8 Aralık 2011 Perşembe

Larysa Kondracki ve The Whistleblower (2010)

Bir önceki yazımda bahsettiğim "Tropa de Elite 2"'nin peşi sıra izlediğim "The Whistleblower" çok iyi bir kıyaslama imkanı veriyor. Her ikisi de insanın kanını donduran gerçek hikayeleri işlemelerine rağmen Padilha filmini kusursuz bir yönetmenlikle en yukarıya taşırken, Kondracki çok çok kötü bir yönetmenlik sergileyerek, filmin etkisine ciddi bir darbe vuruyor. Film o kadar kötü yönetilmiş ki, bence zamanımızın en iyi oyuncularından Rachel Weisz dahi sırıtıyor. Çok beğendiğim Monica Belucci ise ufak rolünü o kadar kötü canlandırıyor ki, filmde gördüğüm acaba o değil mi diye şüpheye düştüm. Buna klişe çekmecesinden bolca çıkarılan stereo karakterler ve filme selobantla tutturulmuş gibi duran yan hikayecikler eklenince, eğer filmi izlemeyi bırakamadıysam, bunun tek sebebi filmin anlattığı gerçek hikaye.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.

Hiç yorum yok: