30 Mart 2021 Salı

Cannes 2017


Cannes Film Festivali'nde dağıtılan Altın Palmiye ödüllerine aday olan filmlere değindiğim yazılara 2017 yılı ile devam ediyorum. Filmleri izleyeli 3-4 sene oldu, en beğendiklerim hafızamda en taze olanlar, dolayısıyla belleğimden izleri daha da fazla kaybolmadan, onlara birkaç satır notlar düşmek istiyorum, kalanları notlamakla yetineceğim.



The Square - Ruben Östlund 9/10

Beğendiğim Turist (2014) filmiyle tanıdığım Ruben Östlund, sıra dışı filmi The Square ile Altın Palmiye'ye çok hak ederek uzandı. Burjuvaziyle ve özellikle de sanat çevresiyle dalgasını çok güzel geçiyor. Büyük üstat Luis Bunuel yaşasaydı, filmin posterinde de bir anı gözüken müthiş akşam yemeği sahnesini kendi çekebilirdi. Dogma filmlerini de çok sık anımsattı bana, özellikle de Thomas Vinterberg'in Festen'i ile Lars von Trier'in Dogma'sı ilk aklıma gelen filmler oldu. Film, kendine aşık bir sanat küratörü üzerinden bağladığı minik hikayecikleri gerçeküstü bir üslupla anlatıyor. 

Loveless - Andrey Zvyagintsev 9/10

Çok hayran olduğum Zvyagintsev'den ve filmlerinden bu güncede sık sık bahsettim, her biri birer başyapıt. Onlara bir yenisini "Sevgisiz" ile eklemiş. Boşanma aşamasında olan soğuk bir anne ve ilgisiz bir babanın sevgisiz büyüyen küçük oğulları evden kaçar ve bulunamaz. Kayıp oğlun arandığı süreçte, babanın ve annenin yaşadıklarına şahitlik ediyoruz. Rusya'nın hem iklimsel hem de insani olarak son derece soğuk işlenmiş olması müthiş bir alegoriye işaret ederken, filmin final sahnesinde yönetmen anneye Rus sporcu üniforması giydirerek, alegorinin adını bizzat koymuş oluyor. Komünizmden kapitalizme çok ani ve vahşi geçiş yapan büyük bir devletin halkını unutuşunu, ona sevgisizliğini, ilgisizliğini minik bir çekirdek ailenin özelinde iliklerimize kadar hissediyoruz.

The Meyerowitz Stories - Noah Baumbach 9/10

Favori yönetmenlerimden bir diğeri Baumbach, ne çekse izlerim, tüm filmlerine bayılıyorum. En son Marriage Story ile çok beğeni alan yönetmen, The Meyerowitz Story'de de bir istisna yaratmamıştı. Benim mizah zevkime pek uymayan komedi filmleriyle tanınan Ben Stiller ve Adam Sandler iyi yönetmenlerle çalıştıklarında gerçek oyunculuklarını ortaya koyabiliyorlar. Birbirinden kopuk bir ailenin, babalarının (Dustin Hoffman) sergisi için bir araya gelmeleri üzerine oluşan minik hikayeleri izliyoruz. Yıldızlar geçidi şeklinde ilerleyen filmde, izleyen herkes kendi ailesinden bir takım izleri, özellikle de kardeş çekişmelerini bu hikayelerde bulabilir. O kadar gerçek ve aynı anda içerdiği mizah ile bir o kadar leziz. 

L'Amant Double - François Ozon 8/10

Bu güncenin bir diğer gediklisi François Ozon, gizem dolu bu filminde yakışıklı bir psikiyatrist ve güzel hastasına odaklanıyor. Profesyonel ilişkinin ötesine geçen bağları, bir noktada David Lynch'varimsi bir şüpheye düşürüyor izleyeni. Yaşananların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal? Finale gelirken gizem bir yere kadar çözülüyor, Lynch'te olageldiği üzere büyük soru işaretlerine maruz kalmıyoruz. Filmi izlerken benzerliği fark etmemiştim, ama izledikten sonra ilham aldığı romanın yazarı olan Joyce Carol Oats'un , David Cronenberg'in Dead Ringers (1988) filminin de ilham kaynağı olduğunu öğrendim. Tabii sürprizi bozmamak adına bu bağlantıyı bilmeden izlemek daha iyi olur. Vakit olsa iki filmi de arka arkaya bir kez daha izlemek isterdim.

The Killing of a Sacred Deer - Yorgos Lanthimos 8/10

Cannes Film Festivali'ne olan sevgim, yönetmen odaklı olması ve auteur tabir edilen belli bir imzası olan yönetmenlere ağırlık vermesinden ileri geliyor. O sebeple her filme değinirken, öncelikle yönetmenine uzun uzun güzellemeler yapasım geliyor. İşte yine filmlerine hayran olduğum bir diğer yönetmen; Lanthimos. Operasyonlara alkollü girebilen deha bir cerrah, operasyon masasında kaybettiği bir adamın ergen oğluyla (vicdanının onu rahat bırakmamasının etkisiyle) yakından ilgilenmekte ve ona aileden gibi davranmaktadır. Ama insan vicdanını bu kadar kolay temizleyebilir mi? Vicdanın yanı sıra yoğun bir adalet ve intikam felsefesi yapılabilecek bir malzemeyle yüzleşiyoruz. Lanthimos, kendi özgün tarzıyla, bu soruya sembollerle dolu çarpıcı yanıtlar veriyor. Her Lanthimos filminde olageldiği üzere, izlenmesi, hazmedilmesi, anlaşılması kolay olmayan bir film var karşımızda, ama tamamen açık bir üçüncü göz ile izlediğimizde en derinlerden sarsılabiliyoruz.

Happy End - Michael Haneke 8/10

Çok hayran olduğum diyerek kendimi bir kez daha tekrar edeceğim, ama Haneke için "hastasıyım" da diyebilirim. İnsanı, toplumu onun kadar iliklerine kadar soyan, çırılçıplak bırakan çok az yönetmen vardır. Yine bilindik temasından vazgeçmiyor, ve eleştiri oklarını burjuvaziye çeviriyor. Hikayenin geçtiği Calais, Fransa'dan Britanya'ya geçmeye çalışan göçmenlerin yoğun şekilde toplanma noktası. Ancak çevrelerinde olan bitene, ucu kendilerine dokunmadıkça son derece duyarsız varlıklı aileler, birbirlerinin sorunlarından da bihaberdirler. Kendi içlerindeki sıkıntıları saman altı ederek, dışarıya her daim kusursuz bir izlenim vermek bu topluluğun adı konmamış yaşam şeklidir. Filmin çok etkileyici finali de, ailenin dışarıya vermek için çırpındığı ama darmadağın olmasına engel olamadığı türden bir "mutlu son".

120 battements par minute - Robin Campillo 8/10

90'lı yıllarında başlarında AIDS salgını LGBTi+ bireyleri birer birer öldürürken, bu boyutta bir salgına karşı tüm devletler ve ilaç şirketleri adeta duyarsız kalmaktadırlar. Bu konuda farkındalık yaratmak, onları harekete geçirmek için bir araya gelen Paris'li eylemcilerin örgütlenmelerini izliyoruz. İçerik ve yöntemlerin uzun uzun tartışıldığı sahneler, atlanması gereken hendeklere dair önemli bir içgörü sağlıyor. Adeta belgesel havasında ilerleyen film, ucuz drama tuzaklarına hiç düşmeden çok doğrudan ve etkili bir şekilde anlatıyor meramını.

Bakiye Filmler;

The Beguiled - Sofia Coppola 7/10

In the Fade - Fatih Akın 7/10

You Were Never Really Here - Lynne Ramsay 7/10

Jupiter's Moon - Kornél Mundruczó 7/10

Radiance - Naomi Kawase 7/10

Le Redoutable - Michel Hazanavicius 6/10

Good Time - Josh and Benny Safdie 5/10

Okja - Bong Joon-ho 5/10

The Day After - Hong Sang-soo 5/10

Wonderstruck - Todd Haynes 5/10

Henüz izlemediklerim;

A Gentle Creature - Sergei Loznitsa

Rodin - Jacques Doillon


28 Mart 2021 Pazar

Makine Hatıraları: Uzay - Refik Anadol

 

Takip ettiğim sanat bloglarından Refik Anadol'un uluslararası başarılarını okuyor ve sosyal medya hesaplarını da takip ediyordum. İstanbul'da bir sergisi olacağını öğrenince çok heyecanlandım. 1 yıllık sergi & müze orucunu açmanın vakti geldiğine, eğer risk almaya değecek bir etkinlik var ise, bu sergi olacağına kanaat getirdim. Ülkemizde hızla artan vaka sayılarının (restoranlarda kucak kucağa oturan şuursuz güruhu görünce hiç şaşırmıyorum) yeniden bir kapanmaya sebep olabileceğini düşünerek ve saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alarak, serginin açıldığı ilk hafta Pilevneli Dolapdere'nin yolunu tuttuk.


Sergi sabah 10:00'da açılıyordu, sakin olur diye hafta içi 10:15'de mekana varınca, upuzun kuyruğu gördük. İçeri 11:45 gibi girebildik, yani 1,5 saat soğukta beklememiz gerekti. Saat ilerledikçe kuyruk çok daha da uzadı, muhtemelen ilerleyen saatlerde ortalama 2,5 saat beklemek gerekiyordur, Cumartesileri daha da uzun. Dışarıda bekleyenler, içeridekilerin insafına kalmış durumdalar, çünkü içerideki ziyaretçiler çıktıkça, içeriye aynı sayıda ziyaretçi alınabiliyor. Biz 45 dakika kadar kaldık içeride. Organizasyon ve önlemler başarılıydı, içeride sosyal mesafe rahatlıkla korunabiliyordu. Arter'in hemen yanında konumlanan Pilevneli'ye ilk defa gittim, 4 katlı güzel bir sergi mekanı olmuş.

Sergiye dair notlar düşmeden önce, bana hatırlattığı iki diğer dijital sergiye değinmek istiyorum. İlki 2012 yılında gerçekleşen Van Gogh Alive sergisini şu yazıda sanal hafızama kazımışım. Açıldığında çok ses getiren sergi, projektörlerle duvarlara devasa boyutlarda yansıtılan Van Gogh resimlerinden oluşuyordu. Sergiye yanımda götürdüğüm Cem o zamanlar 3,5 yaşındaymış, zaman nasıl da hızlı akıyor. Bir diğer dijital sergi de benzer bir teknikle 2016 yılında Deniz Müzesi'nde gerçekleşen Pitoresk İstanbul sergisiydi. Başta Ayvazovski olmak üzere eski İstanbul'u resmeden ressamların eserleri bazıları anime de edilerek yine duvarlara boydan boya büyütülerek yansıtılmıştı. O sergiyi de çocuklarla gezmiş ve çok beğenmiştik.


Refik Anadol'un sergisine gelince, benzerlikler sergilerin dijital olmaları ve projektörler yardımıyla duvarlara giydirilmeleri ile sınırlı. Refik Anadol'un bizzat yaratıcısı olduğu eserler, çağdaş sanata yepyeni bir pencere açıyor. Hayatlarımızın hızla dijitalleşmesi sonucu, özellikle kamuda muazzam miktarlarda veri birikiyor. Bu verileri alıp, yapay zeka yardımıyla sınıflandırıp, sonrasında üretilen algoritmalarla görselleştirmek, bir nevi makine hatıraları/rüyaları olarak nitelendirilebilir. İnsanlar olarak bizler de yaşarken farkında olarak veya olmayarak, çok büyük miktarda veriyi (hatırayı) hafızamıza alıyoruz. Sonra gece kontrolümüzde olmayan algoritmalarla o veriler zihnimizde rüyalara dönüşüyor.

Dolayısıyla bu verileri depolayan makinelerin bir hafızaya sahip oldukları söylenebilir. Yapay zeka geliştikçe, makinelerin göreceği rüyalar da, hatırlayacakları anlar da insanların kontrolünde olmaktan çıkacak. Tabii tarihte her avangart sanat alanında olduğu üzere, bu teknikle üretilen işlerin de sanat olup olmadığı tartışılacaktır. Sonuç itibariyle bakarsak veriler kamuya ait, verileri tasnif eden yapay zeka, görsel olarak dönüştüren algoritmalar. Sanatçı bu işin neresinde diye sorulabilir? Tüm sürecin orkestrasyonu sanatçıya ait, süreci tasarlayan, süreçte kullanılan malzemeleri seçen, eseri şekillendiren araçları bir araya getiren, onları değiştiren, nasıl bir mecrada vücuda geleceğine karan veren de sanatçı. Sonuçta ortaya çıkan eserin detaylarını olmasa da çerçevesini çizen yine sanatçı. Bunlara ek olarak kamuya açık, kamu için eserler olması, ortaya attığı sorularla insanları düşünmeye sevk etmesi de, kanımca bu görsel ziyafeti en lezizinden sanat yapıyor. 


Sanatçının dokunuşu olmasa bizi büyülen estetiği, rüyalara sürükleyen görselliği bu şekilde karşımızda bulmamız muhtemelen mümkün olamazdı. Bu sergideki işlerde kullanılan veriler, Nasa'nın uzay teleskopu Hubble'ın evrenden çektiği on binlerce görselden geliyor. O görselleri renk ve tonlarına göre tasnif eden bir yapay zeka, kullanılabilecek milyonlarca piksel sunuyor. Bu uzay görsellerinin kullanıldığı işleri makinenin hafızası olarak görmek mümkün. Makinenin rüyaları olarak nitelenebilecek diğer işlerde ise verilerin farklı algoritmalar kullanılarak işlendiği daha akışkan grafikler izliyoruz. Akan, içi içe geçen, dalgalar, lavalar, sıvılar misali hayal gücünü zorlayan bir renkler manzumesi söz konusu.

Son dönemde üzerine okumakta olduğum konulardan bir tanesi de zihin felsefesi. Zihnin nasıl işlediği, bilincin, kimliğin nasıl oluştuğu gibi konular çok ilgimi çekiyor. İnsan zihninin doğa üstü bir varlık olduğunu, bir "ruha" sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Bence insan zihni henüz tüm sırları açığa çıkarılmamış, ama bir gün mutlaka her detayıyla açıklanabilecek organik bir makine. Beynimizdeki sinir ağlarının nasıl çalıştığı, kuantum fiziğinin nöron, sinaps gibi birimlerde nasıl işlediği anlaşılınca, organik olmasa da mekanik yapay zekaların, insandan aşağıda kalmayacak, hatta insan zihninin sınırlarına da hapsolmayacak şekilde üretilebileceğine inanıyorum.


Yapay zekanın bilinci olacak mı, yapay zeka rüya görebilir mi, yapay zeka vicdan sahibi olabilecek mi gibi sorularının muhtemel yanıtlarını, günümüzün sınırlı bilimine ve dar görüşümüze hapsolmuş konular olarak görüyorum. İnsanda olduğu varsayılan her türlü mevhum, bir gün makinelerde de olacaktır. (eğer kendi kendimize yarattığımız iklim krizi gibi marifetler veya kontrolümüz dışında olabilecek bir meteor çarpması gibi felaketler insanlığın sonunu yakın gelecekte getirmezse) Bir bilince sahip olduğumuz algısı, (yanılsaması) gayet anlaşılır bir durum, ama bir hafıza kaybının, veya beyinde en ufak bir hasarın, o benlik anlayışına nasıl bir büyük darbe vurabildiği de bir gerçek. Biz kimiz? Atalarımızdan aldığımız DNA'mıyız? Hatıralarımız mıyız, travmalarımız mıyız, inançlarımız mıyız?


Refik Anadol'un sergisini gezerken tüm bu sorular kafamda dolaşıp durdu, gördüğüm izdüşümler bir makineye mi, evrene mi, bir insana mı ait? Neye göre yargılıyoruz, antropomorfik filtremizi devre dışı bırakarak bakabilmemiz mümkün mü? Serginin verdiği ilham, sordurduğu soruların yanı sıra, gözümüz renge ve estetiğe de doymuş oldu (hele bir de pandeminin yarattığı müthiş açlık göz önüne alındığında). Dışarıda donan insanları umursamasak, saatlerce terapi niyetine izlenebilecek rüyalar gördük. Bu güncede çağdaş sanatın sürekli estetikten uzaklaşarak, giderek daha ağırlıklı olarak metafizik kavramlara odaklandığından şikayet eder dururum. Her türlü estetikten uzak yerleştirmeleri, objeleri anlamak için sayfalarca referans yazı okumak gerekir. Okuyarak zenginleşme eylemini edebiyat ve felsefe ile gerçekleştirebilecekken, görsel sanatlarda görselliğin bu kadar arka plana itilmesini, bir nevi kolaycılığa ve "kral çıplak" diyememenin zavallılığına vermeye meylediyorum.

(Parantez aç;


Serginin çıkışında hemen biraz ilerisindeki Dirimart Galeri'ye de uğradık. Başka Her Şey Uzak isimli bir karma sergi hazırlanmış. Ayça Telgeren'in Ayrılıktan Sonra videosunu ve Nuri Bilge Ceylan'ın Uykusuz fotoğrafını çok beğendim. Serginin künyesini de hatırlayabilmek adına buraya yapıştırıyorum.

Sanatçılar: Furkan Akhan, Sabri Berkel, CANAN, Nuri Bilge Ceylan, Halil Ege Doğramacı, Nilbar Güreş, Gözde İlkin, Can Küçük, Cihan Öncü, Yasemin Özcan, Güçlü Öztekin, Sarkis, Ayça Telgeren, Güneş Terkol, Nasan Tur, Celal Tutant, Berke Yazıcıoğlu
Küratör: Ceren Erdem
Asistan Küratörler: Senem Özgören, Levent Özmen

Parantez kapa )

Refik Anadol'un çok etkileyici eser ve sergilerine kendi sitesinden ulaşmak mümkün. Mümkünse büyük ekrana yansıtarak, veya eğer var ise bir projektör yardımıyla evin boş bir duvarına yansıtarak büyülenmek mümkün. Gelecekte evlerin duvarlarının bu şekilde rüyalar görebilecek şekilde tasarlanabileceğini düşünüyorum. Sadece 1 senedir eve kapalı olmanın açlığıyla değil, gerçekten çok keyif alarak gezdiğim bu serginin nicesiyle çok yakın zamanda buluşabilmek dileğiyle...

27 Mart 2021 Cumartesi

Oscar Ödülleri 2021


Bu günceye yazmaya başlayalı 10 yılı devirdim. Yönetmen odaklı sinema notlarıyla başlamıştım, zamanla farklı ilgi alanlarıma dair öznel notlara dönüştü. Sinemada iki farklı uçta durduğunu düşündüğüm iki ödül ekolüne, yani Cannes Altın Palmiye ve Oscar Ödüllerine düzenli bir şekilde yorumlarda bulunmaya gayret ediyorum. Altın Palmiye ödüllerinde en son şu yazıda 2016 yılında kalmışım, sonraki yılları yapılacaklar listeme ekliyorum. Oscar ödüllerinde ise şu yazıda geçen yılı değerlendirmiştim. O yazıda, yıllardır sık sık sadece ana akım yapımları ödüllendirmesiyle eleştirdiğim Akademi'nin ilk defa, aday gösterdiği tüm filmleri beğendiğimi, ancak en beğendiğim film olan Parasite'in en iyi film ödülü alabileceğini düşünmediğimi iletmişim. Yanılmışım, en iyi film adaylarının kalitesiyle şaşırtan Akademi, en iyi film Oscar'ını da Parasite'e vererek, sanat olarak sinemaya artık daha fazla değer vereceğini göstermiş oldu.

Bu seneki aday filmlere baktığımda da, geçen senekine benzer bir şekilde çok kaliteli filmlerin yarıştığını görüyorum. Kadınların Devrimi yazımda bahsettiğim üzere güçlenmekte olan kadın sineması Oscar ödüllerinde de hem en iyi film hem en iyi yönetmen adaylıklarında Chloé Zao ve Emerald Fennell ile temsil ediliyorlar. Bence Regina King ile One Night in Miami de mutlaka bu adayların arasında olmalıydı.

Aday filmlerden dördüne daha önceki yazılarda değinmiştim, kalan dördüne kısa notlar düşerek, beğeni sırama göre sıralıyorum;

Nomadland 9/10

En iyi film ve en iyi yönetmenin yanı sıra Frances McDormand'ın Oscar'a bir kez daha uzanabileceğini düşünüyorum. Oscar habercisi Altın Küre'de Andra Day ödülü aldı, ancak çok iyi oynamasına rağmen, filmlerin arasındaki kalite farkı sebebiyle benim gönlüm McDormand'dan yana.




