hakikat" ile bağımızı tamamen yitirmek üzereyiz. "Okumuş", "Etmiş" diye tabir edilebilecek insanların dahi kulaktan dolma, uydurma bilgilere itibar edebildiği, en ufak bir süzgeçten geçirmeden paylaşabildiği "bilgi yanılsamaları/yalanları" çığ gibi ürkütücü bir hızla yayılabilmekte. Baudrillard'ın tarif ettiği hipergerçekliğe, yani gerçeklikle bağını tamamen yitirmiş bir "gerçekliğe" doğru hızla ilerliyoruz.

Yani kısacası, hakikat diye sınıflandırdığımız elimizdeki tüm bilgileri şimdi sakince yere bırakarak DÜŞÜNME vakti. O bilgilerin bir kısmını bir daha elimize almayacak şekilde yerde bırakma, kucağımıza topladığımız, sağlam gözüken elmaları da içlerinde kurt olabileceğinin bilinciyle tüketme, bugün sağlam gözüken elmaların da eninde sonunda çürüyebileceği ihtimalini de aklımızdan hiç çıkarmadan, tekrar tekrar boca etme ve şüphe ederek yaşama vakti... 


Hiç yorum yok: