Malum korona günlerimiz, aradan geçen iki haftanın üzerine sonlanmak bir yana, daha da uzayacak gibi gözüküyor. Günlerimiz artık bir rutine oturdu, sağlık, gelecek ve geçinme kaygılarımızı bir yana bırakırsak, dört duvar arasında kapalı olmamıza rağmen, esasında hiç de fena geçmiyor. Yıllar sonra hatırlamak üzere notlar düşmek istiyorum.
Sabah kahvaltısından sonra saat 10:00 hem çocuklar, hem de Nina online derslere giriyorlar. Ben teknik destek elemanı olarak bağlantıları sağlıyor, çıkan sorunları gideriyor, ve çocukların teneffüslerden derslere dönmelerini takip ediyorum, fırsat buldukça müzik dinleyip, bir şeyler okuyorum. Öğlen dersler bitince yemek yenip ödevler yapılıyor. Sonrasında önceleri hep parka gidiyorduk, voleybol ve badminton oynuyorduk. Çocuklar arada bisiklet, paten ve kay-kay sürüyorlardı. İlk haftanın sonunda parklar da kapatılınca, haberler de kötüleşince, biz de tamamen eve kapanmaya karar verdik. Hareket imkanı kısılınca beslenme şeklimiz konusunda sıkıyönetim ilan ettik. Ara öğünler kaldırıldı, tatlı ve ekmek karneye bağlandı. Bu durum zaten dal gibi olan Dalya'nın umurunda olmadı, ama Cem çok acı çekiyor, arada tilki gibi çaktırmadan dalıp mutfaktan bir şeyler aşırıyor.
Öğleden sonra yarımşar saat Dalya gitar ve Cem çello çalışıyor. İnternette Fender'in online dersleri ücretsiz sunduğuna dair haberleri okuyunca hemen üye oldum. Hatta Groundhog Day'de her gün aynı günü tekrar yaşayan Bill Murray'in, fark yaratmak için piyano derslerine başlamasını kendime örnek alarak, Dalya'yla beraber ben de gitar öğrenmeye başladım. Her gün birlikte Fender'in derslerini takip ediyoruz. Cem'in ise gerçekten müthiş bir çello öğretmeni var, dersleri whatsapp'tan birbirlerine video göndererek devam ettiriyorlar. Ona piyanoda eşlik etmek için uzun bir ara verdiğim piyanoya da dönmek istiyorum, ancak tüm notalarım ofiste, bu kadar uzun süre eve kapanacağımızı tahmin edemediğimden, eve getirmeyi akıl edemedim, bir ara evden kaçıp notalarımı almaya ofise gitmem lazım.
Sonrasında saat 17:00'a kadar kendi uğraşlarına gömülüyorlar, ilk günlerde meşguliyetleri lego ağırlıklıydı, evin her tarafını salgın gibi legolar kapladı, sonra biraz sıkıldılar, şimdilerde Cem sürekli projeler üretiyor, önce yünlerle kuş heykelleri yapıyordu, şu aralar renkli boncuklarla hayvanlar dizip ütüleyerek, kendine bir nevi hayvanat bahçesi oluşturuyor. Elinde cımbız, minnacık boncukları büyük bir sabırla yerleştiriyor. Hatta bu yazıyı yazarken de gelip son yaptığı civcivi gösterdi. Dün gece Dalya'yla birlikte gece yarısına kadar koyu bir muhabbet eşliğinde büyük planlar çizdiler, kağıtlar kesip, heyecanla bir şeyler üretip durdular, yatağa zor gönderdik.
Saat 17:00 olunca yeni rutinimiz belgesel kuşağı başlıyor. Önce David Attenborough'un muhteşem Blue Planet II (2016)'sini izledik. Dalya başta biraz direndi, belgesellere Cem kadar ilgili değil, ama bölümler ilerledikçe direnci azaldı. Gerçekten inanılmaz bir yapımdı, ben de ağzım açık izledim, okyanus ve denizlerdeki yaşamı bu kadar etkileyici görüntüler ve hikayelerle izlemek çok çarpıcıydı. Dün son bölümü gözlerimize çektikten sonra bugün Planet Earth II (2016)'yi izlemeye başlayacağız.
Belgesel kuşağı bitince dördümüzün de bayıldığı yeni bir kuşağımız var; The Great British Bake Off. Büyük Britanya'da yayınlanan bir tatlı pişirme yarışması. Sonuncu sezondan (10. sezon) başladık ve finale yaklaşmış durumdayız. Gerçekten inanılmaz keyifli geçiyor. Dalya'yı öncesinde belgeseli izlemeye de bu şekilde ikna edebildim. Belgeseli izlemeyen Bake Off'u da izleyemiyor. Birbirinden leziz pastaları, kurabiyeleri, çeşit çeşit tatlıların yapımını izledikten sonra midelerimiz zil çalar şekilde akşam yemeğine oturuyoruz.
Yemekten sonra çocuklarla benim dizi izlediğim, Nina'nın kitap okumaya çekildiği bir saatimiz var. Bu yeni bir uygulama değil, çocuklar dizi izleyebilecek yaşa geldiklerinden beri var. Beraber izlediğimiz film ve dizilere ayrı bir yazıda değinmeyi planlıyorum. Korona günlerine "Avatar, The Last Airbender"'ın 3. sezonunun ortasında girmiştik. Öncelikle onu bitirdik. Gerçekten tek kelimeyle muhteşem bir diziydi, çocuklar bayıldılar. Bu günlerde His Dark Materials izliyoruz, sezonun ortasını geçtik, çocuklar kendilerini hemen kaptırdılar, yeni bölümü iple çekiyorlar. Dizi rutinimizin ön koşulu dişlerin fırçalanması, arka koşulu ikiletmeden yatağa giderek kitap okunması süregeldiği şekilde uygulanmaya devam ediyor.
Ön koşulu hala her gün hatırlatmak zorunda kalsam da, arka koşulu zaten gönüllü yapıyorlar. Yıllardır her akşam mutlaka kitap okuyorlar. Dalya bir saat kadar okuyor, Cem'in ışığını gece yarısında zorla kapatıyoruz. Dün akşam kendilerini Cem'in ürettiği hayvanlar için hazırladıkları yerleşkeyi planlamaya kaptırdıklarında, o kadar keyifliydiler ki müdahale etmedim, saat gece yarısına gelip, yatma vaktinin geldiğini söylediğimde, Cem o zaman kitap okuyacağım dedi, saat geç olduğundan kitap okuyamayacağına ikna etmem gerekti. Okudukları kitaplarla ilgili de ayrı bir yazı hazırlamak istiyorum, belki büyüdüklerinde hatırlamak isterler. Bu aralar Cem, Enid Blyton'un yazdığı tüm serileri arka arkaya ingilizce okuyor, takip edebildiğim kadarıyla şimdi Adventure serisinde. Dalya en son Harry Potter'lara başlamıştı, ilk kitabı bitirmiş, ikinci kitabı okuyordu, ama His Dark Materials dizisini çok sevdiğinden, Harry Potter'a ara verip, dizinin uyarlandığı kitap serisine başladı, ilk kitap Kuzey Işıkları'nı okuyor.
Salgın ilerlediğinde, çocuklarla eve kapanma fikri tam bir kabus iken, kabul etmeliyim ki, günler hiç de fena geçmiyor. Çocukların kavgaları çok azaldı, tabii hala arada kavgalar çıkıyor, ama yine de beni şaşırtacak kadar iyi anlaşıyorlar. Onlara yıllardır, şu anda her ne kadar öyle hissetmeseler de, büyüdüklerinde birbirlerinin en iyi arkadaşları ve destekçileri olacaklarını söylüyorum, salgın eğer uzun sürerse, belki de o kadar uzun beklemeleri de gerekmeyecek. Yetişkin olduklarında, belki bu satırları okuma imkanları olursa inkar edecekler, biz zaten hep iyi anlaşıyorduk diyecekler, ama kanıtlar bu notlarda.
Günler o kadar dolu geçiyor ki, bir kere bile tablet veya bilgisayarda oyun oynayabilir miyiz demediler, teknolojik cihazlar sadece dersler için kullanılıyor. Günler yine de dolu dolu geçiyor ve o (özellikle Dalya tarafında) "sıkılıyorum" nidalarına şimdilik uzağız. Her gün trafikte geçirdiğim ortalama 2-3 saatin cebime kar kalması bile daha huzurlu bir hayat yaşamamı sağlıyor. Daha önce not düşmüş müydüm, hatırlamıyorum ama çocuk yetiştirmek gerçekten de, bin türlü başka işin yanı sıra yapılabilecek bir iş değil kanımca, tam zaman ayırabilmek gerekiyor. Kendi adıma o zamanı hiç istediğim şekilde ayıramadığımdan kendimi hep bir şekilde eksik hissediyorum. Gelecek ve geçinme kaygısı olmasa, bu dönem gerçekten de yapmak istediklerim için büyük bir fırsat olabilir. Onlara ayırabildiğim zaman kadar, kendime de zaman ayırabiliyorum. Bir de salgın sonrası nasıl bir Dünya'ya dönüş yapacağımız, madden bir daha belimizi doğrulatabilecek miyiz belirsizlikleri, çocukların okul ücretlerini nasıl ödeyeceğiz gibi Dünyevi sorunlar beynimin kıvrımlarında fink atıyor olmasa...