Promising Young Woman 8/10

McDormand en iyi kadın oyuncu ödülünü alamazsa benim listemde Carey Mulligan ikinci sırada, müthiş bir oyunculuk ortaya koyduğunu düşünüyorum.


Sound of Metal 8/10

Bir heavy metal grubunun bateristinin işitme duyusunu kaybetmeye başlamasını izliyoruz. Müthiş bir ses tasarımıyla, bu ses kaybının fiziksel olarak nasıl duyumsandığı hakkında bir fikir sahibi olurken, Riz Ahmed'in etkileyici oyunuyla da, hayatındaki en büyük tutkusu ellerinin arasından kayıp giden bir müzisyenin iç Dünya'sına dalabiliyoruz.


Minari 8/10

ABD'de Koreli göçmen bir ailenin hayata tutunma mücadelesini izliyoruz. Evin küçük oğlunun kalbindeki delik sebebiyle aile şehirden uzaklaşarak daha doğa içinde yaşamak ister. Maddi güçlükler yaşamakta olan ailenin babası taşrada Kore sebzeleri yetiştireceği bir tarla hayali kurmaktadır. Anne oğlu için fazla endişelidir, hastanelere uzak olmak onu rahatsız eder. Onlara destek olmak için anneanne de Kore'den gelir. Aile içi ve kuşaklar arası ilişkileri son derece sade ve gerçekçi işleyen nefis bir aile draması.  


The Father 8/10

Büyük konuşmayayım ama bence demans, olabilecek hastalıkların en kötülerinden birisi olsa gerek. Sinemada pek çok kez işlenmiş bir konu olmasına rağmen, hastanın perspektifinden bu kadar iyi anlatılmış bir örneğini hatırlamıyorum. Her şeyi hastanın gözünden gördüğümüz için, hatırlanamayanın yarattığı travmayı çok net anlayabiliyoruz. Anthony Hopkins yine harikalar yaratıyor. Bence en iyi erkek oyuncu ödülü için en güçlü aday. Çok genç yaşta hayatını kaybettiğinden dolayı Chadwick Boseman, Altın Küre'de olduğu üzere bu ödülü de duygusal sebeplerle alacak muhtemelen. Gerçekten de çok iyi oynuyor, ancak Ma Rainey's Black Bottom beni film olarak fazla ikna edemedi.


Judas and the Black Messiah 7/10




Mank 7/10

Tüm filmlerini (ve dizisini) çok beğendiğim yönetmen David Fincher, tüm zamanların en büyük yönetmenlerinden Orson Welles'in büyük klasiği Citizen Kane'in yazılış hikayesini anlatıyor. Dönemin stüdyolarını, önemli isimlerini, güncel olaylarını bilmeyen biri için takip edilmesi son derece zor bir film olmuş. Citizen Kane'e paralel kusursuz siyah beyaz bir teknikle çekilmiş ama kimin kim olduğunu anlamaya çalışmaktan dolayı fazla keyif alamadım. 


The Trial of the Chicago 7/10



20 Mart 2021 Cumartesi

Felsefeye Giriş I

Antik Yunan Felsefe Tarihine paralel okumaya başladığım kitaplardan biri Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabı oldu. Farklı felsefeye giriş kitaplarının yaklaşım şekillerini kıyaslamak için, kitapların içindekiler kısımlarını inceledim. Birbirinden farklı yöntemler olduğunu gördüm. Hemen kavramlara bodoslama dalan, bir de çeviri olan bir kitapla başlamayı arzu etmediğimden, Ahmet Arslan'ın, felsefenin tanım ve kapsamını kısaca verdikten sonra kitabın büyük kısmını felsefenin farklı alanlarına ayırdığını gördüğümde, hangi kitabı alacağıma karar vermem kolay oldu.

Her hafta sonu sadece bir bölümünü okuyarak, böylece haftalara yayarak bitirdim. Her bölüm felsefenin başka bir alanına değindiğinden, yıllara dağılmış olan kendi görüşlerimi konsolide etmemi, sorgulamamı, yeniden değerlendirmemi sağlaması açısında çok keyifli bir zihin jimnastiği oldu. Esasında kendi kendimize veya dostlar arası muhabbette zaten felsefe yapıyor olduğumuzu görmek teşvik ediciydi, ama hayat karmaşıklaşıp zorlaştıkça, koşturmaca içinde insan kendisine de, çevresine de sorgulamaya değer konuları sormayı hızlıca unutuyor ve geçen yıllarla birlikte hayatın akışından tamamen çıkarabiliyor. Halbuki insana varoluşunu hiç çaktırmadan unutturabilen bu tür bir rutinden çıkabilmenin tek yolu, bu soruları bıkmadan usanmadan tekrar tekrar haykırabilmek olsa gerek.

Tabii hayatta felsefi sorular sorabilmenin bir takım bedelleri var. En önemlisi; düşünmek için öncelikle şu acımasız hayatta vakit bulabilmek gerekiyor. Farz edelim vakti bulabildik, bu sefer de sadece boş vakit yetmiyor, düşünceye yakıt gerekiyor. Nasıl yemek yemeden vücudumuzu besleyemiyorsak, zihnimizi beslemek için de mutlaka okumak, merak etmek, araştırmak zorundayız. "Zaten çok yorgunum, kafamı boşaltmalıyım" diye, farklı boyutlardaki içi boş ekranların karşısına geçince beslenmiş olmuyoruz maalesef. Olur da bir şekilde emek verip bu entelektüel tetiklemeyi sağlayabildiğimizde, bu sefer aynı yolda yürümekte olan yoldaş bulabilme, bir çift laf edebilme güçlüğüyle karşılaşabiliyoruz. Herkes öyle bir hengame içinde yaşıyor ki (en azından büyük şehirlerde) uzatılan kırmızı-mavi hapların vesile olduğu (eğer olur da bir tepkiye yol açarsa) tek soru işareti gözlerdeki bu da nereden çıktı şimdi, böyle şeyler için vaktim yok şaşkınlığı oluyor. Yani kimsenin hakikat için, bilgi için vakti yok, bu da içinde bulunduğumuz düzende anlaşılır bir durum.

Hatırlıyorum da, okumak dışında beslenebileceğimiz kaynakların çok sınırlı olduğu kendi gençlik yıllarımda, ne kadar sık felsefe yaparmışız, ne kadar boş vaktimiz varmış, ne kadar meraklıymışız, enerjikmişiz, ama ne kadar da har vurup harman savurmuşuz zamanı (kendi adıma konuşuyorum). Halbuki hayatı çok sorgulardık, biz kimiz, niye yaşıyoruz, iyi - kötü nedir, ne olmak istiyoruz,  dostluk nedir, güzel nedir, sayısız soruyu, kendimize, birbirimize sorar dururduk. Kendi adıma, yaş ilerledikçe bu sorulara bir takım iyi kötü tatmin olduğum, en azından gündemimden düşürebildiğim (sıkışınca fazlasıyla kestirme olan) cevaplar verdikten sonra yoluma devam etmişim ve hayatın çarklarına takılıp gitmişim. 

O kafa karışıklıklarına ve onlara zaman içinde eklenen (ama çoğuna cevap dahi aramayı aklımıza getirmediğimiz) pek çok soruyu daha sistematik bir şekilde kendime yeniden sormam, yeni cevaplar aramam gerektiğini şimdilerde görmeye başlıyorum. Sık sık dönüp hayatıma, dönüm noktalarıma ve aldığım kararlara bakıyorum. Mesela bu aralar okuduğum bölümü niye tercih ettiğimi (tamamen şuursuzluk, piyango oraya vurdu) soruyorum kendime, esasında severek okudum (en azından pişman olmadım), ama hiçbir saniye benim için bir tutkuya dönüşmedi, benden beklenenden fazlasını öğrenmeye gayret edeceğim bir noktaya hiç gelmedi. Halbuki en azından bir tarafına bayılıp, bu konuda başka neler okuyabilirim diyebilmeliydim. Bu durumu neden sorgulamadım, sorgulasaydım tutkuyla bağlanabileceğim bir meslek bulabilir miydim acaba. Arayıp bulabilseydim, kendimi bildiğim kadarıyla ne olursa olsun peşinden giderdim. 

Evet biliyorum geçmiş ola, ama bu sorgulama bugün için de çok önemli. Hayatın bana çizdiği yolu, benim de sağa sola devirmelerimle (belki de dümen kırabildiğim yanılsamalarıyla) bir rota tutturdum, gidiyorum ama şimdilerde bu rotayı sorgulamayı çoktan bırakmış olduğumu fark ediyorum. Kader yukarı katlarda bir gücün deftere yazdıkları değil, insanın kendini akışa devinimsiz bırakıyor olması olsa gerek. O zaman şimdi bir silkinip, yaş olarak yolun yarısını çoktan geçmiş olsam da, bu sorgulamayı son nefesime kadar yapabilecek bir yeni ben inşa edebilmeliyim. 

Bugün de sevdiğim ama pek tutku duymadığım bir iş yapıyorum, ülkenin bitmek bilmeyen sorunları ve krizleri de beni çok bezdirdi farkındayım. İdealist olmak, sadece işini iyi yapmaya odaklanmak hiç ama hiç prim yapmıyor bu topraklarda. İşini iyi yapan değil, "işini iyi bilen", yani kendini iyi pazarlayan, sesi daha gür çıkan, kolayca eğrilip bükülebilen kazanıyor. Her türlü etik kuraldan, saygıdan uzak bir çarpışmalar manzumesi söz konusu. "Soytarılık sanatı" diye niteleyebileceğim pazarlama denen kavram benim mizantrop doğama o kadar ama o kadar yabancı ki, çoğu zaman yokmuş gibi davranmayı tercih ediyor ve çıkan faturaları vicdanıma postalıyorum. İşlerini tutkuyla yapabilen insanlara çok imreniyorum ve kendime soruyorum, benim tutkuyla bağlanabileceğim bir misyonum olabilir mi bu hayatta?

Ahmet Arslan'ın kitabından çok kendi felsefeme giriş oldu bu giriş. Kendimi şöyle bir cimcikleyip kitaba dönersem, başlığından bekleneceği üzere felsefenin tanımıyla başlıyor. Farklı kaynakları okudukça fark ediyorum ki, hem felsefenin kendi tanımı, hem de felsefeye ait çok sayıda kavram, düz tanımlardan okudukça anlam kazanmıyor, en azından benim için böyle. Hatta farklı filozofların aynı kavramlar için farklı tanımları olduğunu zamanla fark ettikçe, tanımlardan yola çıkarak felsefeye girmenin çok sağlıklı bir yöntem olacağını düşünmüyorum. Başlarda her yeni kavram için sözlüklere başvuruyordum ama zamanla fark etmeye başladım ki, belli kavramlarla farklı mekanlarda kendi bağlamlarında karşılaştıkça yerlerine oturmaya başlıyorlar, hatta zamanla dönüşebiliyorlar.

Arslan, verdiği tanımın ardından kısaca felsefenin bilimle, dinle ve sanatla ilişkisini inceliyor. Özellikle takip ettiğim podcast ve youtube kanallarında bu ilişkiler hakkında pek çok görüş dinledim ve konu çok ilgimi çekti. Etimolojik olarak bilgi/bilgelik sevgisi anlamına gelen philosophia'dan türeyen felsefe, Antik Yunan'da başladığında, başlıca konusu doğayı anlamak üzerine kuruluydu. Antik Yunan'da bilimin temelleri doğanın ve evrenin temel yapı taşını arayan ve Thales'le başlayan bir seri düşünürle atılıyor, Aristoteles ile yüzyıllarca yıl hükmünü sürecek bir sistematiğe oturuyor. Özellikle ortaçağda dinin dogmatik yaklaşımı bilime ket vuruyor, özgür düşünme, eleştirme, sorgulama adeta yasaklanıyor. Ne zamanki Avrupa'da başlayan aydınlanma ile Galileo gibi cesur bilim insanları kilisenin karşısına dikilebilme cesaretini gösteriyorlar, bilim de zincirlerinden kopup coşmaya başlıyor, Darwin'in evrim teorisi ise dinin bilim üzerindeki baskısına son darbeyi indiriyor.

Oğlum bu sene ortaokulu bitiriyor ve evrim müfredattan çıkarıldığı için okulda öğrenmediler. Zaten başta Cosmos olmak üzere beraber izlediğimiz pek çok bilim dizisinden konuyu biraz biliyordu ama 21. yüzyılda çocuğuma oturup evrim teorisini, doğal/yapay seçilimi kendim anlattım. Ama ülkemizin aydınlanması için tek ümidimiz olan yeni kuşaklar, din adına tüm Dünya'nın kabul ettiği bir gerçekliği bilmeyerek, hatta bilmemenin ötesinde ne olduğunu anlamaya çalışmadan düşmanca reddedecek şekilde yetiştiriliyorlar. 

Gazetelerde her gün üniversitelerin temel bilim bölümlerinin kapatıldığı haberlerini okuyoruz. Koca ülkede bir avuç fakülte kalmış durumda. Sansürlü ve her türlü sorgulamadan uzak ezberci sistemimizle, gençleri temel bilimlerden soğuttuk. Zaten ülkede bilim üretilmediğinden öğretmen olmak dışında bir seçenekleri kalmayacağını, öğretmen olabilseler de, atanmak için yıllarca bekleyeceklerini düşünerek temel bilimlere uzak duruyorlar. Üniversitelerimizin hali hepimizin malumu, kapılarında güvenlik kontrolleri ve polis bulunan, Dünya'dan her anlamda kopuk, izole kampüslerimiz var. Avrupa'da herhangi bir üniversiteye isteyen sıradan vatandaş elini kolunu sallayarak girebilir, hiç surlarla çevrili bir üniversite gördüğümü hatırlamıyorum. Resmen Hristiyanlığın ortaçağını andıran bir noktaya doğru kararlı adımlarla gidiyoruz. Engizisyon mahkemeleri zaten kurulu, bir tek meydanlarda bilim insanı yakmadığımız kaldı. Çoğunu yakmaktan beter hale getirdik, önemli ve değerli bir kısmı ülkeyi çoktan terk etti bile ama yetmez, düzenli aralıklarla tekrar tekrar gündeme getirilen "idam cezası geri gelsin" çağrılarıyla çağdaşlaşma yolunda azimle hiçbir engel tanımayacağımızın sinyallerini vermeye devam ediyoruz.

Konuyu  bir kez daha dağıttım, düşünmek insana galiba hiç iyi gelmiyor, kaldığım yere geri döneyim. Tarih boyunca kol kola yürümüş olan felsefe ile bilim, zamanla, özellikle bilimin iyice kurumsallaşmasıyla birbirlerinden ayrılmaya başlıyorlar. Felsefe daha çok bilimin kendisine terk ettiği alanlarda var olabiliyor gözüküyor. Bilimsel yöntemlerle araştırılamayan din, ahlak, varoluş gibi metafizik konulara sıkışıyor. Bu noktada bilimin nasıl sorusuna, felsefenin neden sorusuna yanıt aradığı gibi görüşler de mevcut. Benim görüşüm bilim ve felsefe arasında bu şekilde zorlama ayırımlar yapılmasına hiç ihtiyaç olmadığı yönünde. Felsefe daha çatı bir kavram olarak görülebilir. Tarih boyunca olduğu üzere felsefenin sorduğu sorular bilimi beslemiş, ilham vermiştir. Öyle olmaya da devam edecektir. 

Mesela felsefe "insan nasıl daha iyi yaşar" diye sorar. Bilim, insanın nasıl mutlu olacağından yola çıkmaz, öyle ulvi bir amaçla da hareket etmez, ama bilimin insanlığa kazandırdıkları, toplumun refahını arttıracak, sorunlarına çözüm bulacak, hayatını kolaylaştıracak sayısız buluşlara vesile olur. Bu minvalde düşünmeye devam edersek, bilimin imkan verdiği yeni buluşların kullanımı noktasında felsefeye bir diğer önemli görev düşüyor. Bilim bilgiyi üretirken, bilginin nasıl kullanılacağını tartışmıyor. Atomun parçalanmasının atom bombasını, gen teknolojilerinin gelişmesinin, canlıların ve günümüzde artık mümkün olduğu üzere insanın genetiğine müdahale edilmesini mümkün hale getirmesine dair yöneltilecek ahlaki soruları tartışmak felsefenin görevi olsa gerek. 

Ben öğrenim hayatım boyunca hiç felsefe dersi görmedim. Bilimin dili matematik ise felsefenin dili mantıktır. Lisede gördüğüm Türk müfredatı Mantık dersinin (keşke Alman hocadan Almanca görseymişiz) kabus gibi kupkuru bir şekilde işlendiğini hatırlıyorum. Halbuki bence hem ortaöğrenimde hem de üniversitelerde felsefe temel ders olmalı. Gerçi bizim ülkemizde o ders hızla "Aşağıdaki cümlelerden hangisi Aristo'nun şu yılda kurduğu cümlelerden biri değildir" diye a,b,c ve d seçenekli olarak önümüze gelir ve bizim de sıdkımız sıyrılır, yeryüzünde felsefeden en çok nefret eden gençlik olarak tarihe geçerdik. Yine de özellikle temel bilimlerde felsefe dersinin daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm bilim insanları bence felsefeyle haşır neşir olmalılar.

Aynı şekilde bilimin ürettiği bilgiler de felsefeye yön vermektedir ve de vermelidir. Bilimi dışlayan bir felsefi tartışmanın değerli olabileceğini düşünmüyorum. Bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçeklik olan evrimi yok sayarak, varlık felsefiyle uğraşmak bana göre abesle iştigaldir. Aynı şekilde mesela sinirbilimin büyük bir hızla beynin işleyişine dair ortaya çıkarmakta olduğu bilimsel gerçeklikleri göz ardı ederek zihin felsefesinde ahkam kesmek ahmaklıktır.

Kitabın girişine sadece bir paragrafta değinmeyi hedeflerken, çala kalem biraz kaptırdım kendimi. Girişi geçecek takatim de kalmadı. Şimdilik burada kesip, başlığa da -I- ekliyorum. Belki kitapta ilerleyen bölümlerde değinilen felsefenin farklı alanlarına yeni notlarda değinirim.


18 Mart 2021 Perşembe

Siyahilerin Devrimi

Sinema özgürleştikçe ve belli güç odaklarının etkisinden sıyrıldıkça, sinema tarihi, insanlık tarihine daha bir paralel işlemeye başladı. Artık kangren olmuş sorunlar zaman aşımına uğradıklarında veya  atlatıldıklarında değil, henüz güncel olduklarında da işlenebiliyor, en azından aradaki makasın giderek kapandığı tespit edilebilir. Bir de yüzyıllardır süregelen cinsiyet ayrımı, cinsel tercih ayrımı, ırkçılık gibi konular var ki, on yıllarca adeta yoklarmış gibi filmler üretilirken, artık bu meseleler daha fazla ilginin odağına doğru hareket ettiler.

Evvelki yazım olan kadınların devrimiyle, sinema sektöründe kadınların kamera önünde olduğu kadar, artık arkasında da daha etkin olmaya başladıklarından bahsetmiştim. Bu yazıda ise insanlığın yüzyıllardır kanayan yarası olan ırkçılığa değinen filmlere dikkat çekmek istiyorum. Son bir yılda izlediğimiz kaliteli eserlerde, bu sorun eskiye oranla daha sık ve daha etkili işlenmeye başlandı.

Bu yazıda ABD'de yaşayan Afro-Amerikalıların varoluş ve haklarını arama mücadelesine dokunan filmler bulunuyor. Sinema tarihinde bu listeyi çok iyi şekilde tamamlayabilecek pek çok filmi geçmiş yıllarda izledik, ancak burada sadece son bir senede radarıma giren yapımlara değiniyor olacağım;


One Night in Miami (2020) - Regina King 9/10

Yönetmeninin kadın olması itibariyle, kadınların devrimi yazımda da bahsettiğim bu film, 50'li, 60'lı yıllarda verilen siyahi mücadeleye dair bilgi sahibi olmayan bir izleyici için dahi değerli içgörüler sunuyor. Dönemlerinin önde gelen, birbirlerinden pek çok anlamda farklı dört önemli sembol karakteri üzerinden, Amerika'daki ırkçılık sorununa farklı bakış açılarından bakabilmemiz mümkün oluyor. Siyahilere yönelen nefretin ve şiddetin yanı sıra, kendi içlerinde de fikir birliği içinde değiller.Mesela  Malcom X'in temsil ettiği "Nation Of Islam"'ın ırk sorununa bakışı ve çözüm önerileri, işin içine dini de kattığından dolayı bir diğer önde gelen siyahi hareket olan Kara Panter'lerden ayrılıyor. Sporda, sanatta elde ettikleri üstün başarılarla ırklar üstü bir konuma erişen (ama bunun bir yanılsama olduğu filmde çok güzel veriliyor) şahsiyetler elde ettikleri statüyü kaybetmek pahasına siyahi mücadelenin bir parçası olabilirler mi? Aile nerede durmaktadır, verilecek mücadelenin aileye çıkaracağı faturayı kim ödeyecektir? Bunun gibi sayısız soru, hiç didaktik olmadan, bir otel odasında, bir gecede, bu dörtlünün dostluklarının çerçevesinde çok ustaca işleniyor.

I Am Ali (2014) - Clare Lewins 8/10

One Night in Miami'deki 4 karakter arasında, muhtemelen büyük farkla tüm Dünya'da en çok tanınanı Muhammed Ali olsa gerek. Din olarak (Batı Dünya'sında din konusunda olabilecek en yobaz ülkede) İslam'ı seçerken göstermiş olduğu medeni cesaretin fazlasını, Vietnam savaşına vicdani retçi (hem de ikinci sınıf görülen siyahi bir vatandaş) olarak  gitmeyi reddettiğinde göstermiş. Mahkemeye verilmiş, hüküm giymiş, ama yine de savaşın manasızlığını her fırsatta haykırmış, milyonlarca gence ve barış yanlısına tercüman olmuştur. Dünya şampiyonu olduğu halde, hem unvanı hem de sporcu lisansı elinden alınarak, yıllarca maçlara çıkması engellenmiştir. Ama Muhammed Ali doğru bildiklerini her fırsatta dile getirmekten zerre geri adım atmamış, dimdik durmuştur. Bu belgesel arşivden ses kayıtlarıyla ve görüntülerle, ailesine ne kadar düşkün olduğunun üzerinde de özellikle durarak bu büyük şampiyonun hayatına ışık tutuyor.

The Two Killings of Sam Cooke (2019) - Kelly Duane 8/10

Müziğine bayıldığım, büyük bir hayranı olduğum Sam Cooke'un neden çok genç yaşta öldüğünü merak edip, yıllar önce araştırarak öğrenmiştim. One Night in Miami'yi izleyince, onun hikayesini bir de belgesel olarak dinlemek istedim. Sam Cooke öyle muazzam bir müzik yapıyor ki, ABD'de sadece siyahi halkı değil, aynı şekilde beyaz gençleri de çok etkiliyor. Beyaz ve Siyahilerin aynı otobüse binemedikleri, aynı mekanlara giremedikleri yıllarda, onun gençleri aynı platformda buluşturuyor olması, ırk ayrımının anlamsızlığını apaçık gözler önüne seriyor olması ve dillendiriyor da olması, belli ki bir an önce başının ezilmesi gerektiğini belli güç odaklarına gösteriyor. Öyle karakterine aykırı ve inandırıcı olmaktan uzak bir şekilde öldürülüyor ki, şüphe duymamak mümkün değil. Öldürülmekle kalmıyor, sözde meşru müdafaa sonucu öldüğü iddia edilerek, bizzat kendi ölümünden sorumlu bulunmanın ötesinde, itibarı da yok ediliyor.  Hiçbir ciddi inceleme yapılmadan, soruşturmanın üzeri anında kapatılarak konu örtbas ediliyor. O yıllar maalesef pek çok siyahi liderin ve önde gelenlerinin şaibeli ölümleriyle dolu.

The United States vs. Billie Holiday (2020) - Lee Daniels 7/10

Sam Cooke'la çok benzer bir kaderi de dönemin en önemli caz icracısı Billie Holiday paylaşıyor. O da ırklar üstü bir başarıyı elde ettiğinde, tüm ülkedeki müzikseverler tarafından el üstünde tutuluyor. Plakları yok satıyor, Madison Square Garden gibi en prestijli konser salonlarında kapalı gişe konserler veriyor. Aşk şarkıları meşk etmesi çok sorun edilmezken, seslendirdiği "Strange Fruit" parçası başına bela oluyor. ABD'nin özellikle köleci gelenekten gelen güney bölgelerinde siyahilerin linç edilme eylemleri başta ırkçı klu klux örgütü tarafından olmak üzere devam etmektedir. Ağaçlarda sallandırılan siyahiler parçaya "garip meyveler" ismini ve ilhamını verirler. Bu tabii devletin ve istihbarat örgütü FBI'ın hiç hoşuna gitmez. Uyarırlar onu, o parça bir daha söylenmeyecek diye. Ama Holiday ödün vermez, şarkıyı dillendirmeye devam eder. FBI onun hayatına siyahi ajanları çaktırmadan sokar, hem uyuşturucu kullanımını körükler, hem de komplo kurarak uyuşturucu bulundurmaktan hapse girmesini sağlarlar. Yine ne hayatlar, ne acılar olduğunu gösteren çok çarpıcı bir hayat hikayesinin, ödülleri toparlamaya başlayan Andra Day'in Holiday'i muazzam canlandırmasına rağmen, sinemasal açıdan hak ettiği kalitede beyaz perdeye aktarılamadığını düşündüm. Senaryoda ciddi zaaflar ve dağınıklık söz konusuydu, Holiday'in hayatına giren çıkanları takip etmek mümkün değildi ve uyuşturucu bağımlılığı haddinden fazla odak noktasındaydı kanımca.

Seberg (2019) - Benedict Andrews 8/10

Billie Holiday'in hayatından yola çıkarak bir benzerlik de oyuncu Jean Seberg'in yaşam hikayesinde bulabiliriz. Sinemada Fransız yeni dalga akımını yaratan sembol filmlerden olan "Breathless"'da Jean-Paul Belmondo ile birlikte yıldızlaşan Jean Seberg'in kariyerinin, sonrasında neden devam etmediğini yine yıllar önce merak ederek araştırmış ve başına gelenlere çok şaşırmıştım. Çünkü bir sarışın beyazın hayatının da, siyahi harekete vermiş olduğu entelektüel destek ile karartılabileceği, benim için yeni bir bilgiydi. Filmde işlendiği üzere, Jean Seberg'ün bir uçak yolculuğunda tanıştığı "Kara Panter" hareketinin liderlerinden Hakim Jamal ile bir ilişki yaşamış, hatta ondan hamile kalmış olduğu iddiaları birer spekülasyondan ibaret olsa da, çek yazarak siyahi haklar mücadelesine finansal destek verdiği, hareketin üyeleriyle iletişimde kalmış olduğu birer gerçek. Sadece bu tavrı dahi FBI'ın radarına girmesi, zihin sağlığını yitirtecek şekilde yakın takibe alınması, kariyerinin mahvedilmesi için yeterli oluyor. Jane Fonda ve Marlon Brando gibi dönemin önde gelen pek çok omurgalı şahsiyeti, sihayilerin vermekte oldukları haklı mücadelelerini açıkça desteklerken, özellikle Hollywood Dünya'sında ve dönemin entelektüel burjuva sınıfında da verilen destekler bir nevi moda haline gelmiş.

Judas and the Black Messiah (2021) - Shaka King 7/10

Bu filme de Holiday ve Seberg filmlerinden paraleller çekmek mümkün. Holiday'in hayatında FBI'ın kullandığı siyahi ajan tarafından bir komploya kurban gitmesi, bu filmde Hristiyanlıkta İsa'nın dostu Judas tarafından ihanete uğraması hikayesine bir benzetme olarak esere adını veriyor; "Judas ve siyahi peygamber" Siyahi peygamber olarak görülen kişi de Seberg filminde başının belaya girmesine sebep olan kara panter hareketinin bir diğer önemli lideri olan eylemci Fred Hampton. FBI suç işlemiş bir siyahiyi, ya hayatını karartacağız, ya da bizim için gizli ajanlık yapacaksın diye tehdit ederek, onu Fred Hampton'ın güvenini kazanacak şekilde ekibine sokuyor. Filmin senaryosu ve ritmi kanımca arada aksıyor. Yapımın ajanlık, macera, heyecan kısmının, konunun ideolojik yönünü biraz baskıladığını, dağınık bıraktığını düşündüm. Böyle bir malzeme, bu kadar iyi oyuncularla çok daha (entelektüel açıdan) vurucu şekilde işlenebilmeliydi. Diğer yandan filme ideolojik açıdan yaklaşmak yanlış olabilir, kendi ırkına ihanet eden bir casusun iç hesaplaşması olarak ele almak belki de eserin hakkını verebilmek için daha doğru bir tercihtir.

Black Panthers (1968) - Agnes Varda 8/10

Judas and the Black Messiah'ta noksan kaldığını hissettiğim yanı , yakın zamanda kaybettiğimiz müthiş yönetmen Agnes Varda'nın bu belgeseliyle tamamlayabilmek için bir 50 sene geriye gitmek gerekiyor. Varda'nın kamerası sayesinde Kara Panterleri besleyen ögeleri daha iyi anlayabiliyoruz. Silahlı bir çatışmada bir polisin ölümüne sebep olan, kara panter hareketinin bir diğer lideri Huey P. Newton'ın sembolleşen yargılanması sürecinde ona destek verenlerin, adliye önünde duruşmayı topluca protesto etmelerini belgelerken onlara sorular yöneltiyor Varda.

The Trial of the Chicago 7 (2020) - Aaron Sorkin 7/10

Eserleri birbirlerine bağlayarak ilerlemeye devam edersek, toplu protestolardan sıradaki yapıma geçebiliriz. ABD'de ana akım iki partiden biri olan demokratların gerçekleştirecekleri kongre esnasında, dikkatleri Vietnam Savaşı'na çekmek, son derece haksızca verilen ve artık yönetimdekilerin dahi anlamlandıramadığı şekilde abesleşmiş ve sırf tükürdüğünü yalamamak adına devam ettirilen bir savaşa dair protestoda buluşmak için toplumun çok farklı muhalif kesimleri bir araya gelmeye karar verirler. Yasaklanan ve engellenmeye çalışılan yürüyüş, tarih boyunca olageldiği üzere istihbaratın ve polisin planlı kışkırtmaları ile şiddete büründüğü anda, belli başlı grupları temsil eden 7 sembolik eylemci kendilerini yargıcın karşısında bulurlar. Yürüyüşün beyaz gruplar tarafından organize edilmiş olmasına rağmen, iktidardakiler kamuoyunun geniş desteğini alabilmek için siyahi grupları davaya müdahil etmek isterler. Siyahilerin başı çektiği bir protestonun içeriği gözden kaçırılabilecek, ve geniş kitlelerce kınanabilecektir. Kara Panterler'in bir diğer kurucu lideri Bobby Seale yürüyüşe katıldığı iddiasıyla davanın parçası haline getirilir, halbuki Seale yürüyüşe katılmamıştır ve bu kadar astarı olmayan bir suçlama karşısında kendini mahkemede savunmayı dahi reddeder. Filmin konusunun ötesinde, sinemasal yönünü yine bazı noktalarda eleştireceğim. Filmde kullanılan ince mizah ve özellikle hippilerin tasvir edilişi, bence adeta filmin namlusuna takılmış susturucu gibi etkisinden eksiltiyor. Bu benim tercihlerimle ilgili bir sıkıntı olabilir, yaşanmış olayların, eğer ideolojik yönleri, ve toplumsal hayata dair söyleyecek güçlü argümanları var ise, dikkat dağıtabilecek ögeler bana göre filmin etkisinden eksiltebiliyor.

Şu ana kadar bahsettiğim filmlerinin tamamına bakınca FBI'ın (ve tabii muadili tüm istihbarat teşkilatlarının, daha büyük kümede tüm iktidarların) nasıl çalıştığı net şekilde gözüküyor. İnsanlar düşünmeyi reddedip koyun gibi yaşadığı sürece hayatlarımızda pek fazla şeyin değişeceğini sanmıyorum. ABD'nin tüm Dünya'da güttüğü kovboyculuk ve (ağacın arkasındaki fil misali) gizli gizli yürüttüğünü sandığı ama neredeyse alenen istihbarat birimlerini maşa yaptığı dış siyaset anlayışının, kendi iç Dünyası'nda da farklı işlemediğini görüyoruz. Bizim gibi bu siyasetin mağduru olan ülkeler, "bak adamlar kendi halkına da eziyet ediyor, yalnız değiliz" diye ne kadar züğürt tesellisi bulabilirler bilemiyorum, yapan yapacağını yapıyor. Buna karşılık bizim yapmamız gereken en önemli icraat halkımızı eğitmek eğitmek eğitmek, biz ne yapıyoruz? Tam tersini...


13 Mart 2021 Cumartesi

Phaidon - Platon

 


Sokrates'in Savunması'nda Platon'un kaleminden Sokrates'in kendini savunduğu monoloğunu okuduktan sonra, genelde yine Sokrates'in başrolde olduğu Platon diyaloglarına Phaidon ile geçiş yaptım. Bu dialoglarda ileri sürülen görüşlerin ne kadarının Sokrates'e, ne kadarının Platon'a ait olduğu bilinemiyor, ama büyük bir ihtimalle ikisinin bir karışımıdır, nihayetinde Platon Sokrates'in en gözde öğrencisi. Ciddi görüş ayrılıkları olsaydı, herhalde Platon tüm görüşlerini diyalog formatında sunarken hocasına bu kadar büyük bir başrol vermezdi.

Diyaloglardan ilk olarak Phaidon'u tercih etmem ne kadar doğru bir tercihti bilemiyorum, ama Sokrates'in idam edilmeden, daha doğrusu kendi eliyle baldıran zehrini içmeden önceki son gününü aktardığından, hemen savunmasının akabinde okumak doğru olur gibi geldi. Diyalog Sokrates'in hapis olduğu mekanda dostlarıyla son saatlerini geçirmesini aktarıyor. Tüm dostları son derece üzgün ve göz yaşlarına hakim olamazken, ortamdaki tek neşeli şahıs Sokrates'tir. Hayatı boyunca doğru bildiği yoldan hiç sapmamış olmanın verdiği vicdani rahatlığa sahiptir. Daha da önemlisi ölümden korkmamaktadır. Ruh ve beden ayrılığına inanmaktadır. Sadece bedeni ölecek, ruhu ise hapis olduğu kusurlu bedenden kurtulacaktır. Böylesi bir özgürlüğe kavuşacak olmaya nasıl sevinmem diye sormaktadır.

Sokrates gerçekte ne kadar bu görüşteydi bilemiyorum, ama bütün hayatını hiç bir şeyi bilmenin mümkün olamayacağını düşünerek geçiren, hatta bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu söyleyen bir düşünürün, bu kadar kesinliğinden emin görüşlerle ölüme gidiyor oluşu bana pek inandırıcı gelmedi. Belki kendi de bu kadar emin değildi ama dostlarını teselli etmek için kendinden emin görünüyordu. Platon dışında Sokrates'in görüşlerini başka dostları da yazmış, belki onlar teyit ediyordur, bilemiyorum. Sokrates hakkında bende oluşmuş olan, her şeyi son ana kadar sorguladığına dair yargı, bu görüşlerin daha çok Platon'a mal edilebileceğine işaret ediyor. İdealizmin piri Platon'un sürekli referans verilen idealar Dünya'sı, yani kısıtlı algılarımızla elde ettiğimiz, maddeye dair her türlü bilginin gerçek olmadığı, metafizik bir idealar evreninin kusurlu kopyaları olduğu görüşü, esas olanın ruh olduğu görüşüyle örtüşüyor.

Sokrates'in dostu Phaidon ile başlayan diyaloğunda Ruh ve ölümle ilgili görüşler ele alınıyor, sonrasında diğer dostlarıyla da farklı konular hakkında konuşuyor. Benim okumaya başlamadan önce hayal ettiğim şekilde, daha çok Sokrates'in sorular sorması, ve dostlarının o sorular üzerinde düşünerek yeni görüşlere kavuşmalarını sağlaması şeklinde ilerlemiyor bu sohbetler. Daha çok Sokrates neredeyse monologlar şeklinde bir nutuk çekiyor  ve arada "öyle değil midir" şeklinde sorular soruyor. Dostları istisnasız şekilde, hiç itiraz getirmeden onu onaylıyorlar. Şu ana kadar Sokrates hakkında okuduklarım, onun yönteminin farklı olduğunu düşündürttü bana. Çokbilmiş şekilde nutuklar vermek yerine, karşısındakine tüm bildiklerini sorgulatacak biri olarak tahayyül ediyorum onu. Buradan yapabildiğim çıkarım, Platon'un bu diyalogları kullanma şeklinin, daha çok kendi görüşlerini iletme tercihi olduğu yönünde.

Phaidon'un bana düşündürdüğü diğer bir konu, henüz hakkında detaylı okumalar yapmadığım Descartes'ın, kartezyen düalizm ile felsefe tarihinde modern çağı başlattığına farklı kaynaklarda pek çok kez denk gelmiş olmamla ilgiliydi. Mesela Felsefenin Kısa Tarihi'ni okurken, Descartes'ın düalizmi (ruh beden ikiliği) kendi yorumuyla beden ve zihnin ayrı ama (beyindeki epifiz bezi sayesinde) etkileşim içinde olduklarını öne sürdüğü şeklinde açıklanıyordu. Sokrates öncesi filozoflarda takip edebildiğim kadarıyla beden ve ruh ayrımı hiç konu edilmemişti, dolayısıyla Antik Yunan'da sanırım ruh-beden ayrımını ilk dile getirenler Sokrates/Platon ikilisi oluyor ve Descartes'a kadar giden düşüncenin temelini atmış oluyorlardı.

Antik felsefe tarihi okumalarına başladığımda, belli başlı eserleri birincil kaynaklardan yani filozofların kendi kalemlerinden okumak gibi bir hedef koymuştum kendime. Ama gerçekten ilerleyebilmek için fazlasıyla sabırsızlanıyorum ve maymun iştahıma hakim olamayarak çağdaş metinlere de arada dalmadan edemiyorum. Bu noktada ağırlıklı olarak ikincil kaynaklarla ilerlemeye ve belki eksik kaldığımı, anlayamadığımı düşündüğüm anlarda birincil kaynaklara geri dönme metodunun benim için daha verimli olabileceğine kanaat getirdim. 

Muhtemelen zaman ilerledikçe, sürekli yöntem değiştirecek ve benim için en verimli, en keyifli olacak yolları tercih ediyor olacağım. Kesin olan, her okuduğum satırda gerçekten inanılmaz ilham alıyor olduğum. Hayatın düzenine kendimi kaptırdığım yıllar boyunca ihmal ettiğim sorular, yepyeni sorularla zenginleşerek beni yeni okumalar, dinlemeler yapmaya sevk ediyor.


12 Mart 2021 Cuma

Kadınların Devrimi

Kendimi bildim bileli, insanlığın kurtuluşunu kadınların Dünya'ya hakim oluşunda görürüm. Tarihte ne kadar kötülük varsa erkeklerin hanesine yazılması gerektiği çok açıktır. Dünya'ya kadınlar hakim olsa (ama asimile olmuş, iktidar için erkeklerin kurallarıyla oynamak zorunda kalanları kastetmiyorum) savaşlar olur muydu, bu kadar haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, çürümüşlük hakim olur muydu? Bugün iklim krizi dahi gündemimizde olmazdı. Eğer evrende ve doğada ereksellik olsaydı (olabilir de ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum) yani evrenin bir amacı olsaydı, doğa kesin zaman içinde kendisini yok etmeye ant içmiş olan erkek milletini bir şekilde bertaraf eder, kadınlara farklı bir üreme şeklini elverecek mutasyonu bahşederdi.

Sinema tarihine dönüp baktığımızda da maalesef (istisnaların kaideyi bozmayacağı şekilde) erkek egemen bir Dünya görüyoruz. Kadınların hakkı zamanında verilse kim bilir sinema sanatı daha ne zenginliklere evrilebilirdi. Feminizmin hayatın her alanında bebek adımlarıyla da olsa güçlenmesi, her anlamda kadın istismarının çok daha fazla gündemde olması önemli bir farkındalık yaratmaya başladı. Sinemaya kalite olarak değilse de hala maddi anlamda hükmeden Hollywood balığın baştan koktuğu bir şer yeriyken, cesur kadınların başlattığı MeToo (ben de tacize uğradım) hareketi taşları yerinden oynatmaya başladı.

Bir filmi izlemeden önce yönetmeninin kim olduğuna bakmak, o yönetmenin daha önce bir diğer filmini izlemiş olup olmadığımı kontrol etmek önem verdiğim bir alışkanlığımdır. Eğer filmi beğenirsem, yönetmene döner bir daha bakar ve izlemediğim başka filmi var mı diye de araştırırım. Son aylarda film izlerken kadın yönetmenlerin sayısı ve çeşitliliği fark etmemenin mümkün olamayacağı şekilde dikkatimi çekti. Özellikle de en çok beğendiğim filmlerin yönetmenlerinin kadın olması beni daha da çok mutlu etti.

Tabii bir filmin yönetmeninden bahsederken kadın - erkek ayrımını yapıyor olmak dahi doğru değil, bu tür bir cinsiyet ayrımının her alanda tamamen anlamsız kalacağı bir Dünya umut ediyorum. Bu anlamda Berlin Film Festivali'nin bu yıldan itibaren en iyi oyuncu ödülünü verirken kadın - erkek ayrımını kaldırmış olmasını çok değerli buluyorum ama sinema sektörü buna hazır mı, Berlin'in peşinden gidebilecek diğer festivallerde bu durum zamanla kadınların aleyhine işler mi emin olamıyorum. Erkeklerin hakimiyetinin devam ettiği her alanda çok dikkatli olmakta fayda var.

Sinemada mini bir kadın devriminin gerçekleştiğini, haklarını teslim etmeye başlayan ödül adaylıklarında da görmeye başlıyoruz. Altın Küre Ödülleri'nde en iyi yönetmen olarak gösterilen beş kişiden üçü, en iyi film adayı beş filmden ikisi kadın yönetmenlere ait idi. En iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini de Chloé Zao çok hak ederek aldı. Bafta Ödüllerinin adaylarında da benzer bir tablo ortaya çıktı. Altı en iyi yönetmen adayının dördü ve beş en iyi film adayının ikisi kadın yönetmenlere ait. Bakalım bu durum Oscar adaylarına ne kadar yansıyacak.

Ülkemiz, Dünya'da gelişen ülkelerle kıyaslandığında, medeniyet seviyesi olarak pek çok noktada sürekli geriliyor. Kadının toplum içindeki konumunun, toplumun medeniyet seviyesiyle doğrudan alakalı olduğu bir teori değil, kanıtlanmış bir gerçeklik. Toplumumuzda kadının konumunun son yirmi senede müthiş bir ivmeyle geri gittiği, kadına şiddetin ve kadın cinayetlerinin gündemimizden hiç düşmediği, kadının toplumdaki yegane görevinin annelik olduğu vurgusunun iktidar sahipleri tarafından düzenli olarak dile getirildiği göz önüne alındığında, ortaya çıkan tabloya şaşırmamak gerekiyor. Pandeminin kadın istihdamında yol açmakta olduğu tahribata, eve kapanmanın sonucunda evde gördüğü şiddetin artışına dair elimizde henüz veriler bulunmuyor, ama vahim durumu tahmin etmek de pek güç değil.

Buna paralel olarak, kadının konumunun zayıfladığı bir ülkede, sinemada kadının güçlenmesini beklemek en hafif tabiriyle naiflik olacaktır. Türk sinemasında kadın yönetmen deyince aklıma ilk Yeşim Ustaoğlu ve Pelin Esmer geliyor. Birkaç ay önce Pelin Esmer'in "İşe Yarar Bir Şey"'ini izledik, ama onun haricinde son bir senede maalesef yeni filmini izleyebildiğimiz bir kadın yönetmenimiz bulunmuyor.

Son aylarda izlediğim kadın yönetmenlerin filmlerinden 9 adetine alfabetik sırayla kısa notlar düşüp, kalanını listeleyeceğim.

My Happy Family (2017) Nana Ekvtimishvili, Simon Groß 9/10

Üç nesil bir arada yaşamakta olan Gürcü bir ailenin tüm yükü, annenin sırtına binmiş durumdadır. Yılların getirdiği yorgunluk ve bıkkınlıkla bir gün evin annesi, evden ayrılarak kendi evine çıkmaya karar verir. İş ve aş arasında kaybolmuş milyarlarca kadını o kadar sade, sessiz ve etkili betimliyor ki bu film, gizli kalmış bir mücevher.

Nomadland (2020) Chloé Zao 9/10

Bu sene hakkıyla tüm ödülleri silip süpüreceğini düşündüğüm bu film, evsizliğe, yurtsuzluğa, insanın yalnızlığına dair çok değerli tespitlerde bulunuyor. Frances McDormand'ın her zamanki ince işçilik oyunculuğuyla taçlanan bu manzume, kapitalist çarkların çiğneyip tükürdüğü göçebe hayatlara ufak bir pencere açıyor.

One Night in Miami (2020) Regina King 9/10

Muhammad Ali, Malcolm X, Sam Cooke, ve Jim Brown (filmden önce tanımıyordum, çok ünlü bir Amerikan futbolcusuymuş) gibi zamanlarının en önde gelen siyahi kimlikleri, Muhammed Ali'nin Dünya şampiyonluğunu aldığı gece bir otel odasında bir araya gelirler. Hikayenin bu kısmı gerçek, ancak tabii o odada neler konuşulduğu bilinmiyor. 60'lı yıllarda güçlenen siyahi harekete dair, o odadaki her karakterin üstlendiği çok önemli roller bulunuyor. Odanın içine adeta gizli bir mikrofon yerleştiren Regina King ve tabii filmin senaristi Kemp Powers duyulması gerekenleri bizlere iletiyorlar. 

The Forty-Year-Old Version (2020) Radha Blank 9/10

Kendi yazan, yöneten, oynayan auteur kadınlar Dünya'yı şekillendirmeye devam ediyorlar. Onlara (Lena Dunham, Phoebe Wallar-Bridge, Michaela Coel, Billie Piper ve daha niceleri)  hayranlığımı ve şükranlarımı bu güncede sık sık dile getiriyorum. Radha Blank New York'lu bir yazar olarak kendini canlandırdığı bu filmle listeye en üst sıralardan girdi. New York'ta siyahi bir yazar olmak, hem de prensip sahibi dürüst bir yazar olmak üzerine söyleyeceği çok samimi sözleri var.

Elisa y Marcela (2019) Isabel Coixet 8/10

Favori yönetmenlerimden Isabel Coixet en son Foodie Love ile beni can evimden vurmuştu. Yine bir aşk hikayesini ele alıyor. 19. yüzyılın sonlarında iki kadın aşklarını savunmak ve bir arada kalabilmek için çok cesur bir mücadele veriyorlar. Gerçek bir hayat hikayesinden alıntı olarak, verdikleri hukuki mücadeleyle İspanya'da ilk eşcinsel evliliği gerçekleştiren çifti izliyoruz.

First Cow (2019) Kelly Reichardt 8/10

1800'lerin başlarında Amerika'da, insanlar dönmeye başlayan kapitalizm çarklarında dişli olabilmek için çırpınırken, hakim süren vahşi ve acımasız ortamda yaşayan iki evsiz fakir, dayanışarak birlikte varoluş mücadelesi verirler. Dönemin iktidar sahibi komutanı, bölgeye ilk ineği getirttiğinde, bu iki kafadar geceleri gizlice ineğin sütünü sağarak ve gündüzleri de tatlılar üretip satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Reichardt çok sade ve özgün bir dostluk hikayesine imza atıyor.   

My Octopus Teacher (2020) Pippa Ehrlich, James Reed 8/10

Bir diğer özün dostluk hikayesi ise belgeselci Craig Foster ile Günay Afrika'daki evinin önündeki denizde yaşayan bir ahtapot arasında. Evet yanlış yazmadım, gerçekten bu ikilinin arasında çok çarpıcı bir dostluk oluşuyor. Denizde hüküm süren doğal avcı-avlanan aritmetiğinde sürekli yaşam mücadelesi veren minik ahtapotun bir insana duyduğu güven, çok duygu yüklü bir belgesel izlememizi sağlıyor.  

Never Rarely Sometimes Always (2020) Eliza Hittman 8/10

Kürtaj konusu maalesef günümüzde kadın/insan hakkının en çok kanayan yaralarından biri. Kürtajın ebeveyn iznine tabi olduğu bir eyalette yaşayan ergen bir genç kız, ailesine de açılamadığı için çareyi gizlice New York'a gitmekte bulur. Ona destek veren bir arkadaşıyla birlikte başından geçenler, her türlü sansasyondan uzak bir şekilde verilirken, biz sürekli diken üzerinde, başlarına her an kötü bir şey gelebileceği korkusuyla izleriz. Muhtemelen anlatılamayan milyonlarca benzer hikayeye tercüman oluyor Hittman'ın filmi.

Promising Young Woman (2020) Emerald Fennell 8/10

Last but not least'i dilimize, son olarak ama bir o kadar da önemli diye beceriksizce çevirerek, kadın hakları konusunda listenin sesini en yüksek oktavdan veren filmine geliyoruz. Umut veren genç kadın olarak çevirebileceğimiz filmin başlığı zaten her şeyi söylüyor. Erkeklerle eşit fırsatlar verilse, onlardan fazlasını verebilecek sayısız "umut veren genç" kadın, uğradıkları haksızlıklar, tacizler ve tecavüzlerle sindiriliyor, ondan sonra da hayatın çoğu alanında erkeklerin kadınlara üstün oldukları arsızca dillendiriliyor. Yönetmen Fennell, kadınların, ailelerin kadınlara yaptığını da kenara not düşerken, erkeklerden intikamını, müthiş bir oyun ortaya koyan Carey Mulligan vesilesiyle alıyor. 


Şu iki muhteşem filme daha önceki şu yazıda değinmiştim;

Systemsprenger (2020) Nora Fingscheidt 9/10

Birds of Passage (2018) Cristina Gallego, Ciro Guerra 8/10


Bakiye Filmler;

Babyteeth (2020) Shannon Murphy 7/10

Mary Queen of Scots (2018) Josie Rourke 7/10

On the Rocks (2020) Sofia Coppola 7/10

Professor Marston and the Wonder Women (2017) Angela Robinson 7/10

Sand Storm (2016) Elite Zexer 7/10

The Art of Loving (2017) Maria Sadowska 7/10

The Assistant (2019) Kitty Green 7/10

Atlantique (2019) Mati Diop 6/10

Farewell Amor (2020) Ekwa Msangi 6/10

Işe Yarar Bir Sey (2017) Pelin Esmer 6/10

Kajillionaire (2020) Miranda July 6/10

Madeline's Madeline (2018) Josephine Decker 6/10

Outside In (2017) Lynn Shelton 6/10

Shirley (2020) Josephine Decker 6/10

Yeh Ballet (2020) Sooni Taraporevala 6/10

I'm Your Woman (2020) Julia Hart 5/10


8 Mart Kadınlar Günü Kutlu Olsun!

8 Mart 2021 Pazartesi

Sokrates'in Savunması - Platon

İlkçağ Felsefe Tarihinin Sokrates ve Platon'a yer veren ikinci cildine geçmeden, önce birkaç metin okumaya karar verdim. İlk olarak Sokrates'in Savunması'ndan başladım. Atina'nın gençlerini dinden/baştan çıkardığı iddiasıyla Sokrates, Atina halk jürisi tarafından yargılanır ve orada meşhur savunmasını verir.

Sokrates arkasında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun görüşlerini, düşüncelerini öğrencilerinin notlarından öğreniriz. Savunmasını da en meşhur öğrencisi Platon kaleme almıştır. Sokrates hayatı boyunca öğretilerini, yetersiz bulduğu yazı yerine sözle yaymıştır. Onun için önemli olan sahip olduğu bilgileri tek yönlü bir şekilde aktarmak değil, sorular sorarak karşısındakini düşünmeye yönlendirmek, sahip olduğu zincirlerden/dogmalardan kurtararak gerçek bilginin yolunu göstermektir. Sokrates, 2500 yıl sonra bugünkü eğitim sistemimizi görse, ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğrardı.

Maalesef paketlenmiş bilgileri hap şeklinde sunduğumuz, hiçbir sorgulama, çözümleme, bilgileri sentezleme, yeni bilgiler üretme, mantık yürütme gibi yöntemler hakkında en ufak bir deneyim dahi yaşatmayan bir eğitim sistemine sahibiz. Çocukların kısa dönem hafızalarına yoğun bir yükleme yapıyoruz ama işletim sistemlerine sıfır yatırım yaptığımızdan dolayı, o ram'a (bilgisayarda kısa hafıza) yüklenmiş bilgiler, her yeniden başlat tuşuna bastığımızda sıfırlanıyor. İlk, orta ve lisedeki çarpık öğrenme sistemi, üniversitelerde de bilgi talep etmeye, bilgi üretmeye dönüşmüyor, yöntem bilmeyen öğrenciler ne yapsın, talebe (talep eden) olamıyorlar.

Hele şu sıralar çok güncel olan, ama kimsenin de pek umurunda olmadığı üzere, üniversiteler tamamen bir siyasi görüşün hegemonyasına girince, geleceğe dair bir umut kırıntısı dahi kalmıyor. Gençlerin önündeki tek çözüm; imkanları var ise veya kendi imkanlarını yaratabilecek bir iradeye sahip iseler, yurt dışına gitmek oluyor. Kendi çocuklarıma dönüp baktığımda mevcut eğitim sisteminde ne kadar köreldiklerini çok üzülerek görüyorum. Üniversiteyi yurtdışında okuyabilmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama belki bir daha buraya dönmek istemeyecekler, belki orada aşık olacaklar, ret edemeyecekleri iş teklifleri alacaklar, veya kendilerine çizecekleri akademi sanat gibi alanlarda buraya zaten dönme seçenekleri olmayacak.

Ben de ilk üniversiteye ülkemizde girdiğimde tam bir şok geçirmiştim, Alman Lisesi'nden sonra tam bir kültür şoku olmuş ve iki üç hafta içinde tereddütsüz bir şekilde, imkanlarım hiç elvermediği halde Almanya'ya gitmem gerektiğine karar vermiştim. Çok şükür üniversite ücretsizdi, yaşamak için de hem ailem büyük fedakarlık yapmak zorunda kaldı, hem de ben bütün üniversite hayatım boyunca çalıştım. Geceleri kar kürekledim, gündüzleri gazete dağıttım, kütüphanedeki kitapların dijitale geçirilmesinde ve farklı firmalarda IT departmanlarında çalıştım. Gözüm hep iş ilanlarında oldu, ne iş olsa yaparım düsturuyla Ornella Mutti'nin bir filminde "Kreuzberg'te arka planda yürüyen Türk" rolünde figüranlık yapmışlığım dahi vardır. Üniversite hayatım boyunca, firmalarla işbirliği içinde gerçekleşen çalıştaylarda ve yaptığım stajlarda iş teklifleri aldım, kabul etseydim iç huzurumu bilemem ama şu an yaşadığım maddi koşullarla kıyaslanamayacak derecede daha iyi imkanlara sahip olabilirdim. Eğer Berlin'de bir Türk olarak yaşamanın bedeli ve benliğimde açtığı yaralar olmasaydı veya hayatımın aşkı Nina benimle Türkiye'ye dönmeyi kabul etmeseydi, belki de hiç dönmeyecektim.

Bu topraklarda şu an yaşanan beyin göçü akıl alır gibi değil, benim yakın arkadaşlarımdan Türkiye'de neredeyse kimse kalmadı. Tamamı artık yurtdışında yaşıyorlar. Bu günlerde üniversite özelinde vücuda gelmekte olan inatlaşmanın, uzun vadede bu ülkeye vereceği zararı iktidardakilerin umursamamasına şaşırmıyorum, çünkü onlar zaten onlardan olmayanların ülkeyi terk etmelerini, geldikleri noktada arzu ediyorlar. Bu tuzağa düşmemek, mücadele etmek lazım diyeceğim ama ne pahasına? Herkes bu Dünya'ya bir kez geliyor ve mücadele edenlerin başlarına gelenler malum, en basitinden bir barış çağrısının altına sadece bir imza atan sayısız akademisyen işsiz kaldı ve büyük kısmı da (pasaportlarını kaptırmayanlar) yurt dışına gitti. Yurtdışından ülkemize özlemle bakan, aralık bir kapı gözetleyenler de o hasreti sessizce yüreklerine gömdüler, artık nasıl dönebiliriz diye bile bakmıyorlar.

Sokrates diye girip yine bir denemeye çeviriverdim bu yazıyı ama Sokrates'in yargılanması ve savunmasının gözler önüne serdikleri, beni aşırı derecede üzecek şekilde hala çok güncel, tarih maalesef tekerrürden ibaret, ve biz de çarkta dönen fare misale boşa koşturup duruyoruz. En son Sokrates'in gençleri sorarak düşünmeye sevk etmesi diyordum. Sokrates sadece gençlere soru yöneltmiyor, çok bildiğini düşünen dönemin önde gelen şahsiyetlerine de sorular yöneltiyor. Ustalaştığı metoduyla her önüne çıkanı, aslında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Anlaşılan o ki, hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişi Sokrates'in kendisiymiş. Hele bir de bu "kral çıplak" tespitlerini halkın gözü önünde, açık alanlarda, meydanlarda, pazar yerlerinde yapıyor. Dolayısıyla çok "güçlü" kişilerin ayağına basıyor ve tehlikeli düşmanlar kazanıyor.

Savunmasında kendisine yöneltilen suçlamalara, başta da gençleri dinden çıkaran bir tanrıtanımaz olduğuna yönelik suçlamalara cevap veriyor. Ama tabii kastedilen muhtemelen dinin kendisini tanımamaktan çok, gençlere vermekte olduğu sorgulama yetisinin, tüm dogmatik düşünceleri yıkacak bir potansiyeli barındırıyor olması, ama bu dillendirilmiyor. Çok tanıdık geliyor, değil mi? Sokrates'i ölüme götüren bu süreçte, kendisinin de kendi kaderine dair katkılarını not düşmekte fayda var. Halk jürisine hitap ederken, "sizlere yaranmaya hiç çalışmayacağım" diyor. "Bana acımanız için buraya ailemi getirmeyeceğim, sizlere onların gözyaşlarını göstermeyeceğim. Benden duymak istediğiniz hiçbir şeyi söylemeyeceğim, af dilemeyeceğim, ben yanlış bir şey yapmadım" buyuruyor. 

Halk jürisine tuttuğu aynanın ters tepeceğini bilmesine rağmen, en ufak bir geri adım atmıyor ve dik duruyor, sözünü esirgemiyor. 500 kişilik jürinin yarısı lehine, diğer yarısı aleyhine karar verirken, sadece 30 civarında bir oy farkıyla suçlu ilan ediliyor. Atinalıların yargı sisteminde suçluluğa karar verilince, uygun bir ceza belirlenerek tekrar oya sunuluyor. Önce hüküm giyene soruluyor, kendine nasıl bir cezayı uygun görürsün diye. Sokrates belki de makul bir para cezası ödemeyi kabul etse ki, tüm dostları önermesi için yalvarıyor ve cezayı bizzat karşılayacaklarını da söylüyorlar, hayatına devam edebilecek. Sokrates ne yapıyor? Hayır diyor, ben bir suç işlemedim, cezayı kabul etmek suçu kabul etmektir. Kendisine ceza yerine, halkı aydınlatmak için verdiği emeğe karşılık sürekli yemek verilmesini öneriyor. Onun bu onurlu duruşu jüriyi etkilemek bir yana da daha da çok sinirlendiriyor ki, ölüm cezasını oyladıklarında çok daha büyük bir oy farkıyla ölüme mahkum ediliyor. Mahkumiyeti sonrasında kendisine teklif edilen tüm kaçma tekliflerini de reddederek, idam zehrini kendi elleriyle içiyor. Herhalde tarih boyunca "doğal seçilim" ile bu karakterdeki prensip sahibi insanlar elene elene, insanoğlu bugünkü çürümüş noktasına evirilebildi.

Erken Cumhuriyet dönemimizin çok değerli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bu ve sayısız diğer edebi ve felsefi eseri dilimize kazandırılmasını sağlamış, hala o çevirileri okumaya da devam ediyoruz. Bu topraklardaki aydınlanmayı tetikleyebilecek bu eserleri tüm halkımıza yayabilmek için de Köy Enstitüleri'ni açmış, ama Anadolu'nun dört bir yanına ekilen o tohumların ne şekilde sarartıldıklarını çok iyi biliyoruz. Düşünebiliyor musunuz, bıraksalardı, çiçeklenebilselerdi o tohumlar, gençlerimiz, köylülerimiz Sokrates'in Savunmasını ve nicelerini okuyabilselerdi, bugün kara cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyor olur muyduk?

Evet tarih boyunca gerçek bilgelik hep yargılanmış, cezalandırılmış ve son sürat de yargılanmaya, ezilmeye, yok edilmeye devam ediyor...