Evde dördüncü haftayı tamamlamaya doğru ilerlerken, biraz ümit verici gidişat yerine oldukça ürkütücü bir tablo var ortada. Hele dün gece son saniye açıklanan evden çıkma yasağı üzerine, gece yarısına doğru sokaklara dökülen insanlardaki akıl tutulması, daha uzun haftalar, belki aylar evlerde kapalı kalacağımıza dair net bir resim koydu ortaya. O kalabalıkları gördükleri halde, evlerine dönmek yerine kuyruklarda dip dibe insanların arasına karışıp, virüse kavuşmak için elinden geleni ardına koymayanlar, öldürdüğünü bildiği halde ısrarla sigara içenlerle benzer bir ruh hali içinde olsalar gerek. Sigara içenler çevrelerini yavaş yavaş zehirlerken, evde zulalanmış yiyeceklerle 48 saat geçiremeyeceklerine kanaat getirmiş bu garip güruh, muhtemelen belki kendilerinin, belki çevrelerinden birilerinin birkaç hafta içinde ölümüne sebep olabilecekler.
Neyse akıl sağlığımı korumak için bunları fazla düşünmemeye çalışıyorum. Bu içinde bulunduğumuz adeta gerçeküstü durum bir yana, korona günlüğünün ilk bölümünde not düştüğüm üzere evde geçirdiğimiz günler hiç de fena değil. Çocuklar gerçekten mutlular, hatta bazen biraz fazla mutlu olduklarını düşünüyorum. Evde fazla durmaktan beyinleri sulanmış olabilir, kahkahalara boğuluyorlar, cıvık cıvık esprilerle birbirlerini güldürüp yerlere yuvarlanıyorlar, çıkardıkları seslerle, arada gelen hiperaktif ataklarla biraz sinir bozucu olabiliyorlar. Ama aralarının iyi olması için meğer eve kapanmaları gerekiyormuş, denize düşünce birbirlerine sarıldılar herhalde, hayata düşünce de aynı dayanışmanın gerçekleşeceğini şimdiden görebiliyorum. Tabii arada yine kapışmalar oluyor ama kararında.
Okul dersleri canlı olarak internet üzerinden devam ediyor. Esasında derslerin ne kadar verimsiz olduğunu artık daha net görebiliyorum. Her çocuğun anlatılanı anlama süresi / dikkatini verme kapasitesi farklı ve hepsinin bir potada eritilmeye çalışılması gerçekten ne kadar anlamlı emin değilim. Kaç on yılda değişir bilemiyorum, ama bu eğitim paradigması eninde sonunda değişecek kanımca. Öğretmenin sınıfta düzeni sağlamaya çalışıp sonra anlattığı ders içeriğini, youtube'da aynı başlıkla aratıp, birkaç dakikalık animasyonlu, renkli, anlaşılabilir videolarla vermek mümkün. Ama mevcut durumda çocukları sınıfta dirsek çürütmeye veya bugünlerde ekran karşısında oturmaya zorlamak durumundayız. Halbuki toplamda derste 10% verim varsa, 90% vakitleri gerçekten atıl geçiyor, o kadar farklı şekillerde kendilerini geliştirme imkanları olabilirdi ki.
Cem'in (ortaokul) ders saatlerini değiştirdiler, 11'de başlıyor ve 15'te bitiyor, bu da ayrı bir akıl tutulması olsa gerek. Normalde 8:30'da başlayan dersler en azından 9:00'da başlayıp öğlen bitebilirdi. Ders saatlerinin nasıl bir mantıkla hazırlandığını anlayamıyorum. Dersler sonrası yapmaları için bir de ödev verdiklerinde günden geriye neredeyse bir şey kalmıyor, herhalde garip bir mantıkla çocukları bütün evde meşgul etmiş oluyorlar. Bu mantık sebebiyle günlerimiz daha da sıkıştı. Ama daha önce tutturduğumuz rutini istikrarlı şekilde devam ettiriyoruz.
Ödevlerden sonra gitar ve çello çalışıp, dizilerimize geçiyoruz. Her gün Dalya'yla gitar çalışıyor olmama Cem biraz bozuldu, zira ona da çelloya başladığında ben de seninle öğreneyim diye heves edip, hayatın temposunda vakit ayıramamıştım. Ona (Dalya'nın duymayacağı şekilde) gözümün çellonun zor bir enstrüman olmasından (perde bile yok) ne kadar korktuğunu, gitarın ise çok basit bir enstrüman olduğunu söyledim, tatmin olmuş gözüktü, ama eminim ileride başıma kakılacaklar listesine eklenmiştir.
Saat 17:00 civarı başladığımız belgesel kuşağı devam ediyor, Blue Planet 2'den sonra Planet Earth 2'nin de tüm bölümlerini izleyip, daha eski bir yapım olan Blue Planet 1'e başladık. İster denizlerde ister karada, hayvanların büyük kısmında çocukları yetişkin olana kadar yanından ayırmama içgüdüsü bulunuyor. Belki çok eski çağlarda, insanlar da bu şekilde çocuklarını yanlarından hiç ayırmıyorlardı. Şimdi bizimkilerin evde ne kadar mutlu olduklarını görünce, belki de doğalarına uygun olduğundandır diye düşünmeden edemedim.
Belgesel sonrası izlediğimiz The Great British Baking Show'un son yayınlanan 10. sezonunu bitirip, 9. sezonu da yarıladık, gerçekten çok keyif alıyoruz. Her gördüğümüzü hem pişirmek hem de yemek istiyoruz. Hatta Cem programdan aldığı ilhamla şu anda mutfakta, yarın Nina'yla kutlayacakları paskalya için bir şeyler pişiriyor. Mutfağın geleceği hali düşünemiyorum, hayatımda onun kadar sakarını görmedim, Murphy kanunlarının adeta yaşayan canlı kanıtı gibi.
Akşam yemeği sonrası dizi kuşağımızda izlediğimiz His Dark Materials'ı çok beğenerek bitirdik. Dalya ilk bölümlerde okumaya başladığı, dizinin uyarlandığı ilk kitapta, dizinin önüne geçip bizi sürpriz bozanlara boğamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşadı ama neyse ki şevki kırılmadı, ilk kitabı okumaya devam ediyor. Yeni dizi olarak da The Dark Crystal'a başladık. Kuklalarla çekilmiş, müthiş bir görselliği olan fantastik bir Dünya'da geçiyor. Daha ilk bölümden "bir bölüm daha" tezahüratları yükselmeye başladı.
Yarın sabah, haftalar öncesinden evdeki bütün yumurtaların içini boşaltıp, (evde olmadığımız akşamlardan birinde fırsattan istifade, evet hatırlar gibiyim, evde olmayabildiğimiz zamanlar da varmış) kabuklarını rengarenk boyayarak hazırladıkları paskalya yumurtalarını evde saklayıp, sonra arayacaklar. Hatta bunun için evin planını çıkarıp, saklama noktalarını da ayrı ayrı belirlemişler. Bu kutlamaların ödevler tamamlanmadan gerçekleşemeyeceğini bildirdiğimde tabii biraz direnişle karşılandım, ama uzun pazarlıklar sonucunda ödevlerin bir kısmı bugün tamamlandı, kalan da yarın tüm yumurtalar bulunduktan sonra yapılacakmış, inanmış gibi yaptım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder