26 Ocak 2011 Çarşamba

Canım Klasikler...

2011'e sinemasal anlamda hızlı bir giriş yaptık. Ne zamandır izlemek isteyip bir kenara koyduğum klasikleri birbiri ardına mideye indirdik, çok da keyif aldık, o siyah beyaz klasik jenerikler kulağımıza çalındıkça günün stresini unutup, kendimizi büyülü dünyalara bıraktık. Neler mi izledik;
Otto Preminger ve Advise and Consent (1962) : Önce Amerikan parlamenter sistemi üzerine bir belgesel gibi başlayan film ilgimi pek çekmezken, sonradan sardı ve güzel de bir sistem eleştirisine dönüştü. Başrolde Henry Fonda her zamanki gibi döktürüyor.
Frank Capra ve Mr Deeds Goes to Town (1936) : Capra'nın tüm filmlerine zaten bayılıyorum, aklıma ilk gelenler "It's a Wonderful Life", "Arsenic and Old Lace", "It Happened One Night" ve "Mr. Smith Goes to Washington". "Mr Deeds Goes to Town" da tam bir Capra filmi, büyük bir serveti miras alan, kendi küçük dünyasında mutlu bir taşralının (Gary Cooper) şehirdeki kurtlarla mücadelesi, fazla didaktik olmadan, araya komik unsurlar serpiştirerek, mesajları arka arkaya sıralıyor.
Frank Capra ve You Can't Take It With You : Capra'nın kurguladığı masalsı Dünya'lardan biri de bu filmde vücut buluyor. İnsanoğlunun en büyük mutsuzluk kaynaklarından biri hayatını istediği gibi yaşayamamaktır herhalde. Bu film kendilerini özgürleştirmeyi başarmış bir grup insanın aynı evde özgürce yaşamalarını anlatıyor. James Stewart'lı kaçırılmayacak bir film, ayrıca Jean Arthur'a Capra'nın iki filminde de bayıldım. Bana Capra özellikle günümüzde Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet'nin filmlerini çok etkilemiş gibi geldi. Özellikle Jeunet'nin son "Micmacs"'iyle çok sayıda ortak nokta var.
Arka arkaya 3 tane de Bette Davis filmi izledik. Bence Davis klasiklerin tartışmasız en iyi oyuncusudur, ekrana çıktığı an beni hipnotize ediyor. Daha önce değinmişimdir, "All About Eve" bence oyunculuk okullarında ders olarak gösterilmeli.
Irving Rapper ve Now, Voyager (1942) : Bu masalımsı hikayede evde kalmış kızımız Davis çok esaslı bir çirkin ördek dönüşümüyle uzun bir seyahate çıkıyor ve kendini yeniden keşfediyor.
Edmund Goulding ve The Old Maid ( 1939) : Çirkin ördek hikayesini bir kez de tersden izlediğimiz melodramada Davis gençliğini ve güzelliğini gözünü kırpmadan feda ediyor. 
William Wyler ve The Letter (1940) : Davis bu sefer polisiye kara filmde karşımıza daha karanlık bir karakter olarak çıkıyor. Esasında neyin nasıl olduğunu, filmin ilk karelerinden itibaren bilmemize rağmen, sonuna kadar ilgiyle ve karışık duygularla izliyoruz.
Daniel Mann ve The Rose Tattoo (1955) : Pasolini'nin "Mamma Roma"'sında çok etkilendiğim Anna Magnani, en sevdiğim aktörlerden Burt Lancaster ile bir araya gelince, filmin senaryosu da Tenessee Williams'ın bir oyunundan uyarlanınca beklentim ister istemez yükseldi ama maalesef bir başyapıtla karşılaşamadım. Sadece Magnani için izlenebilir ama yönetsel açıdan hamur tam tutmamış, suçu yönetmene yıkıyorum.
John M. Stahl ve Leave Her to Heaven (1945) : Bu filmde de Gene Tierney'in insanı delip geçen bakışları Cornel Wilde'ın eblek suratında ve çok kötü oyunculuğunda ziyan oluyor. Kıskançlığın insana neler yaptırabildiğine dair güzel olabilecekken tam olmamış bir film.

Hiç yorum yok: