Icíar Bollaín ve Tambien la lluvia (2010)
Bolivya'da yurtdışından gelen bir film ekibi, Christopher Columbus üzerine bir film çekmektedir. Yüzlerce yıl önce Avrupa'lıların kıtalarına çıkmaları ve toprakları üzerinde hak iddia etmeleri üzerine mağdur olan yerli halkı, yine Bolivya'nın yerel halkı canlandırıyor. Bu arada devletin, su işlerini özelleştirmesi üzerine, fakir halkın doğal su kaynakları ellerinden alınmaya başlıyor, hayat damarlarından olan insanlar da haklı olarak isyana başlıyorlar. Film çekimleri de ülkenin karışması üzerine sekteye uğruyor. Burada kurulan paralellik gerçekten müthiş, 500 yıl önce emperyalist güçlerin yaptığı köleleştirmeyle, günümüzde sinsi kapitalizmin başını çektiği köleleştirme arasında hiçbir farkın bulunmaması, insanların ellerinden "yağmurlarının dahi" alınıyor olması, izleyeni çok fena çarpıyor.
Steve McQueen ve Shame (2011)
Günümüz toplumlarında, insanların giderek bireyselleşmesi, yalnızlaşması, yabancılaşması ilişkilerine de yansıyor. O kadar steril ve kopuk hayatlar yaşanıyor ki, insanlar sağlıklı cinsellikten de uzaklaşmaya başladılar, cinsellik de metalaştı, sanallaştı. Bu film çok cesur bir şekilde, başroldeki Michael Fassbender'in de çok güçlü oyunuyla bu konuyu işliyor.
Andrey Zvyagintsev ve Elena (2011)
Yönetmen Zvyagintsev'den şu yazıda büyük övgüyle bahsetmiştim. Üçüncü filmi de ilk ikisinin izinden gidiyor, farkı ise daha çok iç mekanda çekilmiş olması, ilk iki film doğa ve muhteşem görsellik içeriyordu. Dolayısıyla üçüncü filmin işi çok daha zor, saf içeriğiyle izleyiciyi bağlamak ve etkilemek zorunda ki bunu da zorlanmadan başarıyor. Çok zengin bir Rus, bakıcısı/hizmetlisiyle evlidir. Ciddi bir rahatsızlık geçirdiğinde, uzun zamandır ortalıkta olmayan kızı birden meydana çıkar ve bir ölüm durumunda mirasın ne olacağı kafaları kurcalamaya başlar. Eş rolünde Elena Lyadova döktürüyor ve Zvyagintsev, insan doğasına acımasız aynasını tutmaya devam ediyor.
Andreas Dresen ve Halt auf freier Strecke (2011)
En favori yönetmenlerimden Dresen'den sanırım daha önce hiç bahsetmemiştim. Sinemasıyla tanışmam, 2003 yılında İstanbul Film Festivali için "Halbe Treppe"'nin altyazılarını çevirmemle başladı. Altyazı çevirisi, eğer film kötü çıkarsa tam bir kabusa dönüşebilir, çünkü sahneleri tekrar tekrar izlemeniz gerekir, ancak iyi bir film ise bir keyfe dönüşür. "Halbe Treppe"'yi sadece bir kere izleseydim, belki de sadece iyi bir film deyip geçecek, ama sıkı bir Dresen takipçisi olmayacaktım. Dresen'in son derece insan odaklı ve yalın sinemasının örnekleri olarak aşağıda izlemiş olduğum filmleri sıralamak isterim;
Wolke Neun 2008
Sommer vorm Balkon 2005
Willenbrock 2005
Halbe Treppe 2003
Nachtgestalten 1999
Raus aus der Haut 1997
Son filmi "Halt auf freier Strecke" Cannes 2011'de "Un Certain Regard" bölümünde gösterilmişti. Bir aile babasının beyin tümörüne sahip olduğunu ilk sahnede öğreniyoruz. Sonrasında başta çekirdek ailesi olmak üzere, çevresindeki insanların bu durumla başa çıkma şekillerini olabilecek en doğal ve sade anlatım diliyle Dresen'in kamerasından izliyoruz.
Lena Dunham ve Tiny Furniture (2010)
1989 doğumlu yönetmen Xavier Dolan'ın genç yaşında gösterdiği başarının bir benzerini de 1986 doğumlu Lena Dunham gösteriyor. İlk olarak kendisini, New York'da hayata yeni atılan 4 genç kızın etrafında dönen hikayelerin anlatıldığı "Girls" dizisinde tanıdık, hem dizinin yaratıcısı, hem de başrol oyuncusu idi, bu aralar çok beğendiğimiz dizinin ikinci sezonu başladı. Kendisini biraz araştırınca dizinin kaynağının yine Dunham'ın yazıp yönettiği "Tiny Furniture" olduğunu gördüm. Film de dizi kadar başarılı, ikisini de tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder