15 Nisan 2021 Perşembe

Cannes 2018

Cannes Film Festivali'nde yarışma adaylarına değindiğim yazılara 2018 yılı ile devam ediyorum. Film kalitesinin kanımca çok yüksek olduğu bir yıl idi. Büyük usta Godard'ın yarışmada değil de keşke farklı bir kategoride gösterilseydi dediğim deneysel yapımını paranteze alırsam, 2 film dışında hepsini beğendim.

Cold War - Paweł Pawlikowski 10/10

Sinemanın büyüsünün beni sapasardığı bir başyapıt. Pawlikowski'nin Ida (2013)'sına da bayılmıştım, aşk, tutku ve özgürlük üzerine söyleyecekleri olan bu filmi de kusursuz buldum. Polonya'da yerel halk müzik ve danslarına tutkuyla bağlı olan bir ikilinin aşkları, savaş sonrası Sovyet etkisi ve baskısı altındaki ülkede ciddi bir sınava tabi olur. İnsan tutkularını geride bırakarak özgürleşebilir mi? Zaman içinde ani zıplamalar yaparak, klasik bir aşk anlatısının kalıplarını kırıyor yönetmen. Aradaki boşlukları doldurmak izleyiciye kalıyor. Müthiş bir siyah - beyaz estetikle donatılmış film benim için 2018 yılında Altın Palmiye'yi de en çok hak edendi.

Capernaum - Nadine Labaki 9/10

Daha önceki bir yazıda, hastası olduğum Labaki'ye ve bu filme değinmiştim. Küçük bir oğlanın savaş ve sefalet içinde kendinden daha da küçük kardeşini korumak için verdiği varoluş mücadelesini ve ailesini kendisini doğurdukları için dava etmesini yürekleri paralayarak (ama sömürmeyerek) anlatıyor.

Burning - Lee Chang-dong 9/10

Yine daha önceki yazılarda yazar Murakami'nin kitaplarına olan sevgimden bahsetmiştim. Murakami kitaplarının ve karakterlerinin ruhunu daha iyi yansıtabilecek bir film düşünemiyorum. Onun bir kısa hikayesinden yola çıkan filmde, kahramanımız tutulduğu kızı kaybederek, onu arar. Klasik Murakami ögeleri aşk, gizem ve kedilerle örülü yapım başı, ortası, sonu olan bir hikayeden çok belli bir "ruh hali"ni anlatıyor.

Ayka - Sergey Dvortsevoy 9/10

Türki Cumhuriyetler'den bir genç kız, hayallerini gerçekleştirmek için Moskova'ya kaçar. İşler hiç de hayal ettiği gibi gitmez ve sefaletin dibine vurur. Filmin başında, yeni doğum yaptığı hastaneden bebeğini terk ederek kaçan Ayka'nın peşinde borç aldığı tefeciler de vardır. Yönetmenin kamerası Ayka'yı hiç kadrajından kaçırmıyor, sürekli ona yakın geziyor. Adeta bir gizli kamerayla çekilmiş belgesel havası taşıyan filmde, Ayka'nın çaresizliğini, çırpınışını iliklerimize kadar hissediyoruz. Dvortsevoy'u takip ettiğim yönetmenler listeme hemen aldım.

Ahlat Ağacı - Nuri Bilge Ceylan 9/10

Türk sinemasının medar-ı iftiharı Nuri Bilge Ceylan ardı ardına başyapıtlar üretmeye devam ediyor. 3 kuşak baba oğulun çarpıcı öyküsünü izliyoruz. Doğduğu toprakta kaderine hapsolmuş babasını küçük görerek, kendi yolunu çizmeye çalışan kahramanımızı da, tüm çırpınmalarına rağmen, kaderin görülmeyen pençeleri aşağı doğru çekmektedir, sıkıştığı taşradan çıkamamaktadır. Bir başına, uyumsuz, biçimsiz bir ağaç olarak Ahlat Ağacı, ülkemizde eğitim sisteminin çarpıklığı ve yetersizliğiyle, toplumun cehaleti ve mahalle baskısının etkisiyle, biçare kalmış genç bireylere işaret ediyor. Ceylan, her filminde olduğu üzere, ismi konmamış belli insanlık hallerini, duygularını o kadar katıksız ve yalın bir şekilde anlatıyor ki, hayran olmamak elde değil. Hele bir de öyle vurucu bir finali var ki bu filmin, gözyaşlarım sel oldu aktı.

Shoplifters - Hirokazu Koreeda 8/10

Filmlerinin büyük kısmını izlediğim, Ozu'nun mirasçısı olarak gördüğüm Koreeda'nın tüm filmlerini çok seviyorum. 2004 yapımı Nobody Knows favorilerimdendir. Aileleri tarafından terk edilmiş küçük çocukların yaşam mücadelelerini anlatmıştı. Shoplifters'da aynı temayı alarak biraz daha geliştirmiş. Sadece dışlanmış çocukları değil, bir şekilde ailelerinden kopmuş, dışlanmış bir ergenin, bir büyükannenin ve yetişkinlerin bir arada yaşamalarını anlatıyor. Bir şekilde birbirlerini bulmuş bu karakterlerin temel geçim kaynakları hırsızlık yapmaktır. Koreeda her filminde olduğu üzere "aile" kavramını derinlemesine irdeliyor. Bu karakterler, gerçek ailelerinde bulamadıkları sevgiyi, kan bağları olmayan yapay bir ailede bulabilirler mi? Çarpıcı finali ile hafızamda kalıcı bir yer edinen Koreeda'nın bu filmi Altın Palmiye ödülünü kucakladı.

En Guerre - Stéphane Brizé 8/10

Yeterince karlı olmadığı gerekçesiyle Fransa'da kapatılmasına karar verilen bir fabrikada işçilerin, işlerini kaybetmemek için verdikleri mücadele, yine çok çarpıcı ve belgesele yaklaşan bir gerçeklikle anlatılıyor. Bölgenin en önemli işvereni olan fabrikanın kapanması, çalışanların muhtemelen bir daha hiç iş bulamamalarıyla sonuçlanacaktır. Fabrikanın kapanmaması için hem devletle hem de küresel firmanın üst yönetimiyle bir araya gelebilmek için büyük bir mücadele verirler. Diğer yandan kendi içlerinde de bir çok çekişmeler olduğunu görürüz. Kapitalist düzenin acımasızlığını tüm çıplaklığıyla ortaya seren, Vincent Lindon'ın müthiş oyunuyla taçlanan çok güçlü bir söylemi olan kaliteli politik film örneği.

Asako I & II - Ryūsuke Hamaguchi 8/10

Yönetmen Hamaguchi izlediğim ilk filmiyle takip etmek istediğim yönetmenler arasına girdi. Baş kahramanımız olan içine kapanık Asako, gençlik aşkı kendisini terk ettikten sonra yaşadığı yerden ayrılarak çalışmak için gittiği Tokyo'da, eski aşkına ikizi kadar benzeyen ancak çok farklı bir karaktere sahip olan biriyle tanışır. Eski ve yeni ilişkiler üzerine düşündüren, çok sade bir film. Bir hayli Murakami tadı da aldım, ama uyarlandığı romanın yazarı Tomoka Shibasaki imiş.

Dogman - Matteo Garrone 8/10

Gomorra (2008), Reality (2012) ve Tale of Tales (2015) yönetmeni Garrone'den çarpıcı bir film daha geldi. İtalya'daki otoritenin terk ettiği bir kıyı kasabasında, ahali bir zorbanın insafına kalmıştır. Köpek bakıcısı olan kahramanımız bu zorbanın tam zıddı şekilde ufak tefek gariban bir adamdır ve zorbanın her türlü işkencesine katlanmak zorundadır. Günümüzün vahşi Dünya'sında insanlığın içinde bulunduğu yozlaşmışlığın, 3-5 zorbanın elinde geniş kitlelerin savrulmasının başarılı bir alegorisi.

Yomeddine - Abu Bakr Shawky 8/10

Mısır'da tüm cüzzamlıların bir araya toplandıkları ve toplumun geriye kalanından dışlandıkları bir bölge bulunmaktadır. Hastalıktan kurtulmuş olsa da, cüzzamın izlerini suratında ve vücudundaki deformasyonlarda taşıyan kahramanımız, eşini kaybedince, kendisini çocukken terk etmiş olan ailesini bulmaya karar verir. Kimsesizler yurdundan arkadaşı olan küçük oğlan da ona bu yolculuğunda eşlik eder. 2018 Cannes'ının benim için en güzel sürprizlerinden olan bu sıra dışı film, farklı olanın hemen toplumdan dışlanmasına dair çok samimi tespitlerde bulunuyor.


Bakiye Filmler;

Ash Is Purest White - Jia Zhangke 7/10

Happy as Lazzaro - Alice Rohrwacher 7/10

BlacKkKlansman Spike Lee 7/10

Les filles du soleil - Eva Husson 7/10

3 Faces - Jafar Panahi 7/10

Under the Silver Lake - David Robert Mitchell 7/10

Everybody Knows  - Asghar Farhadi 7/10

Leto - Kirill Serebrennikov 7/10

Plaire, aimer et courir vite - Christophe Honoré 5/10

Couteau Dans Le Cœur - Yann Gonzalez 5/10

Le livre d'images - Jean-Luc Godard ??/10

12 Nisan 2021 Pazartesi

Stalker (1979) - Andrei Tarkovsky

Tarkovsky filmlerini sinefil hayatımın emekleme döneminde izlemiştim. Sinema sevgimi ateşlendiren önemli etkenlerden bir tanesi, öğrencilik yıllarımda Berlin'de sinemateklerde çok uygun fiyatlara sunulan, önemli yönetmenlerin toplu film gösterimleri idi. Tarkovsky filmlerinin bazılarını bu şekilde ilk olarak sinemada izlemiştim. Filmlerin görsel gücünden çok etkilenmiştim, üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen belli kareler belleğimden hiç çıkmadı. Ancak aynı zamanda fazla bir şey anlamadığımı, bir hayli de sıkıldığımı hatırlıyorum. Mesela "Offret" (1986) filminde Bach'ın muazzam müziği ve o evin yanma sahnesi zihnime bir daha silinmemecesine kazınmıştı, ama izlerken ruhumu az daha teslim ediyordum.

"Deli" kanlı yıllarımda, bu türden derin filmleri izlemeye sabrım yeterli değilmiş. Ayrıca sinema tarihinin başyapıtları söz konusu olunca, aklımda canlanan filmler bambaşkaydı. Mesela Kurosawa'nın filmlerini izlerken kendimden geçiyordum. Fellini, De Seca, Visconti, Antonioni, Truffaut deyince akan sular duruyordu, ama benzer beklentilerle izlediğimde Tarkovsky belli ki birkaç numara büyük gelmişti. Büyüsünü hissedebilmiş ama izlediklerim beklentilerimi karşılayamamış, filmleri anlayamamıştım. Fazla "felsefi" olduklarına kanaat getirmiştim. Sinemanın hazmının daha kolay olması gerektiğini düşünmüştüm. Son dönemde felsefe üzerine okumalar yapmaya başlayıp, hiç de abartılacak bir öcü olmadığını fark edince, Tarkowsky filmlerini tekrar izlemeye karar verdim ve geçen hafta sonu önce Stalker'dan başladım. Filmin dilinin ne kadar açık olduğuna öylesine şaşırdım ki, hiç lafı dolandırmıyor, sembolizme boğmuyordu. Söyleyeceğini o kadar dolaysız ve üstünü kapamadan dile getiriyordu ki, nesini hiç anlayamamışım gerçekten kavrayamadım.

Keşke 20'li yaşlarımda başlasaymışım bu günceyi tutmaya diye düşündüm. 20'li zat-ı alim dökseymiş içini bu satırlara, filmle ilgili dertlerini anlatsaymış. Muhtemelen 3 saat boyunca klasik bir "bilim kurgu" klasiği beklediğini, ama çok ağır akan filmde hiç ama hiçbir olay olmadığını söylerdi. Kubrick'ten "2001: A Space Odyssey" (1968) izledikten sonra hakkı değil miydi, birazcık da olsa, sihir kutusundan çıkacak sürprizleri görebilmek? Gerçi bu filmle ilgili esas kıyaslamasını "Solaris"(1972)'te yapacak ve gözünü seveyim "Star Wars"larımın diyecekti. Tabii Solaris'i de ilk fırsatta tekrar izleyeceğim, listeme aldım.

Ah genç Barışım, çok toymuşsun, çok yanlış beklentilerle oturmuşsun bu filmin başına. Yaşarsan, bir 25 yıl daha geçtiğinde, 70'li yaşlarda olur ya tekrar uğrarsın bu satırlara (veya hep hayal ettiğin gibi torunların okur sana), bambaşka bakacaksın belki de bugünkü bana, hissettiklerime. Muhtemelen çok düz okumuşsun diyeceksin, toy bulacaksın beni. Seni gülümsetmek, belki de biraz duygulandırmak için şimdi bu satırlara dümdüz düşeceğim notlarımı. Sana eşlik edecek başka gözler olursa, bilsinler ki, sürprizbozanlar olacak tüm Tarkovsky yazılarında.

Bir göktaşı çarpması veya belki de uzayın derinlerinden gelen bir ziyaretle oluşmuş gizemli bir bölgede geçiyor hikayemiz. Bu bölgeye keşif için giden askerler geri dönememiş. Bunun üzerine bölge çitlerle çevrilerek yasak bölge ilan edilmiş. İnsanlar, her yasaklanan imgenin yüceltildiği gibi bölgenin gizemli güçlere sahip olduğuna dair efsaneler üretmiş ve mucizelere vesile olduğuna inanmışlar. Hapse girmeyi dahi göze alarak gizlice bölgeye girmeye başlamışlar. Bu noktada filme ismini de veren iz sürücüler (stalker) önemli bir rol oynuyorlar. İnsanların, askeri kontrolleri atlatıp bölgeye girmelerinin yolunu, ve de bölgeye girdikten sonra pek çok "görünmez" ölümcül tehlikeyi atlatarak, bölgenin merkezindeki "oda"'ya ulaşmalarını sağlamaya çalışıyorlar.

Rivayete göre bu odaya giren kişinin dileği gerçek oluyor. Distopik ve fakir tasvir edilen dış Dünya'da son derece umutsuz yaşayan insanlar, hayatlarını değiştirebilmek için son bir ümit bu odaya ulaşmayı arzu ediyorlar. Filmde eşlik ettiğimiz 3 tane karakter var. İlki olan iz sürücünün, son derece fakir bir hayatı var. İçinde bulundukları yaşam koşullarından mutsuz bir eşi ve yürüyemeyen sakat bir küçük kızı var. Aynı zamanda bölgeye, bölgenin güçlerine ve kendisinin bir yol gösterici olarak rolüne sarsılmaz bir inancı var.

İkinci karakterimiz bir bilim insanı, bir fizikçi. Hiç yanından ayırmadığı, hatta uğruna kendini tehlikeye atabileceği bir çantası var. Bir bilim insanı olarak, söylencelere kulak asmayarak, bölgeyi bizzat kendi gözlemleme, gizemini çözebilme ve belki de bir gün Nobel ödülünü alabilmeyi hayal ediyor. Üçüncü karakterimiz ise bir yazar. Uzun yıllar boyunca, yazdıklarıyla insanlığa bir şeyler katabileceğine dair  naif bir inançla üretmiş bir sanatçı. Ancak geldiği noktada insanlık için tüm ümidini yitirmiş, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmış, nihilist bir ruh haline bürünmüş. Yeniden yazabilmek için kaybettiği ilham perisini yeniden bulma ümidiyle bölgeye gelmiş.

Film boyunca bilim insanı ve yazar birbirleriyle atışıyorlar, iz sürücü ise onları sürekli bölgenin tehlikeleri ile ilgili uyarmakla meşgul. Bölge terk edilmiş sanayi tesisleri, fabrikalar ve ambarlarla, onların işgal ettiği toprakları geri almaya başlamış olan doğanın çarpıcı tasvirlerinden oluşuyor. Her yerden su fışkırıyor, çok yoğun bir yeşil doğa her aralıktan kafasını uzatıyor. Ziyaretçiler son derece sıradan gözüken bu yıkık dökük bölgenin neden gizemli olarak nitelendiğini anlayamıyorlar. 

Hatta bölgeye girdiklerinde yazar, görüş mesafesinde olan odaya doğrudan yürümeye kalkışıyor. İz sürücü itiraz ediyor, doğrudan yürüyerek odaya ulaşılamayacağını, onun göstereceği dolambaçlı yollardan geçmezlerse odaya hiçbir zaman ulaşamayacaklarını söylüyor. Bu şekilde 3 karakter sürekli tartışarak, birbirlerini ve kendilerini sorgulayarak, meşakkatli bir yürüyüş sonunda odanın eşiğine geliyorlar. Geldikleri noktada her birinin kafasında bu yolculuğu neden yaptıklarına dair bir sürü soru işareti oluşmuş durumda.

İz sürücü, onları uyarıyor; odaya girdiklerinde, en çok istediklerini düşündükleri ilk dilek gerçekleşmeyecektir. Ruhlarının en derinindeki, en köklü arzu yerine gelecektir, bunu iyi tartmalıdırlar. Ayrıca arzunun yerine gelmesi için inanmak şarttır ve bu arzu için hayat boyunca bir çile çekilmiş, bir emek verilmiş olması gerekmektedir. Yani basit bir şekilde zengin olmak istiyorum demekle zenginlik gerçekleşmeyecektir. İz sürücü söylevini çekerken, bilim insanı o yanından ayırmadığı çantasından bir bomba çıkarıverir ve odayı havaya uçurmaya kalkışır. İz sürücü can havliyle onun üzerine atılır ve haykırır: "İnsanların elinden son umutlarını almaya ne hakkın var? Umut olmazsa nasıl yaşayacağız?" Bilim insanı ise bu odanın, sadece insanların masum arzularına yanıt vermeyeceğini, yanlış ellere geçmesi halinde çok kötü sonuçlara sebebiyet vereceğini, dolayısıyla yok edilmesi gerektiğini söyler.

Yazar ise, arzuları yerine geldiğinde yazması için hiçbir sebep kalmayacağını anlamıştır. Bilim insanı ve yazarın odaya inançları yoktur, o eşiği geçip odaya girmezler. Filmin finaline doğru bu üçlü ilk buluştukları barda ayrılmak üzeredirler. İz sürücü, onu almaya gelen karısıyla birlikte bardan çıkarak, barın önünde oturan küçük kızına doğru yönelir. Bir sonraki sahnede küçük kızı yürürken görürüz, kadraj göğüsten yukarı küçük kızın başını göstermektedir. Odaya inanan tek kişinin iz sürücü olması itibariyle, odaya girerek kızı için bir mucize dilediğini düşünürüz. Ancak kamera yavaş yavaş küçük kızdan uzaklaşmaya başlar, ve kızın esasında yürümediğini, yürüyen babasının sırtında oturduğunu fark ederiz.

Eve döndüklerinde iz sürücü kendini yere atarak ağlamakta, bilim insanı ve yazar özelinden yola çıkarak tüm insanlığa veryansın etmektedir; "İnanmıyorlar" Bu sırada o duvarları dökülen fakir evin farklı bir duvarını ilk defa görürüz. Film boyunca son derece saf ve bilgisiz görüntüsü veren, inancı dışında hiçbir şeyi olmadığını söyleyen iz sürücünün duvarı boydan boya kitaplarla doludur.

Filmin son sahnesi de çok çarpıcı; Küçük kızı bir masanın başında otururken görüyoruz. Masanın üzerinde bardak ve kavanoz var. Uzaktan bir tren sesi duyuyoruz ve bardaklar hareket etmeye başlıyor. Acaba bardakları küçük kız düşünce gücüyle mi hareket ettiriyor, yoksa evin çok yakınından geçen trenin etkisiyle masanın sallanması mı buna sebep oluyor? Babası odada acaba kızıyla ilgili bir dilek mi diledi ve bu dilek arzu ettiğinden farklı mı sonuçlandı, yoksa bölgenin garip etkisiyle mi kız böyle bir güce kavuştu? Yoksa hareketin sebebi sadece yaklaşan bir tren mi?

Buraya kadar özetlerken yorum katmadım, çok kabaca iskeletini filmde olduğu şekilde vermeye gayret ettim. Dolayısıyla son derece açık bir anlatım var, anlaşılmayan, yoruma açık tek bir cümleye dahi denk geldiğimi anımsamıyorum. Odanın neyi temsil ettiğine dair pek çok farlı yorum yapılabilir. Mesela "oda" kavramını "din/tanrı" ile değiştirebilir, "bölge"ye de "tanrıya/hakikate giden yol" diyebiliriz. En basitinden Sovyet Rusyası'nda devletin dini yasakladığını düşündüğümüzde, filmin her karesi farklı bir şekilde anlamlanmakta ve her sözü birer aforizmaya dönüşmektedir. Bilim dini dışlamakta, kötü ellere geçmemesi için yok edilmesi gerektiğini söylemekte, sanatçı neden sanat yaptığını sorgulamaktadır. Son umut olan tanrıya inanan insanların, mucizelere inanmaya, ve onlara aracıların yol göstermelerine ihtiyaçları vardır.

Hiç tanrı ve din kavramına başvurmadan da filmi farklı şekillerde okumak mümkün. Odayı, filmde olduğu şekliyle en derinlerde yatan arzumuzu gerçekleştirecek mucize olarak ele alırsak, hangimiz en derinlerdeki arzumuzu bilerek yaşıyoruz? O arzuyu içimizde aramaya, adını koymaya hazır mıyız? Kendimizi gerçekleştirmek ne demek? Gerçekte ne istiyoruz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Arzumuzun peşinden giderken kolay yollara mı sapacağız, yoksa tehlikeli, dolambaçlı yollarda risk alarak bedelini ödemeye hazır mıyız? Arzumuz yerine gelince biz ne olacağız? Hayatımız anlam kazanacak mı? Yoksa boşluğa mı düşeceğiz? Bu soruları sormadan, yanıt aramadan, o eşikten geçerek odaya girmeye hazır mıyız? Bir çırpıda yazarken fark ettim ki, daha sayısız soru ekleyebilirim ve film esasında tüm bu soruları izleyene sorduruyor.

Bölgenin hali bana, işlerin ters gittiği bir nükleer reaktörü, veya nükleer denemeler yapılan bir askeri tesisi çağrıştırdı. Filmin sonunda çekirdek aileyi evlerine yürürken gördüğümüz arka plan da bunu pekiştirdi. Bölgenin, bir patlamayla her şey darmaduman olmuş gibi bir havası var. Bugün dahi Chernobyl civarını gezsek, muhtemelen benzer bir izlenim edinebiliriz. Böyle bir durum bölgenin devlet tarafından yasaklanmasını da, bölgeye gidenlerin ölmesini de, bölgeden dönenlerin çocuklarının sakat doğmasını da açıklardı.

Tarkovsky'nin sinema diline gelirsek, zaten tarihe geçmiş, neyse ki o kısmı 25 sene önce biraz da olsa kavrayabilmişim. Ne zaman onun etkisinde olan bir yönetmenin filmini izlesem, o etkiyi net olarak görebiliyorum. Filmde kullanılan tonlardan, kadrajlara, seslerden mekanlara kadar her öge sahne sahne yorumlanabilir, kitaplar dolusu yazı yazılabilir. Bu kadar zengin bir filmde bir zamanlar sıkılmayı nasıl başarabildiğime şaşırmıyorum, çünkü biliyorum ki bugünkü ben, dünkü ben dahi değilim, 20 yaşındaki ben ise bambaşka biri, araya tüm yaşanmışlıkların yanı sıra 3500'in üzerinde de film girdi (veri bankamın yalancısıyım). Belli başlı filmleri tekrar izlemek için çocukların büyümesini bekliyorum (diye kandırıyorum kendimi) ama Tarkovsky'leri şimdi tekrar izleyip, sonra çocuklarla birlikte üçüncü turu atmaya karar verdim.

10 Nisan 2021 Cumartesi

Kuantum Teorisi - J.P. McEvoy & Oscat Zarate

Antik Yunan'da filozoflar evrenin ve doğanın temel yapıtaşının ne olduğu üzerine yoğun kafa yormuşlar. Acaba bilimin günümüzde ulaştığı noktada evrenin oluşmasına nasıl açıklamalar getirdiğini merak ettim. Büyük patlama öncesine dair teoriler, hatta paralel evrenler teorilerine dair okumalar yapmaya kalkışınca, kuantum fiziğini anlamadan boşa kürek çekeceğimi fark ettim.

Bu konuda tavsiye edilen popüler bilim kitaplarından bir tanesini kütüphanede bulmayı başararak, John Gribbin'in Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'sini okumaya başladım. İlk yüz sayfada kuantum teorisine giden yolda Newton ve Maxwell'den başlayarak, ışık dalga mıdır, parçacık mı gibi sorulara yanıt arayarak, 19 ve 20. yüzyıl fiziğinin tarihçesini veriyor. Bu kısımları okurken aşırı nostaljik bir ruh haline girdim. Alman Lisesi'nde 7. sınıfta ilk fizik dersine girdiğim gün yaşadığım şoku dün gibi hatırlıyorum. Ben fizik altında insan fiziği / anatomi gibi bir şey beklerken, empatisi sıfırın altında olan Fizik öğretmeni (alacağın olsun Herr Wick), sanki biz anadili Almanca olan zihinlermişiz ve anamızın karnından fizik kanunlarının farkındalığıyla doğmuşuz gibi, herhangi bir girizgah yapma ihtiyacı duymadan, en anlaşılmaz şekilde üstümüze fizik teoricikleri kusmuş, tahtayı bana Çince gelen sembollerle doldurmuştu.

Sonraki yıllarda da o kabus temelin üzerine hiçbir şey kuramadım. Hala hatırlarım, o kahverengi fizik kitabını (bok rengiydi!) açıp elimde sözlük bir şeyler anlamaya çalıştığım anları. Kitap da çok kötüydü (veya ben uzanamadığım ciğere pis diyordum), ne kadar çabalarsam çabalayayım, hiçbir şey anlamıyordum. İnternetin keşfine daha uzun yıllar vardı, ve ailede danışabileceğim kimse yoktu. Sıra arkadaşım Selim sağolsun, kopyalar, sallamalar, bir şekilde okulun sonunu zor getirdim. Egom fena halde yaralanmıştı, kendimi daha salak hissettiğim herhangi bir konu hatırlayamıyorum bu hayatta. O sebeple temel bilimlerin mutlaka anadilde okunmasının (keşke Alman öğretmenlerden Türkçe görebilseydik :) ) elzem olduğunu düşünürüm. Gerçi günümüzde gençler açıklarını bir iki youtube videosu ile kapatma imkanına sahipler, ama ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı bilemiyorum.

12. sınıfta, üniversite sınavına hazırlanırken fizikle barışacaktım. Bu güncede her fırsatta bir çift laf ettiğim Türk eğitim sistemi sayesinde, dershane ve özel derslerle fiziği çok sevdim. Alman sistemi teoriye ve bilimsel analitik düşünmeye ağırlık veriyordu, sınavlarda formül kitapçıkları serbestti, zira o formülleri nasıl kullanacağını bilmediğin zaman hiçbir fayda sağlamıyorlardı. Sınavda üç, dört soru olurdu, birkaç sayfa o sorulara yanıt yazılırdı. Türk sisteminde ise formülleri ezbere bilmek gerekiyordu. Niye nasıl diye derin sorgulamalara gerek yoktu, soru kısa ve netti, verilen rakamları, bildiğin formüllere uygulayınca 4 seçenekten birini tercih etmek kolaylaşıyordu.

Türk sisteminden fabrikasyon kuru mühendis çıkarmak çok kolaydı, ama bilim insanı üretmek imkansız gibiydi. Alman Lisesi'nin verdiği analitik düşünce yetisinin faydalarını hayatım boyunca çok gördüm. Fizik dersinde ciddi bir travma yaşamış olsam da, matematik dersi, hocasının kalitesinden bağımsız, hep en sevdiğim ders oldu. Kimyayı da sevdim, biyoloji ise çok kötü öğretmenlere denk gelmemiz sebebiyle yine talihsiz bir ders olmuştu. Ama tüm (Almanca) derslerin ortak noktası, hocaların bizlere soru sorması ve bizim "bilgiye" sorulara verdiğimiz yanıtlarla kendimiz varmamız üzerine kurguluydu.

Üniversite sınavı sonucu İTÜ'ye girdiğimde yaşadığım şoku da hiç unutamıyorum. Hocalar tahtaya bir şeyler yazıyor, herkes deftere geçiriyor, hoca - öğrenci arası diyalog neredeyse sıfır, ve hatta soru sorulmasına kızan hocalar vardı. Derste kendi arasında konuştu diye sınıftan atılan öğrenci de gördüm, egosu yaralanınca öğrenciyi hırpalayan hoca da. En sevdiğim ders olan matematiği tanıyamaz hale gelmiştim, hoca bizimle tek kelime konuşmamıştı. İki üç hafta içinde kararımı verdim, gözümü kararttım ve tüm maddi imkansızlıklarıma rağmen hemen Alman Üniversitelerine başvurularımı göndermeye başladım.

Kaderin cilvesi, İTÜ'nün İşletme Mühendisliği modelini aldığı üniversite olan Berlin Teknik Üniversitesi'nde tamamladım tahsil hayatımı. Aradaki farkı kelimelerle ifade etmek mümkün değil, anlatmaya kalkışsam günler boyunca yazmam gerekir. İTÜ'nün hakkını da ayrıca vermeliyim, orada kısa sürede edindiğim dostluklar bugün hala devam ediyor. Ben Almanya'da yalnızlığımı dibine kadar yaşarken, onların İstanbul'da kurdukları komün hayatına çok büyük özlem duyardım. Sonra ben taşı toprağı altın diye yurduma koşa koşa dönerken, onlar birer birer bu topraklarda olanlara daha fazla dayanamayarak ülkeyi terk ettiler ve ben yine yalnızım.

Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'yi okurken, aklımdan akan anılar nehrinden sadece birkaç damlacık sıçrattım buraya. Kitabın ilk yüz sayfasını okurken, teorilerin çoğunu iyi kötü bildiğimden takip edebilmiştim, ama fazla teorik ilerlemesi ve hemen hiç görsel kullanmaması, kuantum teorisine geçtiğimde zorlanacağımı düşündürdü. O sırada McEvoy ve Zarate'ın kitabına denk geldim. Tamamen görsellerle bezenmiş, hatta mizahi çizimlerle karikatürlere yer veren, benim gibi çocuklara hitap eden bir kitap olduğunu görünce hemen ona zıpladım. Çok büyük bir keyif alarak okudum.

Kuantum fiziği üzerine daha önce de popüler bilim sitelerinde okumalar yapmaya çalışmış, ancak fazla yol alamamıştım. Şimdi taşlar biraz daha iyi yerine oturdu. Gelişim tarihiyle birlikte okuyunca nerelerde tıkandığını, nerelerin daha keşfedilmeye açık olduğunu, CERN'de ne yapılmaya çalışıldığına dair bir fikrim olmaya başladı. İnsanlık olarak henüz resmin çok küçük bir kısmını görebiliyoruz. O sebeple rahmetli Hawking'in zikrettiği her şeyin teorisini (The Theory of Everything) ortaya koyabilmekten henüz uzağız. Evrenin büyük kısmını kapladığı varsayılan karanlık madde ve karanlık enerjinin sırlarını açığa çıkarmak bir yana, öncelikle varlıklarını (sadece gözlemlenebilen maddeler üzerindeki etkileri gözlemlenebiliyor/varsayılabiliyor) kanıtlayabilmemiz gerekiyor.

Kendim henüz tam anlayamamışken, burada özetlemeye çalışmak abesle iştigal olur ama bir yandan da torunlarımın bu satırları bir gün okuyup gülebilecekleri fikri hoşuma gidiyor. Evet daha henüz son bir yüzyılda, atom altı parçacıkların, yani elektron, proton, nötron, foton gibi parçacıkların (ve onların da alt parçacıklarının), yüzyıllardır sarsılmaz gerçekler olarak gördüğümüz Newton kanunlarına göre hareket etmediklerini fark edebildik. Atom altı parçacıkların hareket mekanikleri açıklanamıyor, Heisenberg belirsizlik ilkesine göre, parçacıkların konumlarını bilsek, momentumlarını bilemiyoruz, momentumlarını bilsek bu sefer de konumlarını bilemiyoruz. Sadece istatistik üzerine kurulu denklemlerle nerede olabileceklerine dair bir fikir sahibi olabiliyoruz. Meşhur çift yarık deneyiyle ışık parçacıkları yani fotonlar, gözlemlendiklerinde farklı, kendi hallerine bırakıldıklarında farklı davranıyorlar. Yerine göre dalga veya parçacık olarak gözlemleniyorlar, bir güzel kafa karıştırıyorlar. Tüm bu gözlemler atom üstü Dünya'da alışık olduğumuz her türlü deneyime, sağduyumuza aykırı bir şekilde oluşmakta. Adeta bir simülasyonda, kendi varoluşunu kurcalayan bir avatarın, sıfır ve birlerden oluştuğu tespiti karşısında afallaması gibi şaşkın şaşkın bakıyoruz bu atom altı Dünya'ya.

Bahsettiğim iki kitap da 80'li 90'lı yıllarda yazılmış, yani bilim Dünyası'nda çok uzun bir zaman dilim olarak nitelendirilebilecek bir 30 yıl kadar eskiler. Dolayısıyla mutlaka çok daha güncel bir kitap bularak okumayı yapılacak işler listeme ekledim. Mesela CERN'de yapılan deneyler, kuantum fiziğinde büyük bir çığır açıyor. Atom altı parçacıkların ışık hızına yaklaşacak şekilde hızlandırılarak çarpıştırıldıkları, bu sayede bu parçacıkların yapıtaşlarının anlaşılmaya çalışıldığı, uluslararası bilim insanlarının bir araya gelerek araştırmalar yaptıkları bu çok değerli ve devasa laboratuvar, 2012 yılında, teorik olarak varlığı ifade edilmiş olan Higgs bozonunu gözlemlemeyi başardı. Higgs bozonu ve Higgs alanı, atom altı parçacıkları bir arada tutan, saniyenin milyarda biri kadar bir zamanda var olup, yok olabilen bir saf enerji anlayabildiğim kadarıyla. Saniyenin milyarda bir anında var olan, boyut olarak akıl almaz ufaklıkta bir parçacığın gözlemlenebilmesi benim beynimi feci şekilde yakıyor.

Tüm bu bilgiler beni o kadar heyecanlandırıyor, merakımı o kadar yoğun gıdıklıyor ki, daha fazla okuyasım ve araştırasım var. Bilimin yetersiz kaldığı noktalarda, boşlukları bilim felsefesi dolduruyor. Okunabilecek sayısız teori ve düşünce var. Ama yapılacaklar listem o kadar kalabalık ve karmaşık ki, maymun iştahımla savrulmamak için müthiş bir efor sarf etmem gerekiyor. Paralel okumaya kalkıştığım kitapların sayısını kısmaya çalışmam ve belli konulara odaklanabilmem gerekiyor. Buraya yazmak da bu konuda kendimi disipline edebilmem adına faydalı oluyor. Şimdi klavyeyi yavaşça kenara bırakarak Platon'a dönmem gerektiğini kendime hatırlatıyorum.


4 Nisan 2021 Pazar

Felsefeye Giriş II - Bilgi Felsefesi


Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabına notlar düşmeye çalıştığım ilk yazıda konuyu biraz dağıtarak fazla ilerleyememiş ve kitapta değinilen felsefenin başlıca alanlarına farklı yazılarda değinmeye karar vermiştim. Kitap felsefenin tanımından sonra bilgi felsefesi (epistemoloji) ile devam ediyor. Kısaca özetlemek gerekirse bilginin kaynağı, kapsamı ve imkanı gibi konular tartışılıyor. Bilginin kaynağı temel olarak iki şekilde olabiliyor; duyular, gözlem ve deneylerle elde edilebiliyor (deneycilik, empirizm) veya akıl ve düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabiliyor (usçuluk, rasyonalizm). Bu iki kaynakla erişilemeyen tanrı gibi metafizik kavramlara ise sezgicilik ile ulaşılmaya çalışılabiliyor. Felsefede sık sık karşılaştığımız üzere, genelde düşünürler uç kamplara bölünmeye meylediyorlar. Genelde ya sadece aklımıza güvenebiliriz, ya da sadece gözlemlerimize güvenebiliriz deme eğilimindeler, neyse ki arada bu kaynakları sentezlemeyi akıl edenler de çıkabiliyor.
 
Bilginin alanı, kapsamı, sınırları konusu da, bilginin kaynağına benzer bir tartışma ile ilerliyor. Bilginin kapsamı sadece gözlemlerle elde edebileceklerimizle mi sınırlıdır, yoksa hayal gücümüzle sonsuz genişletilebilir mi? Bu noktada her türlü metafizik alanı bilginin kapsamı dışında bırakan pozitivizm akımı öne çıkıyor, ve bilginin kapsamını bilimsel olarak çalışılabilen alanlarla sınırlıyor.

Bilgiyi o veya bu kaynaktan elde ettiğimizde, işimiz bitmiş olmuyor. "Elde ettiğimiz bilginin gerçekliğinden emin olabilir miyiz" sorusu öne çıkıyor. İşte bu noktada da karşımıza şüpheciler çıkıp, her türlü bilginin gerçekliğinden şüphe ediyorlar. Septizmin (şüphecilik) farklı yörüngelerinde, kendilerini ılımlı veya aşırı şüpheci gibi farklı derecelerde konumluyorlar. Felsefede modern çağın başlatıcısı olarak görülen Descartes, tüm bilgilere şüpheci bir şekilde yaklaşarak öncelikle hepsini bir güzel eliyor. Bir çuval dolusu elmanın içlerinden çürükleri ayıklamak için tüm çuvalı boşaltmak ve elmaları teker teker kontrol ederek tekrar çuvala doldurmak gerekir, diyor. 

Bu işlemi yapabilmek için elmaları yani tüm bilgileri teker teker şüphe filtresinden geçirdiğinde, elinde emin olabildiği tek bilginin kendi varlığı olduğuna kanaat getiriyor. Sınadığı tüm bilgilerden şüphe edebilmekteyken, düşünebildiğine göre kendi varlığından şüphe edemeyeceği sonucuna varıyor. Felsefeyle ilgilensin, ilgilenmesin, muhtemelen herkesin kulak aşinalığına sahip olduğu "Düşünüyorum, öyleyse varım"'ı bu vesileyle zikretmiş Descartes. Büyük çoğunluk gibi, bağlamını öğrenmeden önce ben de bu cümleyle Descartes'ın düşünmenin önemine vurgu yaptığını çıkarsamıştım, ama meğer o düşünme yetisi sayesinde varoluşunu bir hakikat olarak ortaya koyuyormuş.

Günümüzde Matrix gibi filmlerle son derece popüler hale gelen simülasyon teorilerini dikkate aldığımızda, tüm insanlığın, hatta evrenin bir bilgisayar simülasyonundan ibaret olabileceği ihtimali yanlışlanamaz, yani aksi ispatlanamaz durumdayken, çuvala konan ilk elmanın da çürük olmadığının bir garantisi bulunmuyor. Esasında en uç noktada düşündüğümüzde gerçekten de elimizdeki hiçbir bilginin gerçekliğinden tamamen emin olamıyoruz. Hele bir de son yüzyılda atom altı parçacıkları inceleyen kuantum fiziğinde yaptığımız gözlemler sağduyumuzu öylesine derinden sarsmış bir durumda ki, 300 yıldır tartışılmaz bilimsel gerçeklik olarak algıladığımız Newton kanunları dahi temelinden sarsılmış durumda.

Bu aralar Nigel Warburton'un Klasiklerle Felsefe isimli, önemli felsefe başyapıtlarının özetlerinin bulunduğu bir kitabı zamana yayarak okuyorum. Orada Descartes'ın Meditasyonlar kitabının da bir özetini okudum. Descartes, kendi varlığını hakikat olarak bir bilgiden çok bir sezgiyle ortaya koyduktan sonra, çuvala hakikat oldukları tartışmalı elmaları doldurmaya devam ediyor. İlk iş olarak çuvala tanrının varlığına dair bir elma koymak istiyor. Yani tanrının varlığını tartışılmaz bir hakikat olarak ispatlamaya girişiyor. Tanrıya inanmak mümkündür, ama tanrının varlığını yanlışlanamaz bir bilgi olarak ortaya koymak, insanoğlunun muhtemelen düşünmeye başladığından beri çabaladığı ama hep çuvalladığı bir durumdur. Çuvalı bu şekilde dolduracaksan, neden en başta boşalttın dedirtiyor adeta.

Descartes'ın neden felsefede modern çağı başlatacak kadar önemli bir düşünür olduğu üzerine kafa yormaya başladım. Sanırım, Ortaçağın tamamen karanlığa bürünmüş, tartışmaya hiçbir şekilde açık olmayan dogmatik bilgilere boğulduğu bir dönemde, çuvaldaki elmaları meydana döküp, tüm bilgileri tekrar elden geçirmeye çok ihtiyaç vardı. Antik Yunan'da çok güçlü olan şüphecilik akımı, kilisenin şüphe etmeyi affedilemez bir günah haline getirdiği Ortaçağ'da tamamen yok olmuş ve böylece yeni bilginin üretilebilmesinin önüne de set çekilmiş. Descartes şüpheciliği geri getirerek ve bilgiyi temel hakikat olarak kendi varoluşuna kadar da soyarak, düşünce Dünya'sını temelden silkelemiş olsa gerek. Bugün ülkemizde de bu türden bir şüpheciliğe, tüm ön yargılardan ve ezberlerden kurtularak, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tekrardan düşünmeye gerçekten çok ihtiyacımız var.

Şu anda fena sallıyor da olabilirim, zira bu konular hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum, ama aklıma Nietzsche'nin üstün insanı Übermensch geldi. Nietzsche de üstün olarak, toplumun dayattığı her türlü kültür, gelenek, yargı gibi zincirlerden kurtularak, bağımsız düşünebilen, kendi değer sistemini oluşturabilen insanı tasavvur etmektedir (anladığım kadarıyla). Bu türden üstün insanlara tüm toplumların acil ihtiyacı var. Başta belli çıkarlar uğruna çarpıtılmış dinler olmak üzere, politika, medya gibi kurumlarca körüklenen, toplumlardaki kemikleşmiş yargıların insanların ayaklarına nasıl prangalar vurduğuna her gün tekrar tekrar şahit olmuyor muyuz?

Eğitim sistemimize dönüp baktığımızda, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ezbere bilgi dayatmıyor muyuz bakir nöronlarla dolu taze beyinlere? Tarihimizdeki tüm zaferler kahramanca, tüm yenilgiler talihsizce gerçekleşmiş, sütten çıkmış ak kaşık misali bu topraklar hep erdem dolu bir tarih yazılagelmiş. Beyinlere şüphe tohumu eker korkusuyla bir evrim teorisini dahi ders olarak okutamıyoruz. Sorgulamayı öğretmediğimiz kuşaklar yetiştirip, sonra da neden koyun gibi güdülmeyi bekleyen bir garip millet olduğumuza şaşırıyoruz.

Aşırıya kaçmadan, nihilizm tuzaklarına düşmeden, sağlıklı bir miktarda şüpheciliği başta çocuklar ve gençler olarak herkesin içselleştirmesi gerekiyor. Toplumdaki gerçeklik algısı giderek bozulmakta, medyanın (nesnel olarak hiç sahip olmadığı) tarafsızlığını tamamen kaybettiği, sosyal medyanın giderek temel haber kaynağı haline geldiği günümüz Dünya'sında "hakikat" ile bağımızı tamamen yitirmek üzereyiz. "Okumuş", "Etmiş" diye tabir edilebilecek insanların dahi kulaktan dolma, uydurma bilgilere itibar edebildiği, en ufak bir süzgeçten geçirmeden paylaşabildiği "bilgi yanılsamaları/yalanları" çığ gibi ürkütücü bir hızla yayılabilmekte. Baudrillard'ın tarif ettiği hipergerçekliğe, yani gerçeklikle bağını tamamen yitirmiş bir "gerçekliğe" doğru hızla ilerliyoruz.

Yani kısacası, hakikat diye sınıflandırdığımız elimizdeki tüm bilgileri şimdi sakince yere bırakarak DÜŞÜNME vakti. O bilgilerin bir kısmını bir daha elimize almayacak şekilde yerde bırakma, kucağımıza topladığımız, sağlam gözüken elmaları da içlerinde kurt olabileceğinin bilinciyle tüketme, bugün sağlam gözüken elmaların da eninde sonunda çürüyebileceği ihtimalini de aklımızdan hiç çıkarmadan, tekrar tekrar boca etme ve şüphe ederek yaşama vakti... 


30 Mart 2021 Salı

Cannes 2017


Cannes Film Festivali'nde dağıtılan Altın Palmiye ödüllerine aday olan filmlere değindiğim yazılara 2017 yılı ile devam ediyorum. Filmleri izleyeli 3-4 sene oldu, en beğendiklerim hafızamda en taze olanlar, dolayısıyla belleğimden izleri daha da fazla kaybolmadan, onlara birkaç satır notlar düşmek istiyorum, kalanları notlamakla yetineceğim.



The Square - Ruben Östlund 9/10

Beğendiğim Turist (2014) filmiyle tanıdığım Ruben Östlund, sıra dışı filmi The Square ile Altın Palmiye'ye çok hak ederek uzandı. Burjuvaziyle ve özellikle de sanat çevresiyle dalgasını çok güzel geçiyor. Büyük üstat Luis Bunuel yaşasaydı, filmin posterinde de bir anı gözüken müthiş akşam yemeği sahnesini kendi çekebilirdi. Dogma filmlerini de çok sık anımsattı bana, özellikle de Thomas Vinterberg'in Festen'i ile Lars von Trier'in Dogma'sı ilk aklıma gelen filmler oldu. Film, kendine aşık bir sanat küratörü üzerinden bağladığı minik hikayecikleri gerçeküstü bir üslupla anlatıyor. 

Loveless - Andrey Zvyagintsev 9/10

Çok hayran olduğum Zvyagintsev'den ve filmlerinden bu güncede sık sık bahsettim, her biri birer başyapıt. Onlara bir yenisini "Sevgisiz" ile eklemiş. Boşanma aşamasında olan soğuk bir anne ve ilgisiz bir babanın sevgisiz büyüyen küçük oğulları evden kaçar ve bulunamaz. Kayıp oğlun arandığı süreçte, babanın ve annenin yaşadıklarına şahitlik ediyoruz. Rusya'nın hem iklimsel hem de insani olarak son derece soğuk işlenmiş olması müthiş bir alegoriye işaret ederken, filmin final sahnesinde yönetmen anneye Rus sporcu üniforması giydirerek, alegorinin adını bizzat koymuş oluyor. Komünizmden kapitalizme çok ani ve vahşi geçiş yapan büyük bir devletin halkını unutuşunu, ona sevgisizliğini, ilgisizliğini minik bir çekirdek ailenin özelinde iliklerimize kadar hissediyoruz.

The Meyerowitz Stories - Noah Baumbach 9/10

Favori yönetmenlerimden bir diğeri Baumbach, ne çekse izlerim, tüm filmlerine bayılıyorum. En son Marriage Story ile çok beğeni alan yönetmen, The Meyerowitz Story'de de bir istisna yaratmamıştı. Benim mizah zevkime pek uymayan komedi filmleriyle tanınan Ben Stiller ve Adam Sandler iyi yönetmenlerle çalıştıklarında gerçek oyunculuklarını ortaya koyabiliyorlar. Birbirinden kopuk bir ailenin, babalarının (Dustin Hoffman) sergisi için bir araya gelmeleri üzerine oluşan minik hikayeleri izliyoruz. Yıldızlar geçidi şeklinde ilerleyen filmde, izleyen herkes kendi ailesinden bir takım izleri, özellikle de kardeş çekişmelerini bu hikayelerde bulabilir. O kadar gerçek ve aynı anda içerdiği mizah ile bir o kadar leziz. 

L'Amant Double - François Ozon 8/10

Bu güncenin bir diğer gediklisi François Ozon, gizem dolu bu filminde yakışıklı bir psikiyatrist ve güzel hastasına odaklanıyor. Profesyonel ilişkinin ötesine geçen bağları, bir noktada David Lynch'varimsi bir şüpheye düşürüyor izleyeni. Yaşananların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal? Finale gelirken gizem bir yere kadar çözülüyor, Lynch'te olageldiği üzere büyük soru işaretlerine maruz kalmıyoruz. Filmi izlerken benzerliği fark etmemiştim, ama izledikten sonra ilham aldığı romanın yazarı olan Joyce Carol Oats'un , David Cronenberg'in Dead Ringers (1988) filminin de ilham kaynağı olduğunu öğrendim. Tabii sürprizi bozmamak adına bu bağlantıyı bilmeden izlemek daha iyi olur. Vakit olsa iki filmi de arka arkaya bir kez daha izlemek isterdim.

The Killing of a Sacred Deer - Yorgos Lanthimos 8/10

Cannes Film Festivali'ne olan sevgim, yönetmen odaklı olması ve auteur tabir edilen belli bir imzası olan yönetmenlere ağırlık vermesinden ileri geliyor. O sebeple her filme değinirken, öncelikle yönetmenine uzun uzun güzellemeler yapasım geliyor. İşte yine filmlerine hayran olduğum bir diğer yönetmen; Lanthimos. Operasyonlara alkollü girebilen deha bir cerrah, operasyon masasında kaybettiği bir adamın ergen oğluyla (vicdanının onu rahat bırakmamasının etkisiyle) yakından ilgilenmekte ve ona aileden gibi davranmaktadır. Ama insan vicdanını bu kadar kolay temizleyebilir mi? Vicdanın yanı sıra yoğun bir adalet ve intikam felsefesi yapılabilecek bir malzemeyle yüzleşiyoruz. Lanthimos, kendi özgün tarzıyla, bu soruya sembollerle dolu çarpıcı yanıtlar veriyor. Her Lanthimos filminde olageldiği üzere, izlenmesi, hazmedilmesi, anlaşılması kolay olmayan bir film var karşımızda, ama tamamen açık bir üçüncü göz ile izlediğimizde en derinlerden sarsılabiliyoruz.

Happy End - Michael Haneke 8/10

Çok hayran olduğum diyerek kendimi bir kez daha tekrar edeceğim, ama Haneke için "hastasıyım" da diyebilirim. İnsanı, toplumu onun kadar iliklerine kadar soyan, çırılçıplak bırakan çok az yönetmen vardır. Yine bilindik temasından vazgeçmiyor, ve eleştiri oklarını burjuvaziye çeviriyor. Hikayenin geçtiği Calais, Fransa'dan Britanya'ya geçmeye çalışan göçmenlerin yoğun şekilde toplanma noktası. Ancak çevrelerinde olan bitene, ucu kendilerine dokunmadıkça son derece duyarsız varlıklı aileler, birbirlerinin sorunlarından da bihaberdirler. Kendi içlerindeki sıkıntıları saman altı ederek, dışarıya her daim kusursuz bir izlenim vermek bu topluluğun adı konmamış yaşam şeklidir. Filmin çok etkileyici finali de, ailenin dışarıya vermek için çırpındığı ama darmadağın olmasına engel olamadığı türden bir "mutlu son".

120 battements par minute - Robin Campillo 8/10

90'lı yıllarında başlarında AIDS salgını LGBTi+ bireyleri birer birer öldürürken, bu boyutta bir salgına karşı tüm devletler ve ilaç şirketleri adeta duyarsız kalmaktadırlar. Bu konuda farkındalık yaratmak, onları harekete geçirmek için bir araya gelen Paris'li eylemcilerin örgütlenmelerini izliyoruz. İçerik ve yöntemlerin uzun uzun tartışıldığı sahneler, atlanması gereken hendeklere dair önemli bir içgörü sağlıyor. Adeta belgesel havasında ilerleyen film, ucuz drama tuzaklarına hiç düşmeden çok doğrudan ve etkili bir şekilde anlatıyor meramını.

Bakiye Filmler;

The Beguiled - Sofia Coppola 7/10

In the Fade - Fatih Akın 7/10

You Were Never Really Here - Lynne Ramsay 7/10

Jupiter's Moon - Kornél Mundruczó 7/10

Radiance - Naomi Kawase 7/10

Le Redoutable - Michel Hazanavicius 6/10

Good Time - Josh and Benny Safdie 5/10

Okja - Bong Joon-ho 5/10

The Day After - Hong Sang-soo 5/10

Wonderstruck - Todd Haynes 5/10

Henüz izlemediklerim;

A Gentle Creature - Sergei Loznitsa

Rodin - Jacques Doillon


28 Mart 2021 Pazar

Makine Hatıraları: Uzay - Refik Anadol

 

Takip ettiğim sanat bloglarından Refik Anadol'un uluslararası başarılarını okuyor ve sosyal medya hesaplarını da takip ediyordum. İstanbul'da bir sergisi olacağını öğrenince çok heyecanlandım. 1 yıllık sergi & müze orucunu açmanın vakti geldiğine, eğer risk almaya değecek bir etkinlik var ise, bu sergi olacağına kanaat getirdim. Ülkemizde hızla artan vaka sayılarının (restoranlarda kucak kucağa oturan şuursuz güruhu görünce hiç şaşırmıyorum) yeniden bir kapanmaya sebep olabileceğini düşünerek ve saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alarak, serginin açıldığı ilk hafta Pilevneli Dolapdere'nin yolunu tuttuk.


Sergi sabah 10:00'da açılıyordu, sakin olur diye hafta içi 10:15'de mekana varınca, upuzun kuyruğu gördük. İçeri 11:45 gibi girebildik, yani 1,5 saat soğukta beklememiz gerekti. Saat ilerledikçe kuyruk çok daha da uzadı, muhtemelen ilerleyen saatlerde ortalama 2,5 saat beklemek gerekiyordur, Cumartesileri daha da uzun. Dışarıda bekleyenler, içeridekilerin insafına kalmış durumdalar, çünkü içerideki ziyaretçiler çıktıkça, içeriye aynı sayıda ziyaretçi alınabiliyor. Biz 45 dakika kadar kaldık içeride. Organizasyon ve önlemler başarılıydı, içeride sosyal mesafe rahatlıkla korunabiliyordu. Arter'in hemen yanında konumlanan Pilevneli'ye ilk defa gittim, 4 katlı güzel bir sergi mekanı olmuş.

Sergiye dair notlar düşmeden önce, bana hatırlattığı iki diğer dijital sergiye değinmek istiyorum. İlki 2012 yılında gerçekleşen Van Gogh Alive sergisini şu yazıda sanal hafızama kazımışım. Açıldığında çok ses getiren sergi, projektörlerle duvarlara devasa boyutlarda yansıtılan Van Gogh resimlerinden oluşuyordu. Sergiye yanımda götürdüğüm Cem o zamanlar 3,5 yaşındaymış, zaman nasıl da hızlı akıyor. Bir diğer dijital sergi de benzer bir teknikle 2016 yılında Deniz Müzesi'nde gerçekleşen Pitoresk İstanbul sergisiydi. Başta Ayvazovski olmak üzere eski İstanbul'u resmeden ressamların eserleri bazıları anime de edilerek yine duvarlara boydan boya büyütülerek yansıtılmıştı. O sergiyi de çocuklarla gezmiş ve çok beğenmiştik.


Refik Anadol'un sergisine gelince, benzerlikler sergilerin dijital olmaları ve projektörler yardımıyla duvarlara giydirilmeleri ile sınırlı. Refik Anadol'un bizzat yaratıcısı olduğu eserler, çağdaş sanata yepyeni bir pencere açıyor. Hayatlarımızın hızla dijitalleşmesi sonucu, özellikle kamuda muazzam miktarlarda veri birikiyor. Bu verileri alıp, yapay zeka yardımıyla sınıflandırıp, sonrasında üretilen algoritmalarla görselleştirmek, bir nevi makine hatıraları/rüyaları olarak nitelendirilebilir. İnsanlar olarak bizler de yaşarken farkında olarak veya olmayarak, çok büyük miktarda veriyi (hatırayı) hafızamıza alıyoruz. Sonra gece kontrolümüzde olmayan algoritmalarla o veriler zihnimizde rüyalara dönüşüyor.

Dolayısıyla bu verileri depolayan makinelerin bir hafızaya sahip oldukları söylenebilir. Yapay zeka geliştikçe, makinelerin göreceği rüyalar da, hatırlayacakları anlar da insanların kontrolünde olmaktan çıkacak. Tabii tarihte her avangart sanat alanında olduğu üzere, bu teknikle üretilen işlerin de sanat olup olmadığı tartışılacaktır. Sonuç itibariyle bakarsak veriler kamuya ait, verileri tasnif eden yapay zeka, görsel olarak dönüştüren algoritmalar. Sanatçı bu işin neresinde diye sorulabilir? Tüm sürecin orkestrasyonu sanatçıya ait, süreci tasarlayan, süreçte kullanılan malzemeleri seçen, eseri şekillendiren araçları bir araya getiren, onları değiştiren, nasıl bir mecrada vücuda geleceğine karan veren de sanatçı. Sonuçta ortaya çıkan eserin detaylarını olmasa da çerçevesini çizen yine sanatçı. Bunlara ek olarak kamuya açık, kamu için eserler olması, ortaya attığı sorularla insanları düşünmeye sevk etmesi de, kanımca bu görsel ziyafeti en lezizinden sanat yapıyor. 


Sanatçının dokunuşu olmasa bizi büyülen estetiği, rüyalara sürükleyen görselliği bu şekilde karşımızda bulmamız muhtemelen mümkün olamazdı. Bu sergideki işlerde kullanılan veriler, Nasa'nın uzay teleskopu Hubble'ın evrenden çektiği on binlerce görselden geliyor. O görselleri renk ve tonlarına göre tasnif eden bir yapay zeka, kullanılabilecek milyonlarca piksel sunuyor. Bu uzay görsellerinin kullanıldığı işleri makinenin hafızası olarak görmek mümkün. Makinenin rüyaları olarak nitelenebilecek diğer işlerde ise verilerin farklı algoritmalar kullanılarak işlendiği daha akışkan grafikler izliyoruz. Akan, içi içe geçen, dalgalar, lavalar, sıvılar misali hayal gücünü zorlayan bir renkler manzumesi söz konusu.

Son dönemde üzerine okumakta olduğum konulardan bir tanesi de zihin felsefesi. Zihnin nasıl işlediği, bilincin, kimliğin nasıl oluştuğu gibi konular çok ilgimi çekiyor. İnsan zihninin doğa üstü bir varlık olduğunu, bir "ruha" sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Bence insan zihni henüz tüm sırları açığa çıkarılmamış, ama bir gün mutlaka her detayıyla açıklanabilecek organik bir makine. Beynimizdeki sinir ağlarının nasıl çalıştığı, kuantum fiziğinin nöron, sinaps gibi birimlerde nasıl işlediği anlaşılınca, organik olmasa da mekanik yapay zekaların, insandan aşağıda kalmayacak, hatta insan zihninin sınırlarına da hapsolmayacak şekilde üretilebileceğine inanıyorum.


Yapay zekanın bilinci olacak mı, yapay zeka rüya görebilir mi, yapay zeka vicdan sahibi olabilecek mi gibi sorularının muhtemel yanıtlarını, günümüzün sınırlı bilimine ve dar görüşümüze hapsolmuş konular olarak görüyorum. İnsanda olduğu varsayılan her türlü mevhum, bir gün makinelerde de olacaktır. (eğer kendi kendimize yarattığımız iklim krizi gibi marifetler veya kontrolümüz dışında olabilecek bir meteor çarpması gibi felaketler insanlığın sonunu yakın gelecekte getirmezse) Bir bilince sahip olduğumuz algısı, (yanılsaması) gayet anlaşılır bir durum, ama bir hafıza kaybının, veya beyinde en ufak bir hasarın, o benlik anlayışına nasıl bir büyük darbe vurabildiği de bir gerçek. Biz kimiz? Atalarımızdan aldığımız DNA'mıyız? Hatıralarımız mıyız, travmalarımız mıyız, inançlarımız mıyız?


Refik Anadol'un sergisini gezerken tüm bu sorular kafamda dolaşıp durdu, gördüğüm izdüşümler bir makineye mi, evrene mi, bir insana mı ait? Neye göre yargılıyoruz, antropomorfik filtremizi devre dışı bırakarak bakabilmemiz mümkün mü? Serginin verdiği ilham, sordurduğu soruların yanı sıra, gözümüz renge ve estetiğe de doymuş oldu (hele bir de pandeminin yarattığı müthiş açlık göz önüne alındığında). Dışarıda donan insanları umursamasak, saatlerce terapi niyetine izlenebilecek rüyalar gördük. Bu güncede çağdaş sanatın sürekli estetikten uzaklaşarak, giderek daha ağırlıklı olarak metafizik kavramlara odaklandığından şikayet eder dururum. Her türlü estetikten uzak yerleştirmeleri, objeleri anlamak için sayfalarca referans yazı okumak gerekir. Okuyarak zenginleşme eylemini edebiyat ve felsefe ile gerçekleştirebilecekken, görsel sanatlarda görselliğin bu kadar arka plana itilmesini, bir nevi kolaycılığa ve "kral çıplak" diyememenin zavallılığına vermeye meylediyorum.

(Parantez aç;


Serginin çıkışında hemen biraz ilerisindeki Dirimart Galeri'ye de uğradık. Başka Her Şey Uzak isimli bir karma sergi hazırlanmış. Ayça Telgeren'in Ayrılıktan Sonra videosunu ve Nuri Bilge Ceylan'ın Uykusuz fotoğrafını çok beğendim. Serginin künyesini de hatırlayabilmek adına buraya yapıştırıyorum.

Sanatçılar: Furkan Akhan, Sabri Berkel, CANAN, Nuri Bilge Ceylan, Halil Ege Doğramacı, Nilbar Güreş, Gözde İlkin, Can Küçük, Cihan Öncü, Yasemin Özcan, Güçlü Öztekin, Sarkis, Ayça Telgeren, Güneş Terkol, Nasan Tur, Celal Tutant, Berke Yazıcıoğlu
Küratör: Ceren Erdem
Asistan Küratörler: Senem Özgören, Levent Özmen

Parantez kapa )

Refik Anadol'un çok etkileyici eser ve sergilerine kendi sitesinden ulaşmak mümkün. Mümkünse büyük ekrana yansıtarak, veya eğer var ise bir projektör yardımıyla evin boş bir duvarına yansıtarak büyülenmek mümkün. Gelecekte evlerin duvarlarının bu şekilde rüyalar görebilecek şekilde tasarlanabileceğini düşünüyorum. Sadece 1 senedir eve kapalı olmanın açlığıyla değil, gerçekten çok keyif alarak gezdiğim bu serginin nicesiyle çok yakın zamanda buluşabilmek dileğiyle...

27 Mart 2021 Cumartesi

Oscar Ödülleri 2021


Bu günceye yazmaya başlayalı 10 yılı devirdim. Yönetmen odaklı sinema notlarıyla başlamıştım, zamanla farklı ilgi alanlarıma dair öznel notlara dönüştü. Sinemada iki farklı uçta durduğunu düşündüğüm iki ödül ekolüne, yani Cannes Altın Palmiye ve Oscar Ödüllerine düzenli bir şekilde yorumlarda bulunmaya gayret ediyorum. Altın Palmiye ödüllerinde en son şu yazıda 2016 yılında kalmışım, sonraki yılları yapılacaklar listeme ekliyorum. Oscar ödüllerinde ise şu yazıda geçen yılı değerlendirmiştim. O yazıda, yıllardır sık sık sadece ana akım yapımları ödüllendirmesiyle eleştirdiğim Akademi'nin ilk defa, aday gösterdiği tüm filmleri beğendiğimi, ancak en beğendiğim film olan Parasite'in en iyi film ödülü alabileceğini düşünmediğimi iletmişim. Yanılmışım, en iyi film adaylarının kalitesiyle şaşırtan Akademi, en iyi film Oscar'ını da Parasite'e vererek, sanat olarak sinemaya artık daha fazla değer vereceğini göstermiş oldu.

Bu seneki aday filmlere baktığımda da, geçen senekine benzer bir şekilde çok kaliteli filmlerin yarıştığını görüyorum. Kadınların Devrimi yazımda bahsettiğim üzere güçlenmekte olan kadın sineması Oscar ödüllerinde de hem en iyi film hem en iyi yönetmen adaylıklarında Chloé Zao ve Emerald Fennell ile temsil ediliyorlar. Bence Regina King ile One Night in Miami de mutlaka bu adayların arasında olmalıydı.

Aday filmlerden dördüne daha önceki yazılarda değinmiştim, kalan dördüne kısa notlar düşerek, beğeni sırama göre sıralıyorum;

Nomadland 9/10

En iyi film ve en iyi yönetmenin yanı sıra Frances McDormand'ın Oscar'a bir kez daha uzanabileceğini düşünüyorum. Oscar habercisi Altın Küre'de Andra Day ödülü aldı, ancak çok iyi oynamasına rağmen, filmlerin arasındaki kalite farkı sebebiyle benim gönlüm McDormand'dan yana.




Promising Young Woman 8/10

McDormand en iyi kadın oyuncu ödülünü alamazsa benim listemde Carey Mulligan ikinci sırada, müthiş bir oyunculuk ortaya koyduğunu düşünüyorum.


Sound of Metal 8/10

Bir heavy metal grubunun bateristinin işitme duyusunu kaybetmeye başlamasını izliyoruz. Müthiş bir ses tasarımıyla, bu ses kaybının fiziksel olarak nasıl duyumsandığı hakkında bir fikir sahibi olurken, Riz Ahmed'in etkileyici oyunuyla da, hayatındaki en büyük tutkusu ellerinin arasından kayıp giden bir müzisyenin iç Dünya'sına dalabiliyoruz.


Minari 8/10

ABD'de Koreli göçmen bir ailenin hayata tutunma mücadelesini izliyoruz. Evin küçük oğlunun kalbindeki delik sebebiyle aile şehirden uzaklaşarak daha doğa içinde yaşamak ister. Maddi güçlükler yaşamakta olan ailenin babası taşrada Kore sebzeleri yetiştireceği bir tarla hayali kurmaktadır. Anne oğlu için fazla endişelidir, hastanelere uzak olmak onu rahatsız eder. Onlara destek olmak için anneanne de Kore'den gelir. Aile içi ve kuşaklar arası ilişkileri son derece sade ve gerçekçi işleyen nefis bir aile draması.  


The Father 8/10

Büyük konuşmayayım ama bence demans, olabilecek hastalıkların en kötülerinden birisi olsa gerek. Sinemada pek çok kez işlenmiş bir konu olmasına rağmen, hastanın perspektifinden bu kadar iyi anlatılmış bir örneğini hatırlamıyorum. Her şeyi hastanın gözünden gördüğümüz için, hatırlanamayanın yarattığı travmayı çok net anlayabiliyoruz. Anthony Hopkins yine harikalar yaratıyor. Bence en iyi erkek oyuncu ödülü için en güçlü aday. Çok genç yaşta hayatını kaybettiğinden dolayı Chadwick Boseman, Altın Küre'de olduğu üzere bu ödülü de duygusal sebeplerle alacak muhtemelen. Gerçekten de çok iyi oynuyor, ancak Ma Rainey's Black Bottom beni film olarak fazla ikna edemedi.


Judas and the Black Messiah 7/10




Mank 7/10

Tüm filmlerini (ve dizisini) çok beğendiğim yönetmen David Fincher, tüm zamanların en büyük yönetmenlerinden Orson Welles'in büyük klasiği Citizen Kane'in yazılış hikayesini anlatıyor. Dönemin stüdyolarını, önemli isimlerini, güncel olaylarını bilmeyen biri için takip edilmesi son derece zor bir film olmuş. Citizen Kane'e paralel kusursuz siyah beyaz bir teknikle çekilmiş ama kimin kim olduğunu anlamaya çalışmaktan dolayı fazla keyif alamadım. 


The Trial of the Chicago 7/10



20 Mart 2021 Cumartesi

Felsefeye Giriş I

Antik Yunan Felsefe Tarihine paralel okumaya başladığım kitaplardan biri Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabı oldu. Farklı felsefeye giriş kitaplarının yaklaşım şekillerini kıyaslamak için, kitapların içindekiler kısımlarını inceledim. Birbirinden farklı yöntemler olduğunu gördüm. Hemen kavramlara bodoslama dalan, bir de çeviri olan bir kitapla başlamayı arzu etmediğimden, Ahmet Arslan'ın, felsefenin tanım ve kapsamını kısaca verdikten sonra kitabın büyük kısmını felsefenin farklı alanlarına ayırdığını gördüğümde, hangi kitabı alacağıma karar vermem kolay oldu.

Her hafta sonu sadece bir bölümünü okuyarak, böylece haftalara yayarak bitirdim. Her bölüm felsefenin başka bir alanına değindiğinden, yıllara dağılmış olan kendi görüşlerimi konsolide etmemi, sorgulamamı, yeniden değerlendirmemi sağlaması açısında çok keyifli bir zihin jimnastiği oldu. Esasında kendi kendimize veya dostlar arası muhabbette zaten felsefe yapıyor olduğumuzu görmek teşvik ediciydi, ama hayat karmaşıklaşıp zorlaştıkça, koşturmaca içinde insan kendisine de, çevresine de sorgulamaya değer konuları sormayı hızlıca unutuyor ve geçen yıllarla birlikte hayatın akışından tamamen çıkarabiliyor. Halbuki insana varoluşunu hiç çaktırmadan unutturabilen bu tür bir rutinden çıkabilmenin tek yolu, bu soruları bıkmadan usanmadan tekrar tekrar haykırabilmek olsa gerek.

Tabii hayatta felsefi sorular sorabilmenin bir takım bedelleri var. En önemlisi; düşünmek için öncelikle şu acımasız hayatta vakit bulabilmek gerekiyor. Farz edelim vakti bulabildik, bu sefer de sadece boş vakit yetmiyor, düşünceye yakıt gerekiyor. Nasıl yemek yemeden vücudumuzu besleyemiyorsak, zihnimizi beslemek için de mutlaka okumak, merak etmek, araştırmak zorundayız. "Zaten çok yorgunum, kafamı boşaltmalıyım" diye, farklı boyutlardaki içi boş ekranların karşısına geçince beslenmiş olmuyoruz maalesef. Olur da bir şekilde emek verip bu entelektüel tetiklemeyi sağlayabildiğimizde, bu sefer aynı yolda yürümekte olan yoldaş bulabilme, bir çift laf edebilme güçlüğüyle karşılaşabiliyoruz. Herkes öyle bir hengame içinde yaşıyor ki (en azından büyük şehirlerde) uzatılan kırmızı-mavi hapların vesile olduğu (eğer olur da bir tepkiye yol açarsa) tek soru işareti gözlerdeki bu da nereden çıktı şimdi, böyle şeyler için vaktim yok şaşkınlığı oluyor. Yani kimsenin hakikat için, bilgi için vakti yok, bu da içinde bulunduğumuz düzende anlaşılır bir durum.

Hatırlıyorum da, okumak dışında beslenebileceğimiz kaynakların çok sınırlı olduğu kendi gençlik yıllarımda, ne kadar sık felsefe yaparmışız, ne kadar boş vaktimiz varmış, ne kadar meraklıymışız, enerjikmişiz, ama ne kadar da har vurup harman savurmuşuz zamanı (kendi adıma konuşuyorum). Halbuki hayatı çok sorgulardık, biz kimiz, niye yaşıyoruz, iyi - kötü nedir, ne olmak istiyoruz,  dostluk nedir, güzel nedir, sayısız soruyu, kendimize, birbirimize sorar dururduk. Kendi adıma, yaş ilerledikçe bu sorulara bir takım iyi kötü tatmin olduğum, en azından gündemimden düşürebildiğim (sıkışınca fazlasıyla kestirme olan) cevaplar verdikten sonra yoluma devam etmişim ve hayatın çarklarına takılıp gitmişim. 

O kafa karışıklıklarına ve onlara zaman içinde eklenen (ama çoğuna cevap dahi aramayı aklımıza getirmediğimiz) pek çok soruyu daha sistematik bir şekilde kendime yeniden sormam, yeni cevaplar aramam gerektiğini şimdilerde görmeye başlıyorum. Sık sık dönüp hayatıma, dönüm noktalarıma ve aldığım kararlara bakıyorum. Mesela bu aralar okuduğum bölümü niye tercih ettiğimi (tamamen şuursuzluk, piyango oraya vurdu) soruyorum kendime, esasında severek okudum (en azından pişman olmadım), ama hiçbir saniye benim için bir tutkuya dönüşmedi, benden beklenenden fazlasını öğrenmeye gayret edeceğim bir noktaya hiç gelmedi. Halbuki en azından bir tarafına bayılıp, bu konuda başka neler okuyabilirim diyebilmeliydim. Bu durumu neden sorgulamadım, sorgulasaydım tutkuyla bağlanabileceğim bir meslek bulabilir miydim acaba. Arayıp bulabilseydim, kendimi bildiğim kadarıyla ne olursa olsun peşinden giderdim. 

Evet biliyorum geçmiş ola, ama bu sorgulama bugün için de çok önemli. Hayatın bana çizdiği yolu, benim de sağa sola devirmelerimle (belki de dümen kırabildiğim yanılsamalarıyla) bir rota tutturdum, gidiyorum ama şimdilerde bu rotayı sorgulamayı çoktan bırakmış olduğumu fark ediyorum. Kader yukarı katlarda bir gücün deftere yazdıkları değil, insanın kendini akışa devinimsiz bırakıyor olması olsa gerek. O zaman şimdi bir silkinip, yaş olarak yolun yarısını çoktan geçmiş olsam da, bu sorgulamayı son nefesime kadar yapabilecek bir yeni ben inşa edebilmeliyim. 

Bugün de sevdiğim ama pek tutku duymadığım bir iş yapıyorum, ülkenin bitmek bilmeyen sorunları ve krizleri de beni çok bezdirdi farkındayım. İdealist olmak, sadece işini iyi yapmaya odaklanmak hiç ama hiç prim yapmıyor bu topraklarda. İşini iyi yapan değil, "işini iyi bilen", yani kendini iyi pazarlayan, sesi daha gür çıkan, kolayca eğrilip bükülebilen kazanıyor. Her türlü etik kuraldan, saygıdan uzak bir çarpışmalar manzumesi söz konusu. "Soytarılık sanatı" diye niteleyebileceğim pazarlama denen kavram benim mizantrop doğama o kadar ama o kadar yabancı ki, çoğu zaman yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor ve çıkan faturaları vicdanıma postalıyorum. İşlerini tutkuyla yapabilen insanlara çok imreniyorum ve kendime soruyorum, benim tutkuyla bağlanabileceğim bir misyonum olabilir mi bu hayatta?

Ahmet Arslan'ın kitabından çok kendi felsefeme giriş oldu bu giriş. Kendimi şöyle bir cimcikleyip kitaba dönersem, başlığından bekleneceği üzere felsefenin tanımıyla başlıyor. Farklı kaynakları okudukça fark ediyorum ki, hem felsefenin kendi tanımı, hem de felsefeye ait çok sayıda kavram, düz tanımlardan okudukça anlam kazanmıyor, en azından benim için böyle. Hatta farklı filozofların aynı kavramlar için farklı tanımları olduğunu zamanla fark ettikçe, tanımlardan yola çıkarak felsefeye girmenin çok sağlıklı bir yöntem olacağını düşünmüyorum. Başlarda her yeni kavram için sözlüklere başvuruyordum ama zamanla fark etmeye başladım ki, belli kavramlarla farklı mekanlarda kendi bağlamlarında karşılaştıkça yerlerine oturmaya başlıyorlar, hatta zamanla dönüşebiliyorlar.

Arslan, verdiği tanımın ardından kısaca felsefenin bilimle, dinle ve sanatla ilişkisini inceliyor. Özellikle takip ettiğim podcast ve youtube kanallarında bu ilişkiler hakkında pek çok görüş dinledim ve konu çok ilgimi çekti. Etimolojik olarak bilgi/bilgelik sevgisi anlamına gelen philosophia'dan türeyen felsefe, Antik Yunan'da başladığında, başlıca konusu doğayı anlamak üzerine kuruluydu. Antik Yunan'da bilimin temelleri doğanın ve evrenin temel yapı taşını arayan ve Thales'le başlayan bir seri düşünürle atılıyor, Aristoteles ile yüzyıllarca yıl hükmünü sürecek bir sistematiğe oturuyor. Özellikle ortaçağda dinin dogmatik yaklaşımı bilime ket vuruyor, özgür düşünme, eleştirme, sorgulama adeta yasaklanıyor. Ne zamanki Avrupa'da başlayan aydınlanma ile Galileo gibi cesur bilim insanları kilisenin karşısına dikilebilme cesaretini gösteriyorlar, bilim de zincirlerinden kopup coşmaya başlıyor, Darwin'in evrim teorisi ise dinin bilim üzerindeki baskısına son darbeyi indiriyor.

Oğlum bu sene ortaokulu bitiriyor ve evrim müfredattan çıkarıldığı için okulda öğrenmediler. Zaten başta Cosmos olmak üzere beraber izlediğimiz pek çok bilim dizisinden konuyu biraz biliyordu ama 21. yüzyılda çocuğuma oturup evrim teorisini, doğal/yapay seçilimi kendim anlattım. Ama ülkemizin aydınlanması için tek ümidimiz olan yeni kuşaklar, din adına tüm Dünya'nın kabul ettiği bir gerçekliği bilmeyerek, hatta bilmemenin ötesinde ne olduğunu anlamaya çalışmadan düşmanca reddedecek şekilde yetiştiriliyorlar. 

Gazetelerde her gün üniversitelerin temel bilim bölümlerinin kapatıldığı haberlerini okuyoruz. Koca ülkede bir avuç fakülte kalmış durumda. Sansürlü ve her türlü sorgulamadan uzak ezberci sistemimizle, gençleri temel bilimlerden soğuttuk. Zaten ülkede bilim üretilmediğinden öğretmen olmak dışında bir seçenekleri kalmayacağını, öğretmen olabilseler de, atanmak için yıllarca bekleyeceklerini düşünerek temel bilimlere uzak duruyorlar. Üniversitelerimizin hali hepimizin malumu, kapılarında güvenlik kontrolleri ve polis bulunan, Dünya'dan her anlamda kopuk, izole kampüslerimiz var. Avrupa'da herhangi bir üniversiteye isteyen sıradan vatandaş elini kolunu sallayarak girebilir, hiç surlarla çevrili bir üniversite gördüğümü hatırlamıyorum. Resmen Hristiyanlığın ortaçağını andıran bir noktaya doğru kararlı adımlarla gidiyoruz. Engizisyon mahkemeleri zaten kurulu, bir tek meydanlarda bilim insanı yakmadığımız kaldı. Çoğunu yakmaktan beter hale getirdik, önemli ve değerli bir kısmı ülkeyi çoktan terk etti bile ama yetmez, düzenli aralıklarla tekrar tekrar gündeme getirilen "idam cezası geri gelsin" çağrılarıyla çağdaşlaşma yolunda azimle hiçbir engel tanımayacağımızın sinyallerini vermeye devam ediyoruz.

Konuyu  bir kez daha dağıttım, düşünmek insana galiba hiç iyi gelmiyor, kaldığım yere geri döneyim. Tarih boyunca kol kola yürümüş olan felsefe ile bilim, zamanla, özellikle bilimin iyice kurumsallaşmasıyla birbirlerinden ayrılmaya başlıyorlar. Felsefe daha çok bilimin kendisine terk ettiği alanlarda var olabiliyor gözüküyor. Bilimsel yöntemlerle araştırılamayan din, ahlak, varoluş gibi metafizik konulara sıkışıyor. Bu noktada bilimin nasıl sorusuna, felsefenin neden sorusuna yanıt aradığı gibi görüşler de mevcut. Benim görüşüm bilim ve felsefe arasında bu şekilde zorlama ayırımlar yapılmasına hiç ihtiyaç olmadığı yönünde. Felsefe daha çatı bir kavram olarak görülebilir. Tarih boyunca olduğu üzere felsefenin sorduğu sorular bilimi beslemiş, ilham vermiştir. Öyle olmaya da devam edecektir. 

Mesela felsefe "insan nasıl daha iyi yaşar" diye sorar. Bilim, insanın nasıl mutlu olacağından yola çıkmaz, öyle ulvi bir amaçla da hareket etmez, ama bilimin insanlığa kazandırdıkları, toplumun refahını arttıracak, sorunlarına çözüm bulacak, hayatını kolaylaştıracak sayısız buluşlara vesile olur. Bu minvalde düşünmeye devam edersek, bilimin imkan verdiği yeni buluşların kullanımı noktasında felsefeye bir diğer önemli görev düşüyor. Bilim bilgiyi üretirken, bilginin nasıl kullanılacağını tartışmıyor. Atomun parçalanmasının atom bombasını, gen teknolojilerinin gelişmesinin, canlıların ve günümüzde artık mümkün olduğu üzere insanın genetiğine müdahale edilmesini mümkün hale getirmesine dair yöneltilecek ahlaki soruları tartışmak felsefenin görevi olsa gerek. 

Ben öğrenim hayatım boyunca hiç felsefe dersi görmedim. Bilimin dili matematik ise felsefenin dili mantıktır. Lisede gördüğüm Türk müfredatı Mantık dersinin (keşke Alman hocadan Almanca görseymişiz) kabus gibi kupkuru bir şekilde işlendiğini hatırlıyorum. Halbuki bence hem ortaöğrenimde hem de üniversitelerde felsefe temel ders olmalı. Gerçi bizim ülkemizde o ders hızla "Aşağıdaki cümlelerden hangisi Aristo'nun şu yılda kurduğu cümlelerden biri değildir" diye a,b,c ve d seçenekli olarak önümüze gelir ve bizim de sıdkımız sıyrılır, yeryüzünde felsefeden en çok nefret eden gençlik olarak tarihe geçerdik. Yine de özellikle temel bilimlerde felsefe dersinin daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bilim insanları bence felsefeyle haşır neşir olmalılar.

Aynı şekilde bilimin ürettiği bilgiler de felsefeye yön vermektedir ve de vermelidir. Bilimi dışlayan bir felsefi tartışmanın değerli olabileceğini düşünmüyorum. Bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçeklik olan evrimi yok sayarak, varlık felsefiyle uğraşmak bana göre abesle iştigaldir. Aynı şekilde mesela sinirbilimin büyük bir hızla beynin işleyişine dair ortaya çıkarmakta olduğu bilimsel gerçeklikleri göz ardı ederek zihin felsefesinde ahkam kesmek ahmaklıktır.

Kitabın girişine sadece bir paragrafta değinmeyi hedeflerken, çala kalem biraz kaptırdım kendimi. Girişi geçecek takatim de kalmadı. Şimdilik burada kesip, başlığa da -I- ekliyorum. Belki kitapta ilerleyen bölümlerde değinilen felsefenin farklı alanlarına yeni notlarda değinirim.