26 Ocak 2011 Çarşamba

Oscar Ödülleri 2011 - En iyi Film

Hemen her yazıda Hollywood'a sataşıp, bütün sene istediğim hiç bir "en" listesini hazırlayamamışken oturup Oscar adaylarıyla ilgili bir yazı yazmak çok tutarlı bir davranış olmayacak ama çoğunu son zamanlarda arka arkaya izlediğim ve oturup her birini ayrı ayrı yazmaya üşendiğim için bu tutarsızlığa razı olucam. Geçen sene mart ayında ödüller açıklanmadan hemen önce hazırladığım listeyi, bu sene adaylar açıklanır açıklanmaz hazırlamamı sağlayan mecraya teşekkürü borç bilirim. Beğeni sırama göre adaylar;
Black Swan : bu ödülü Golden Globe'da olduğu gibi "The Social Network"e kaptırmamalı, bence iki film arasında dağlar var.

The King's Speech : Kraliçe 2. Elisabeth'in babası 6. George'un tahta geçişini anlatan film George'un çekingen karakteri ve kekemeliğini yenmek üzere gördüğü tedaviye odaklanıyor. Colin Firth'ün her filminde olduğu gibi kusursuz oyununa Geoffrey Rush aynı mükemmellikle cevap veriyor.


The Social Network : "Black Swan"'la arasında dağlar kadar fark var ama bu "The Social Network" kötü bir film olduğu için değil, "Black Swan" çok müthiş bir film olduğu için.

The Kids Are All Right : Lezbiyen bir çiftin sperm bağışıyla sahip oldukları artık ergenlikteki çocukları biyolojik babalarıyla irtibata geçmeye karar veriyorlar. Lezbiyen çifti çok iyi bir oyun çıkaran Annette Bening ve Julian Moore, baba rolünü de Mark Ruffalo canlandırıyorlar. Çocuklardan kız olanı ise "In Treatment" ilk sezondan "Sophie" yani Mia Wasikowska. Film eşcinselleri kızdırabilecek birkaç unsur barındırmakla birlikte çok keyifli bir komedi- dram karışımı.

Toy Story 3 : Pek çok kişi gibi ben de eskilerimden ayrılmakta çok zorlanıyorum, özellikle de oyuncaklarımdan. İlk ikisini çok beğendiğim Toy Story serisinin bence en güzel bölümü de 3 olmuş, gözlerim dolarak seyrettim.

Winter's Bone : Bu film herhalde yolunu şaşırmış da Oscar'lara düşmüş, çünkü tam bir Sundance bağımsız filmi. Galiba akedemi her sene bir animasyon bir de bağımsız filmi (hatta listeyi genişleterek bir Coen kardeşler ve bir dövüş sporu filmini) listeye eklemeyi bir kural haline getirmiş. Bence iyi de olmuş, kendisinin belki yüzbin katı bütçesindeki Inception'ın yanında parlayan bir film. Filmin içeriği ise pek parıltılı değil, sorunlu ve kayıp bir babanın tüm yükü üç çocuklu ailede büyük kızın sırtına yıkılıyor. Çok fakir aile yiyecek dahi bulamazken, babaya ulaşamazlarsa evlerini de kaybetmekle karşı karşıya kalıyor. Bağımsız film sevenler için kaçırılmayacak bir film.

127 Hours : Bir tırmanıcının Amerika'daki bir kanyonda kaza geçirerek 127 saat mahsur kalmasını ancak Danny Boyle gibi bir yönetmen ve James Franco gibi bir oyuncu ilginç hale getirebilirdi. Her ne kadar kan görmeye ve insan anatomisiyle ilgili detaylara tahammül edemediğim için ciddi bir kısmını gözlerim kapalı geçirmiş olsam da izlenesi bir film.

 
The Fighter : Şu dövüş sporu ne ilginç bir spormuş, yüzyıldır üzerine yapılmadık film kalmadı. Bu sefer yine eski bir şampiyonun gerçek hikayesi filme çekilmiş. Mark Wahlberg bence sadece prodüktörlüğe konsantre olsun, bkz Entourage, bkz In Treatment, çünkü oyunculuğu çok zayıf kalıyor. Christian Bale'in performansını ise filmi izlerken abartılı bulmuştum, ama filmin sonunda gerçek karakteri gösterdiler, gerçekten de birebir kopyalamış. Film de sıkılmadan izleniyor ama mümkünse "The Wrestler" gibi bir film olmadıkça artık vurdu kırdı kahramanlarının hikayelerini izlemek istemiyorum.


True Grit : Coen kardeşler her sene çektikleri filmi oscar'a aday ediyorlar ama son yıllardaki hiçbir filmleri bana bir "Fargo" veya "The Big Lebowski" tadını vermiyor. "True Grit" de kötü bir film değil ama benim hatırımda kalacak bir film de değil.

Inception : Daha önce yazdım, bana hiç hitap etmeyen, kendi türünde iyi kotarılmış bir göz boyama anaakım Hollywood klişesi

Hiç yorum yok: