5 Şubat 2013 Salı

2012 Bakiyesi - Dramlar 1

Şubat ayına geldik, ama 2012'de izlediğim filmlerden yazacaklarımı hala tamamlayamadım. Dramlarla son dört yazıya geldik. İlk iki yazıda vasat olanları, ikinci ikilide ise gerçekten beğendiklerimi, ve esasında teker teker yazıyor olmam gerekenleri not düşüyor olucam.

David Cronenberg ve A Dangerous Method (2011)
Öncelikle vasatın iyisinden başlayalım. Konu, Jung ve Freud, ortalarında histeri hastası bir kadın olunca, başrollerde Mortensen ve Fassbender gibi iki güçlü oyuncu olunca, en önemlisi de yönetmen Cronenberg olunca, doğal bir sonuç olarak çarpıcı bir eser bekleniyor, film de biraz bu beklentilerin altında eziliyor.

David Mackenzie ve Perfect Sense (2011)
Dünya'da insanların duyularını yitirdikleri bir salgın baş gösterir. Bu ortamda Ewan McGregor ve Eva Green'in canlandırdıkları karakterler tanışır ve bir ilişki yaşamaya başlarlar. Son yıllarda çıkan salgın filmleri gibi hızla yayılan hastalığa ve yıkıma değil de, iki insanın aralarında gelişen ilişkiye etkilerini merkeze alması olumlu, ancak sonuç beni hiç ikna etmedi ve etkilemedi.

Lasse Hallström ve Salmon Fishing in the Yemen (2011)
Söz Evan McGregor'dan açılmışken, bu filme de değinelim. Bir önceki filmle zamanın en güzel aktrislerinden Eva Green ile oynarken bu sefer de bir başka güzel Emily Blunt'la rolleri paylaşıyor. "Chocolat" (2000) ile tanınan yönetmen Hallström'ün bu son filmi, ismi gibi özgün bir hikayeye sahip ancak karakter çizimi tutarlı değil, merkezdeki McGregor'un karakteri filmin her kesitinde başka bir kimliğe bürünüyor, bu da inandırıcılığa darbe vuruyor.

Tony Kaye ve Detachment (2011)
Başroünlde Adrien Brody'nin bulunduğu film, sıradışı okul öğretmeni profiliyle bana biraz "Half Nelson"'ı (2006) anımsattı, ama onun eline su dökmesi mümkün değil, zira onun düşmediği tuzaklara düşerek, sayısız gereksiz klişe duygu sömürüsü barındırıyor.

S.J. Clarkson ve Toast (2010)
60'lı yıllar Britanya'sına nostaljik bir bakış atan film, Helena Bohem Carter'ın varlığına rağmen yer yer sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.

Granaz Moussavi ve My Tehran For Sale (2009)
Mutlaka ki İran'da hayat kolay değil, özellikle de dışarıdan bakanların bu zorlukları algılayabilmesi de pek mümkün değil. Türkiye de dahil olmak üzere yeryüzünde pek çok ülkenin kendine göre zorlukları var. Sinema mecrasının sadece şikayet veya kötüleme amaçlı kullanılması, her ne kadar anlatılanlar gerçek de olsa beni rahatsız ediyor, çünkü önyargıya bulanmış insanların kanılarını iyice kemikleştiriyor ve hoşgörünün yollarını tıkıyor. Kuru kuru şikayet etmek, ve bununla prim yapmaya çalışmak yerine, en sert eleştirileri güçlü bir sinemanın içinde eritmek çok daha etkili bir yöntem olsa gerek. Tahran'ını satışa çıkaran Moussavi de bunu benimsese çok daha iyi bir film ortaya çıkabilirdi.

Hiç yorum yok: