Antik Yunan Felsefe Tarihine paralel okumaya başladığım kitaplardan biri Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabı oldu. Farklı felsefeye giriş kitaplarının yaklaşım şekillerini kıyaslamak için, kitapların içindekiler kısımlarını inceledim. Birbirinden farklı yöntemler olduğunu gördüm. Hemen kavramlara bodoslama dalan, bir de çeviri olan bir kitapla başlamayı arzu etmediğimden, Ahmet Arslan'ın, felsefenin tanım ve kapsamını kısaca verdikten sonra kitabın büyük kısmını felsefenin farklı alanlarına ayırdığını gördüğümde, hangi kitabı alacağıma karar vermem kolay oldu.
Her hafta sonu sadece bir bölümünü okuyarak, böylece haftalara yayarak bitirdim. Her bölüm felsefenin başka bir alanına değindiğinden, yıllara dağılmış olan kendi görüşlerimi konsolide etmemi, sorgulamamı, yeniden değerlendirmemi sağlaması açısında çok keyifli bir zihin jimnastiği oldu. Esasında kendi kendimize veya dostlar arası muhabbette zaten felsefe yapıyor olduğumuzu görmek teşvik ediciydi, ama hayat karmaşıklaşıp zorlaştıkça, koşturmaca içinde insan kendisine de, çevresine de sorgulamaya değer konuları sormayı hızlıca unutuyor ve geçen yıllarla birlikte hayatın akışından tamamen çıkarabiliyor. Halbuki insana varoluşunu hiç çaktırmadan unutturabilen bu tür bir rutinden çıkabilmenin tek yolu, bu soruları bıkmadan usanmadan tekrar tekrar haykırabilmek olsa gerek.
Tabii hayatta felsefi sorular sorabilmenin bir takım bedelleri var. En önemlisi; düşünmek için öncelikle şu acımasız hayatta vakit bulabilmek gerekiyor. Farz edelim vakti bulabildik, bu sefer de sadece boş vakit yetmiyor, düşünceye yakıt gerekiyor. Nasıl yemek yemeden vücudumuzu besleyemiyorsak, zihnimizi beslemek için de mutlaka okumak, merak etmek, araştırmak zorundayız. "Zaten çok yorgunum, kafamı boşaltmalıyım" diye, farklı boyutlardaki içi boş ekranların karşısına geçince beslenmiş olmuyoruz maalesef. Olur da bir şekilde emek verip bu entelektüel tetiklemeyi sağlayabildiğimizde, bu sefer aynı yolda yürümekte olan yoldaş bulabilme, bir çift laf edebilme güçlüğüyle karşılaşabiliyoruz. Herkes öyle bir hengame içinde yaşıyor ki (en azından büyük şehirlerde) uzatılan kırmızı-mavi hapların vesile olduğu (eğer olur da bir tepkiye yol açarsa) tek soru işareti gözlerdeki bu da nereden çıktı şimdi, böyle şeyler için vaktim yok şaşkınlığı oluyor. Yani kimsenin hakikat için, bilgi için vakti yok, bu da içinde bulunduğumuz düzende anlaşılır bir durum.
Hatırlıyorum da, okumak dışında beslenebileceğimiz kaynakların çok sınırlı olduğu kendi gençlik yıllarımda, ne kadar sık felsefe yaparmışız, ne kadar boş vaktimiz varmış, ne kadar meraklıymışız, enerjikmişiz, ama ne kadar da har vurup harman savurmuşuz zamanı (kendi adıma konuşuyorum). Halbuki hayatı çok sorgulardık, biz kimiz, niye yaşıyoruz, iyi - kötü nedir, ne olmak istiyoruz, dostluk nedir, güzel nedir, sayısız soruyu, kendimize, birbirimize sorar dururduk. Kendi adıma, yaş ilerledikçe bu sorulara bir takım iyi kötü tatmin olduğum, en azından gündemimden düşürebildiğim (sıkışınca fazlasıyla kestirme olan) cevaplar verdikten sonra yoluma devam etmişim ve hayatın çarklarına takılıp gitmişim.
O kafa karışıklıklarına ve onlara zaman içinde eklenen (ama çoğuna cevap dahi aramayı aklımıza getirmediğimiz) pek çok soruyu daha sistematik bir şekilde kendime yeniden sormam, yeni cevaplar aramam gerektiğini şimdilerde görmeye başlıyorum. Sık sık dönüp hayatıma, dönüm noktalarıma ve aldığım kararlara bakıyorum. Mesela bu aralar okuduğum bölümü niye tercih ettiğimi (tamamen şuursuzluk, piyango oraya vurdu) soruyorum kendime, esasında severek okudum (en azından pişman olmadım), ama hiçbir saniye benim için bir tutkuya dönüşmedi, benden beklenenden fazlasını öğrenmeye gayret edeceğim bir noktaya hiç gelmedi. Halbuki en azından bir tarafına bayılıp, bu konuda başka neler okuyabilirim diyebilmeliydim. Bu durumu neden sorgulamadım, sorgulasaydım tutkuyla bağlanabileceğim bir meslek bulabilir miydim acaba. Arayıp bulabilseydim, kendimi bildiğim kadarıyla ne olursa olsun peşinden giderdim.
Evet biliyorum geçmiş ola, ama bu sorgulama bugün için de çok önemli. Hayatın bana çizdiği yolu, benim de sağa sola devirmelerimle (belki de dümen kırabildiğim yanılsamalarıyla) bir rota tutturdum, gidiyorum ama şimdilerde bu rotayı sorgulamayı çoktan bırakmış olduğumu fark ediyorum. Kader yukarı katlarda bir gücün deftere yazdıkları değil, insanın kendini akışa devinimsiz bırakıyor olması olsa gerek. O zaman şimdi bir silkinip, yaş olarak yolun yarısını çoktan geçmiş olsam da, bu sorgulamayı son nefesime kadar yapabilecek bir yeni ben inşa edebilmeliyim.
Bugün de sevdiğim ama pek tutku duymadığım bir iş yapıyorum, ülkenin bitmek bilmeyen sorunları ve krizleri de beni çok bezdirdi farkındayım. İdealist olmak, sadece işini iyi yapmaya odaklanmak hiç ama hiç prim yapmıyor bu topraklarda. İşini iyi yapan değil, "işini iyi bilen", yani kendini iyi pazarlayan, sesi daha gür çıkan, kolayca eğrilip bükülebilen kazanıyor. Her türlü etik kuraldan, saygıdan uzak bir çarpışmalar manzumesi söz konusu. "Soytarılık sanatı" diye niteleyebileceğim pazarlama denen kavram benim mizantrop doğama o kadar ama o kadar yabancı ki, çoğu zaman yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor ve çıkan faturaları vicdanıma postalıyorum. İşlerini tutkuyla yapabilen insanlara çok imreniyorum ve kendime soruyorum, benim tutkuyla bağlanabileceğim bir misyonum olabilir mi bu hayatta?
Ahmet Arslan'ın kitabından çok kendi felsefeme giriş oldu bu giriş. Kendimi şöyle bir cimcikleyip kitaba dönersem, başlığından bekleneceği üzere felsefenin tanımıyla başlıyor. Farklı kaynakları okudukça fark ediyorum ki, hem felsefenin kendi tanımı, hem de felsefeye ait çok sayıda kavram, düz tanımlardan okudukça anlam kazanmıyor, en azından benim için böyle. Hatta farklı filozofların aynı kavramlar için farklı tanımları olduğunu zamanla fark ettikçe, tanımlardan yola çıkarak felsefeye girmenin çok sağlıklı bir yöntem olacağını düşünmüyorum. Başlarda her yeni kavram için sözlüklere başvuruyordum ama zamanla fark etmeye başladım ki, belli kavramlarla farklı mekanlarda kendi bağlamlarında karşılaştıkça yerlerine oturmaya başlıyorlar, hatta zamanla dönüşebiliyorlar.
Arslan, verdiği tanımın ardından kısaca felsefenin bilimle, dinle ve sanatla ilişkisini inceliyor. Özellikle takip ettiğim podcast ve youtube kanallarında bu ilişkiler hakkında pek çok görüş dinledim ve konu çok ilgimi çekti. Etimolojik olarak bilgi/bilgelik sevgisi anlamına gelen philosophia'dan türeyen felsefe, Antik Yunan'da başladığında, başlıca konusu doğayı anlamak üzerine kuruluydu. Antik Yunan'da bilimin temelleri doğanın ve evrenin temel yapı taşını arayan ve Thales'le başlayan bir seri düşünürle atılıyor, Aristoteles ile yüzyıllarca yıl hükmünü sürecek bir sistematiğe oturuyor. Özellikle ortaçağda dinin dogmatik yaklaşımı bilime ket vuruyor, özgür düşünme, eleştirme, sorgulama adeta yasaklanıyor. Ne zamanki Avrupa'da başlayan aydınlanma ile Galileo gibi cesur bilim insanları kilisenin karşısına dikilebilme cesaretini gösteriyorlar, bilim de zincirlerinden kopup coşmaya başlıyor, Darwin'in evrim teorisi ise dinin bilim üzerindeki baskısına son darbeyi indiriyor.
Oğlum bu sene ortaokulu bitiriyor ve evrim müfredattan çıkarıldığı için okulda öğrenmediler. Zaten başta Cosmos olmak üzere beraber izlediğimiz pek çok bilim dizisinden konuyu biraz biliyordu ama 21. yüzyılda çocuğuma oturup evrim teorisini, doğal/yapay seçilimi kendim anlattım. Ama ülkemizin aydınlanması için tek ümidimiz olan yeni kuşaklar, din adına tüm Dünya'nın kabul ettiği bir gerçekliği bilmeyerek, hatta bilmemenin ötesinde ne olduğunu anlamaya çalışmadan düşmanca reddedecek şekilde yetiştiriliyorlar.
Gazetelerde her gün üniversitelerin temel bilim bölümlerinin kapatıldığı haberlerini okuyoruz. Koca ülkede bir avuç fakülte kalmış durumda. Sansürlü ve her türlü sorgulamadan uzak ezberci sistemimizle, gençleri temel bilimlerden soğuttuk. Zaten ülkede bilim üretilmediğinden öğretmen olmak dışında bir seçenekleri kalmayacağını, öğretmen olabilseler de, atanmak için yıllarca bekleyeceklerini düşünerek temel bilimlere uzak duruyorlar. Üniversitelerimizin hali hepimizin malumu, kapılarında güvenlik kontrolleri ve polis bulunan, Dünya'dan her anlamda kopuk, izole kampüslerimiz var. Avrupa'da herhangi bir üniversiteye isteyen sıradan vatandaş elini kolunu sallayarak girebilir, hiç surlarla çevrili bir üniversite gördüğümü hatırlamıyorum. Resmen Hristiyanlığın ortaçağını andıran bir noktaya doğru kararlı adımlarla gidiyoruz. Engizisyon mahkemeleri zaten kurulu, bir tek meydanlarda bilim insanı yakmadığımız kaldı. Çoğunu yakmaktan beter hale getirdik, önemli ve değerli bir kısmı ülkeyi çoktan terk etti bile ama yetmez, düzenli aralıklarla tekrar tekrar gündeme getirilen "idam cezası geri gelsin" çağrılarıyla çağdaşlaşma yolunda azimle hiçbir engel tanımayacağımızın sinyallerini vermeye devam ediyoruz.
Konuyu bir kez daha dağıttım, düşünmek insana galiba hiç iyi gelmiyor, kaldığım yere geri döneyim. Tarih boyunca kol kola yürümüş olan felsefe ile bilim, zamanla, özellikle bilimin iyice kurumsallaşmasıyla birbirlerinden ayrılmaya başlıyorlar. Felsefe daha çok bilimin kendisine terk ettiği alanlarda var olabiliyor gözüküyor. Bilimsel yöntemlerle araştırılamayan din, ahlak, varoluş gibi metafizik konulara sıkışıyor. Bu noktada bilimin nasıl sorusuna, felsefenin neden sorusuna yanıt aradığı gibi görüşler de mevcut. Benim görüşüm bilim ve felsefe arasında bu şekilde zorlama ayırımlar yapılmasına hiç ihtiyaç olmadığı yönünde. Felsefe daha çatı bir kavram olarak görülebilir. Tarih boyunca olduğu üzere felsefenin sorduğu sorular bilimi beslemiş, ilham vermiştir. Öyle olmaya da devam edecektir.
Mesela felsefe "insan nasıl daha iyi yaşar" diye sorar. Bilim, insanın nasıl mutlu olacağından yola çıkmaz, öyle ulvi bir amaçla da hareket etmez, ama bilimin insanlığa kazandırdıkları, toplumun refahını arttıracak, sorunlarına çözüm bulacak, hayatını kolaylaştıracak sayısız buluşlara vesile olur. Bu minvalde düşünmeye devam edersek, bilimin imkan verdiği yeni buluşların kullanımı noktasında felsefeye bir diğer önemli görev düşüyor. Bilim bilgiyi üretirken, bilginin nasıl kullanılacağını tartışmıyor. Atomun parçalanmasının atom bombasını, gen teknolojilerinin gelişmesinin, canlıların ve günümüzde artık mümkün olduğu üzere insanın genetiğine müdahale edilmesini mümkün hale getirmesine dair yöneltilecek ahlaki soruları tartışmak felsefenin görevi olsa gerek.
Ben öğrenim hayatım boyunca hiç felsefe dersi görmedim. Bilimin dili matematik ise felsefenin dili mantıktır. Lisede gördüğüm Türk müfredatı Mantık dersinin (keşke Alman hocadan Almanca görseymişiz) kabus gibi kupkuru bir şekilde işlendiğini hatırlıyorum. Halbuki bence hem ortaöğrenimde hem de üniversitelerde felsefe temel ders olmalı. Gerçi bizim ülkemizde o ders hızla "Aşağıdaki cümlelerden hangisi Aristo'nun şu yılda kurduğu cümlelerden biri değildir" diye a,b,c ve d seçenekli olarak önümüze gelir ve bizim de sıdkımız sıyrılır, yeryüzünde felsefeden en çok nefret eden gençlik olarak tarihe geçerdik. Yine de özellikle temel bilimlerde felsefe dersinin daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bilim insanları bence felsefeyle haşır neşir olmalılar.
Aynı şekilde bilimin ürettiği bilgiler de felsefeye yön vermektedir ve de vermelidir. Bilimi dışlayan bir felsefi tartışmanın değerli olabileceğini düşünmüyorum. Bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçeklik olan evrimi yok sayarak, varlık felsefiyle uğraşmak bana göre abesle iştigaldir. Aynı şekilde mesela sinirbilimin büyük bir hızla beynin işleyişine dair ortaya çıkarmakta olduğu bilimsel gerçeklikleri göz ardı ederek zihin felsefesinde ahkam kesmek ahmaklıktır.
Kitabın girişine sadece bir paragrafta değinmeyi hedeflerken, çala kalem biraz kaptırdım kendimi. Girişi geçecek takatim de kalmadı. Şimdilik burada kesip, başlığa da -I- ekliyorum. Belki kitapta ilerleyen bölümlerde değinilen felsefenin farklı alanlarına yeni notlarda değinirim.