12 Nisan 2021 Pazartesi

Stalker (1979) - Andrei Tarkovsky

Tarkovsky filmlerini sinefil hayatımın emekleme döneminde izlemiştim. Sinema sevgimi ateşlendiren önemli etkenlerden bir tanesi, öğrencilik yıllarımda Berlin'de sinemateklerde çok uygun fiyatlara sunulan, önemli yönetmenlerin toplu film gösterimleri idi. Tarkovsky filmlerinin bazılarını bu şekilde ilk olarak sinemada izlemiştim. Filmlerin görsel gücünden çok etkilenmiştim, üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen belli kareler belleğimden hiç çıkmadı. Ancak aynı zamanda fazla bir şey anlamadığımı, bir hayli de sıkıldığımı hatırlıyorum. Mesela "Offret" (1986) filminde Bach'ın muazzam müziği ve o evin yanma sahnesi zihnime bir daha silinmemecesine kazınmıştı, ama izlerken ruhumu az daha teslim ediyordum.

"Deli" kanlı yıllarımda, bu türden derin filmleri izlemeye sabrım yeterli değilmiş. Ayrıca sinema tarihinin başyapıtları söz konusu olunca, aklımda canlanan filmler bambaşkaydı. Mesela Kurosawa'nın filmlerini izlerken kendimden geçiyordum. Fellini, De Seca, Visconti, Antonioni, Truffaut deyince akan sular duruyordu, ama benzer beklentilerle izlediğimde Tarkovsky belli ki birkaç numara büyük gelmişti. Büyüsünü hissedebilmiş ama izlediklerim beklentilerimi karşılayamamış, filmleri anlayamamıştım. Fazla "felsefi" olduklarına kanaat getirmiştim. Sinemanın hazmının daha kolay olması gerektiğini düşünmüştüm. Son dönemde felsefe üzerine okumalar yapmaya başlayıp, hiç de abartılacak bir öcü olmadığını fark edince, Tarkowsky filmlerini tekrar izlemeye karar verdim ve geçen hafta sonu önce Stalker'dan başladım. Filmin dilinin ne kadar açık olduğuna öylesine şaşırdım ki, hiç lafı dolandırmıyor, sembolizme boğmuyordu. Söyleyeceğini o kadar dolaysız ve üstünü kapamadan dile getiriyordu ki, nesini hiç anlayamamışım gerçekten kavrayamadım.

Keşke 20'li yaşlarımda başlasaymışım bu günceyi tutmaya diye düşündüm. 20'li zat-ı alim dökseymiş içini bu satırlara, filmle ilgili dertlerini anlatsaymış. Muhtemelen 3 saat boyunca klasik bir "bilim kurgu" klasiği beklediğini, ama çok ağır akan filmde hiç ama hiçbir olay olmadığını söylerdi. Kubrick'ten "2001: A Space Odyssey" (1968) izledikten sonra hakkı değil miydi, birazcık da olsa, sihir kutusundan çıkacak sürprizleri görebilmek? Gerçi bu filmle ilgili esas kıyaslamasını "Solaris"(1972)'te yapacak ve gözünü seveyim "Star Wars"larımın diyecekti. Tabii Solaris'i de ilk fırsatta tekrar izleyeceğim, listeme aldım.

Ah genç Barışım, çok toymuşsun, çok yanlış beklentilerle oturmuşsun bu filmin başına. Yaşarsan, bir 25 yıl daha geçtiğinde, 70'li yaşlarda olur ya tekrar uğrarsın bu satırlara (veya hep hayal ettiğin gibi torunların okur sana), bambaşka bakacaksın belki de bugünkü bana, hissettiklerime. Muhtemelen çok düz okumuşsun diyeceksin, toy bulacaksın beni. Seni gülümsetmek, belki de biraz duygulandırmak için şimdi bu satırlara dümdüz düşeceğim notlarımı. Sana eşlik edecek başka gözler olursa, bilsinler ki, sürprizbozanlar olacak tüm Tarkovsky yazılarında.

Bir göktaşı çarpması veya belki de uzayın derinlerinden gelen bir ziyaretle oluşmuş gizemli bir bölgede geçiyor hikayemiz. Bu bölgeye keşif için giden askerler geri dönememiş. Bunun üzerine bölge çitlerle çevrilerek yasak bölge ilan edilmiş. İnsanlar, her yasaklanan imgenin yüceltildiği gibi bölgenin gizemli güçlere sahip olduğuna dair efsaneler üretmiş ve mucizelere vesile olduğuna inanmışlar. Hapse girmeyi dahi göze alarak gizlice bölgeye girmeye başlamışlar. Bu noktada filme ismini de veren iz sürücüler (stalker) önemli bir rol oynuyorlar. İnsanların, askeri kontrolleri atlatıp bölgeye girmelerinin yolunu, ve de bölgeye girdikten sonra pek çok "görünmez" ölümcül tehlikeyi atlatarak, bölgenin merkezindeki "oda"'ya ulaşmalarını sağlamaya çalışıyorlar.

Rivayete göre bu odaya giren kişinin dileği gerçek oluyor. Distopik ve fakir tasvir edilen dış Dünya'da son derece umutsuz yaşayan insanlar, hayatlarını değiştirebilmek için son bir ümit bu odaya ulaşmayı arzu ediyorlar. Filmde eşlik ettiğimiz 3 tane karakter var. İlki olan iz sürücünün, son derece fakir bir hayatı var. İçinde bulundukları yaşam koşullarından mutsuz bir eşi ve yürüyemeyen sakat bir küçük kızı var. Aynı zamanda bölgeye, bölgenin güçlerine ve kendisinin bir yol gösterici olarak rolüne sarsılmaz bir inancı var.

İkinci karakterimiz bir bilim insanı, bir fizikçi. Hiç yanından ayırmadığı, hatta uğruna kendini tehlikeye atabileceği bir çantası var. Bir bilim insanı olarak, söylencelere kulak asmayarak, bölgeyi bizzat kendi gözlemleme, gizemini çözebilme ve belki de bir gün Nobel ödülünü alabilmeyi hayal ediyor. Üçüncü karakterimiz ise bir yazar. Uzun yıllar boyunca, yazdıklarıyla insanlığa bir şeyler katabileceğine dair  naif bir inançla üretmiş bir sanatçı. Ancak geldiği noktada insanlık için tüm ümidini yitirmiş, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmış, nihilist bir ruh haline bürünmüş. Yeniden yazabilmek için kaybettiği ilham perisini yeniden bulma ümidiyle bölgeye gelmiş.

Film boyunca bilim insanı ve yazar birbirleriyle atışıyorlar, iz sürücü ise onları sürekli bölgenin tehlikeleri ile ilgili uyarmakla meşgul. Bölge terk edilmiş sanayi tesisleri, fabrikalar ve ambarlarla, onların işgal ettiği toprakları geri almaya başlamış olan doğanın çarpıcı tasvirlerinden oluşuyor. Her yerden su fışkırıyor, çok yoğun bir yeşil doğa her aralıktan kafasını uzatıyor. Ziyaretçiler son derece sıradan gözüken bu yıkık dökük bölgenin neden gizemli olarak nitelendiğini anlayamıyorlar. 

Hatta bölgeye girdiklerinde yazar, görüş mesafesinde olan odaya doğrudan yürümeye kalkışıyor. İz sürücü itiraz ediyor, doğrudan yürüyerek odaya ulaşılamayacağını, onun göstereceği dolambaçlı yollardan geçmezlerse odaya hiçbir zaman ulaşamayacaklarını söylüyor. Bu şekilde 3 karakter sürekli tartışarak, birbirlerini ve kendilerini sorgulayarak, meşakkatli bir yürüyüş sonunda odanın eşiğine geliyorlar. Geldikleri noktada her birinin kafasında bu yolculuğu neden yaptıklarına dair bir sürü soru işareti oluşmuş durumda.

İz sürücü, onları uyarıyor; odaya girdiklerinde, en çok istediklerini düşündükleri ilk dilek gerçekleşmeyecektir. Ruhlarının en derinindeki, en köklü arzu yerine gelecektir, bunu iyi tartmalıdırlar. Ayrıca arzunun yerine gelmesi için inanmak şarttır ve bu arzu için hayat boyunca bir çile çekilmiş, bir emek verilmiş olması gerekmektedir. Yani basit bir şekilde zengin olmak istiyorum demekle zenginlik gerçekleşmeyecektir. İz sürücü söylevini çekerken, bilim insanı o yanından ayırmadığı çantasından bir bomba çıkarıverir ve odayı havaya uçurmaya kalkışır. İz sürücü can havliyle onun üzerine atılır ve haykırır: "İnsanların elinden son umutlarını almaya ne hakkın var? Umut olmazsa nasıl yaşayacağız?" Bilim insanı ise bu odanın, sadece insanların masum arzularına yanıt vermeyeceğini, yanlış ellere geçmesi halinde çok kötü sonuçlara sebebiyet vereceğini, dolayısıyla yok edilmesi gerektiğini söyler.

Yazar ise, arzuları yerine geldiğinde yazması için hiçbir sebep kalmayacağını anlamıştır. Bilim insanı ve yazarın odaya inançları yoktur, o eşiği geçip odaya girmezler. Filmin finaline doğru bu üçlü ilk buluştukları barda ayrılmak üzeredirler. İz sürücü, onu almaya gelen karısıyla birlikte bardan çıkarak, barın önünde oturan küçük kızına doğru yönelir. Bir sonraki sahnede küçük kızı yürürken görürüz, kadraj göğüsten yukarı küçük kızın başını göstermektedir. Odaya inanan tek kişinin iz sürücü olması itibariyle, odaya girerek kızı için bir mucize dilediğini düşünürüz. Ancak kamera yavaş yavaş küçük kızdan uzaklaşmaya başlar, ve kızın esasında yürümediğini, yürüyen babasının sırtında oturduğunu fark ederiz.

Eve döndüklerinde iz sürücü kendini yere atarak ağlamakta, bilim insanı ve yazar özelinden yola çıkarak tüm insanlığa veryansın etmektedir; "İnanmıyorlar" Bu sırada o duvarları dökülen fakir evin farklı bir duvarını ilk defa görürüz. Film boyunca son derece saf ve bilgisiz görüntüsü veren, inancı dışında hiçbir şeyi olmadığını söyleyen iz sürücünün duvarı boydan boya kitaplarla doludur.

Filmin son sahnesi de çok çarpıcı; Küçük kızı bir masanın başında otururken görüyoruz. Masanın üzerinde bardak ve kavanoz var. Uzaktan bir tren sesi duyuyoruz ve bardaklar hareket etmeye başlıyor. Acaba bardakları küçük kız düşünce gücüyle mi hareket ettiriyor, yoksa evin çok yakınından geçen trenin etkisiyle masanın sallanması mı buna sebep oluyor? Babası odada acaba kızıyla ilgili bir dilek mi diledi ve bu dilek arzu ettiğinden farklı mı sonuçlandı, yoksa bölgenin garip etkisiyle mi kız böyle bir güce kavuştu? Yoksa hareketin sebebi sadece yaklaşan bir tren mi?

Buraya kadar özetlerken yorum katmadım, çok kabaca iskeletini filmde olduğu şekilde vermeye gayret ettim. Dolayısıyla son derece açık bir anlatım var, anlaşılmayan, yoruma açık tek bir cümleye dahi denk geldiğimi anımsamıyorum. Odanın neyi temsil ettiğine dair pek çok farlı yorum yapılabilir. Mesela "oda" kavramını "din/tanrı" ile değiştirebilir, "bölge"ye de "tanrıya/hakikate giden yol" diyebiliriz. En basitinden Sovyet Rusyası'nda devletin dini yasakladığını düşündüğümüzde, filmin her karesi farklı bir şekilde anlamlanmakta ve her sözü birer aforizmaya dönüşmektedir. Bilim dini dışlamakta, kötü ellere geçmemesi için yok edilmesi gerektiğini söylemekte, sanatçı neden sanat yaptığını sorgulamaktadır. Son umut olan tanrıya inanan insanların, mucizelere inanmaya, ve onlara aracıların yol göstermelerine ihtiyaçları vardır.

Hiç tanrı ve din kavramına başvurmadan da filmi farklı şekillerde okumak mümkün. Odayı, filmde olduğu şekliyle en derinlerde yatan arzumuzu gerçekleştirecek mucize olarak ele alırsak, hangimiz en derinlerdeki arzumuzu bilerek yaşıyoruz? O arzuyu içimizde aramaya, adını koymaya hazır mıyız? Kendimizi gerçekleştirmek ne demek? Gerçekte ne istiyoruz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Arzumuzun peşinden giderken kolay yollara mı sapacağız, yoksa tehlikeli, dolambaçlı yollarda risk alarak bedelini ödemeye hazır mıyız? Arzumuz yerine gelince biz ne olacağız? Hayatımız anlam kazanacak mı? Yoksa boşluğa mı düşeceğiz? Bu soruları sormadan, yanıt aramadan, o eşikten geçerek odaya girmeye hazır mıyız? Bir çırpıda yazarken fark ettim ki, daha sayısız soru ekleyebilirim ve film esasında tüm bu soruları izleyene sorduruyor.

Bölgenin hali bana, işlerin ters gittiği bir nükleer reaktörü, veya nükleer denemeler yapılan bir askeri tesisi çağrıştırdı. Filmin sonunda çekirdek aileyi evlerine yürürken gördüğümüz arka plan da bunu pekiştirdi. Bölgenin, bir patlamayla her şey darmaduman olmuş gibi bir havası var. Bugün dahi Chernobyl civarını gezsek, muhtemelen benzer bir izlenim edinebiliriz. Böyle bir durum bölgenin devlet tarafından yasaklanmasını da, bölgeye gidenlerin ölmesini de, bölgeden dönenlerin çocuklarının sakat doğmasını da açıklardı.

Tarkovsky'nin sinema diline gelirsek, zaten tarihe geçmiş, neyse ki o kısmı 25 sene önce biraz da olsa kavrayabilmişim. Ne zaman onun etkisinde olan bir yönetmenin filmini izlesem, o etkiyi net olarak görebiliyorum. Filmde kullanılan tonlardan, kadrajlara, seslerden mekanlara kadar her öge sahne sahne yorumlanabilir, kitaplar dolusu yazı yazılabilir. Bu kadar zengin bir filmde bir zamanlar sıkılmayı nasıl başarabildiğime şaşırmıyorum, çünkü biliyorum ki bugünkü ben, dünkü ben dahi değilim, 20 yaşındaki ben ise bambaşka biri, araya tüm yaşanmışlıkların yanı sıra 3500'in üzerinde de film girdi (veri bankamın yalancısıyım). Belli başlı filmleri tekrar izlemek için çocukların büyümesini bekliyorum (diye kandırıyorum kendimi) ama Tarkovsky'leri şimdi tekrar izleyip, sonra çocuklarla birlikte üçüncü turu atmaya karar verdim.

Hiç yorum yok: