Murakami'nin radarıma girmesi "Norwegian Wood" (2010) filmiyle oldu. Onun romanından uyarlanan film, müzikleriyle, sıra dışı ruh haliyle dikkatimi çekti. Sonrasında ne kadar popüler bir yazar olduğunu fark ettim. Özellikle tatillerde (algıda seçiciliğin de etkisiyle) herkesin elinde görüyordum. Çok popüler yazarlardan uzak durma refleksim, bir gün The New Yorker'da kısa bir hikayesine rastlamamla kayboldu. Evimize yakın belediye kütüphanesine bir sonraki gidişimde, uzakdoğu romanları kısmında 1Q84'ü görünce, çağrıştırdığı tarih itibariyle ilk tercihim oldu ve Murakami Dünya'sına adım attım. Hem boyut olarak devasal, hem de o boyuta rağmen binin üzerinde sayfası olması beni korkutmamıştı, tersine sert kapaklı ve kaliteli beyaz kağıda basılmış olması çok hoşuma gitmişti. İlk sayfadan itibaren beni içine çeken roman sakin, olayları genelde akışına bırakan, edilgen kahramanları, doğaüstü ögeleri, araya kattığı gerilim ögeleriyle büyülü bir Dünya sunuyordu. Kitabın çevirmeni Hüseyin Can Erkin'e de şapka çıkarmak gerekir, müthiş akıcı bir dili vardı kitabın, elimden bırakamadım.
Bir yazarı beğenince bulabildiğim tüm kitaplarını okumak gibi bir huyum var. Aynen iyi bir dizi bulunca, en azından tüm bölümler bitene kadar rahatlamak gibi, hayal kırıklığına uğrama ihtimali düşük, hele de Murakami gibi imzası çok belli bir yazar söz konusuysa. Böylece kütüphaneye her gittiğimde ilk uğradığım raf Murakami'ninki oldu. Kütüphanede fazla kitabı yoktu, ama arada yeni kitaplar ekleniyordu. İkinci okuduğum kitabı "Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları" en beğendiğim kitabı oldu, belki ince bir kitap olması da etkili olmuş olabilir, meramını anlatmak için lafı hiç uzatmadı, yan hikayelere uzun uzun dalmadı. En popüler kitabı "Sahilde Kafka"'yı ise elime haddinden fazla bir beklentiyle almış olsam gerek, diğer kitapları kadar bayılamadım.
"Yaban Koyununun İzinde"'yi okumaya başladığımda ise bir türlü kitap akmıyordu, dili dimağımı fazlasıyla tırmalıyordu. Bir ara kapağa yazarın ismine bakma ihtiyacı dahi duydum, acaba başka bir Murakami daha mı vardı. Gerçi çok ünlü bir yazar Murakami daha varmış, ama kapakta ön isim Haruki yazıyordu. Sonunda fark ettim ki, çevirmen farklıydı. Faturayı çevirmene çıkardım ama yine de aksaya topallaya kitabı bitirdim.
Kütüphanedeki romanları bitince, öykü kitabı "Kadınsız Erkekler"'i ve kendi hakkında yazığı "Koşmasaydım Yazamazdım"'ı çok keyifle okudum. Sonrasında bir süre yeni kitap eklenmedi ilgili rafa. O arada Murakami özlemini bir hikayesinden uyarlanan müthiş "Burning" filmiyle giderdim. Salgın öncesi kütüphaneye son gittiğimde rafta "Zemberekkuşu"nun Güncesi" vardı. Kütüphanede kitap aramanın bu kısmı çok keyifli, insan hazine bulmuş gibi oluyor.
"Zemberekkuşu'nun Güncesi"'ni çok beğendim, bana çok sık "1Q84"'ü hatırlattı. Baş ve yan karakterler zaten bütün kitaplarda hep birbirlerine benziyorlar. Yer yer bir öykü kitabı gibiydi, yan karakterlerin hikayelerine uzunca ve detaylı yer verdi. Çevirmeni "Yaban Koyununun İzinde" ile aynı olmakla beraber dil daha akıcıydı. Önce kedisi (kediler kitapların vazgeçilmezi, bir de müzik) sonra karısı ortadan kaybolan Bay Okada, kendini her anlamda bir çukurda bulur, ve hayatına tekrar bir yön verebilmek adına meşakkatli bir arayışa girişir.
Salgın uzarsa diğer kitaplarıyla da buluşabilme dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder