26 Ocak 2011 Çarşamba

David Fincher ve The Social Network (2010)

Fincher'ın filmografisinde sadece bir iki zayıf halka bulurum, mesela "Panic Room (2002)" hiç olmamıştı, Fitzgerald'ın harika bir kısa hikayesini hiper sıkıcı bir hale getirdiği "The Curios Case of Benjamin Button (2008)" dayanılacak gibi değildi. Ama geriye çoğu 90'lardan da olsa enfes filmler kalıyor, kronolojik sırayla "Alien 3 (1992)", "Se7en (1995)", "The Game (1997)", "Fight Club (1999)", ve "Zodiac (2007)".
"The Social Network" Facebook'un kuruluş hikayesine el atıyor. 
Facebook'un hayatımıza girişini cep telefonunun girişine çok benzetiyorum. Uzun süre çok anlamsız bulduğum cep telefonunu kullanmaya direnmiştim. Marifet gibi herkesin cep telefonunu teşhir etmesini, ulu orta telefonlaşmasını ayıplıyordum ama bugün hepimiz için hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi, evden cüzdan bile unutularak çıkılabiliyor, ama cep telefonunu unutunca insan kendini daha bir çıplak hissediyor, sanki bir günümüzü yanımızda telefon olmadan geçirsek, hayatımızda çok kritik gelişmeler olabilecek ve biz haberdar olamıycaz. Facebook da bir çığ gibi büyümeye başladığında aynı hislere kapıldım, birden çılgınca herkesin hayatlarını teşhir etmeye başladığını görünce iyice bir irkildim, içine kafamı azıcık sokup bir süre çekingen bir şekilde çevreyi izledim. Statüs güncellemem hala bakir, bir gün bir şey yazar mıyım bilemiyorum, ama ben paylaşmasam da başkaları paylaştığı için bir süre sonra fotoğraf yüklemeye başladım, yaptığım en cesur hareket ise bir iki kere bu günceden bir yazıyı linklemek oldu. Kendim için yazıyorum, zaten kötü yazıyorum derken, okur kazanmak adına "istemem yan cebime koy" oldu diye kendimi bir hayli de kötü hissettim. Bana uluorta bir şeyler yazılamasın, yazılırsa özel mesaj atılsın diye duvarımı dahi kilitledim, güvenlik ayarlarım en üst seviyede. Hala arkadaşlarımın bir fotoğrafına bir yorum bırakmadan veya bir beğenide bulunmadan önce yirmi kere düşünüyor ve genellikle de vazgeçiyorum. Yani ciddi bir facebook çekingeniyim. Her ne kadar tanımadığım kimseyi arkadaş olarak kabul etmediysem de listemdekilerin 90%'u hayatımla ve kendimle ilgili bir şeyler paylaşmak istediğim kişilerden oluşmuyor. Belki zamanla değişir, alışır, bu kendini teşhir çılgınlığında daha katılımcı olurum. Facebook'un güzel tarafı ise sevdiğim ama sık görüşemediğim kişilerin hayatlarıyla ilgili bilgi sahibi olmak, diğer bir güzel tarafı da mesajlaşmanın eposta kullanmaktan çok daha pratik ve ergonomik olmasında.
Sözde filme değinecektim, neyse yarın öbür gün bir facebook canavarı olursam, bu satırlara bakar gülerim. Filme gelince, Fincher esasında çok ilginç olmayan bir hikayeyi öyle bir anlatmış ki, baştan sona ilgiyle izleniyor. Filmdeki olayların ve karakterlerin gerçekle çok fazla ilgisi olmadığı bolca yazıldı çizildi, ama böylesi belli ki daha iyi, çünkü seyir keyfi artıyor. Diğer yandan bence öyle her taraftan ödül toplayacak bir film de değil ama bu konuda benim zevkim genelde jürilerle pek uyuşmuyor. Mesela Golden Globe'da muhteşem bir son yılların en iyi filmi "Black Swan" varken "The Social Network" en iyi film ödülünü aldı. Bu sabah yayınlanan Oscar adaylarını da gördüm. Aday filmlerin büyük kısmını geçen haftalarda izledim, hepsine ilk fırsatta bir iki cümle çiziktirmeyi hedefliyorum.

Hiç yorum yok: