22 Şubat 2019 Cuma

Oscar Ödülleri 2019 - En iyi Film

Oscar ödüllerinin açıklanmasına az bir zaman kala adaylarla ilgili notlarımı düşeyim. 2018'de izlediğim en iyi film Pawel Pawlikovski'nin "Cold War"'u idi, ille amerikan yapımı olacaksa da Bo Burnham'dan "Eighth Grade" olabilirdi. Bu filmlerin aday olmamalarına şaşırmadım ama çok beğendiğim Roma'nın aday olmasına çok sevindim, gönül rahatlığıyla yılın en iyi filmlerinden diyebilirim. Bu senenin adaylarında Roma dışında çok iyi sıfatına layık bir film benim görüş açımdan gözükmüyor ama sevindirici olan adaylar arasında kötü film olmaması. Yani sırf Oscar'a aday diye acı çekerek izlediğim bir film olmadı.

****************
Roma Poster

Alfonso Cuarón ve Roma (2018) - 9
Çok geniş kitlelerin hemfikir oldukları üzere Roma çok çok iyi bir film. Oyunculukları, dili, anlatımı, sinematografisiyle bir kusursuzluk yapıtı.

****************
The Favourite Poster

Yorgos Lanthimos ve The Favourite (2018) - 8
Lanthimos'tan daha sıradışı filmler izlemeye alışığız, daha farklı bir dönem filmi izlemeyi arzu ederdim ama filmin her anlamda kalitesine söyleyecek söz yok. 3 kadın oyuncunun üçü de en iyi kadın oyuncu kategorisinden aday olabilirlerdi.

****************
A Star Is Born Poster

Bradley Cooper ve A Star Is Born (2018) - 8
Sayısız kez yeniden çevrilmiş bir malzemeyi, ne olacağını bile bile keyifle izletmeyi başarmış olması filmin en büyük başarısı. Lady Gaga da çok iyi ve bence en iyi kadın oyuncu ödülünü hak ediyor. Her ne kadar Glenn Close'u çok sevsem de filmi "The Wife" bence kötü bir film, ve kötü bir filmde, iyi oyunculuk harcanıyor. Yine de rivayete göre sırası geldi, çok da aday oldu, hiç alamadı diye ödül ona gidecek.  

****************
Bohemian Rhapsody Poster

Bryan Singer ve Bohemian Rhapsody (2018) - 8
Böyle filmler çıkacaksa müzik üzerine filmler çekilmeye devam edilsin. Müzikleri çıkarırsak geriye film anlamında çok bir şey kalmasa da dillere pelesenk parçaların çıkış hikayelerini izlemek dahi çok keyifli. Rami Malek en iyi erkek oyuncu ödülünü hak ediyor.

****************
BlacKkKlansman Poster

Spike Lee ve BlacKkKlansman (2018) - 7
Bir "Do the Right Thing" (1989) olmasa da, Spike Lee kendi mizah üslubuyla yine ırkçılık temasını işliyor.

****************
Black Panther Poster

Ryan Coogler ve Black Panther (2018) - 7
İlk defa bir süper kahraman filmi en iyi film kategorisinde aday gösteriliyor. Bunu aksiyon malzemesinin ötesinde derinliği olan bir hikayesi, politik bir söylemi olduğu için hak ediyor. Afrika'nın kaynakları emperyalist güçler tarafından acımasızca sömürülmeseydi, Wakanda gerçek olabilir miydi?

****************
Green Book Poster

Peter Farrelly ve Green Book (2018) - 7
En iyi film için favori gösteriliyor, ama bence gerçek ve çarpıcı bir hikayeye yaslanmasına, iyi oyuncuklar (özellikle Mahershala Ali ödülü hak ediyor) barındırmasına ve iyi de kotarılmış olmasına rağmen "En iyi" olabilecek bir film değil.

****************
Vice Poster

Adam McKay ve Vice (2018) - 7
Dick Cheney gibi adamların daha sık ifşa edilmeleri gerekir. Genelde çok izlenmeyen belgeseller bu görevi layıkıyla yapıyorlar, ama Oscar adayı olunca tabii daha çok ses getiriyor. Filmi biraz dağınık buldum, zaman dilimini kısıtlayıp, belki Bush Jr. dönemine odaklanılsa daha vurucu olurdu.


21 Şubat 2019 Perşembe

Gaspar Noé ve Climax (2018)


Daha önceleri günce yazmakta zorlanmamın önemli sebeplerinden biri, çok film seyrediyor ama hepsine not düşecek vakti bulamıyor oluşumdu. Yazılmadan biriken filmler nedense bunaltıyordu beni. Artık öyle yapmayacağım, zaten istesem de yapamam, keza neredeyse her akşam bir film seyretmeye devam ediyorum. Ağırlıklı olarak hatırlamak istediklerime değineceğim, kısa notlu listeler halinde de bazılarını sıralayacağım.

Dün akşam izlediğim "Climax" her Gaspar Noé filmi gibi çok etkileyiciydi, aynı zamanda kolay sindirilebilir, kolay unutulabilir bir film değildi. Noé'den daha önce şu yazıda bahsetmişim, yazdıklarım bu film için de birebir geçerli. "Enter the Void" ile bu film arasına bir de yine çok başarılı "Love" (2015) girmişti, aşk öyle değil böyle anlatılır diye yine sinema takipçilerini ortadan ikiye bölmüştü. Noé'nin tüm filmleri "Ya Sev, Ya Nefret Et" kategorisinde.

"Climax"'a gelince film kuşbakışı etkileyici bir sahne ile açılıyor ve bir iki dakika içinde bitiyor, yazılar çıkmaya başlıyor. Noé sonu almış, başa yapıştırmış, sonra göreceğiz ki film pat diye bitiverecek. Finalin devamında, bir dans eseri için yapılan seçmeler aracılığıyla karakterler hakkında kısa bilgi sahibi olduktan sonra gerçekten MUHTEŞEM bir dans sekansı izliyoruz. Madonna'nın müthiş Vogue klibindeki dansların hızını 10'la çarpıp, çeşitlendirmiş şeklinde çıkan dans ve dansçılar inanılmaz, müzikler de çok iyi. Sürpriz-bozan vermeden filmden bahsetmek oldukça zor, ama her bünyeye göre olmadığını belirtmek lazım, Noé'nın kamerası hiç rahat durmuyor, her zamanki gibi sürekli ters köşe yapıyor, bir de pek çok uzun sahnenin tek çekim olması çok etkileyici. Dansçılardan Ömer'e yapılan yargısız infazla, hızlıca pek de çaktırmadan verilen politik mesajı da not düşerek bu yazıyı kapatayım.

20 Şubat 2019 Çarşamba

Sevgili Arsız Ölüm Dirmit - Tiyatro Hemhâl




Son yazıda monologlardan oluşan bir oyunu eleştirince, bir de bu tarzın iyi bir örneğinden bahsetmek istedim. Latife Tekin'in romanından uyarlanan oyun, Nezaket Erden'in tek kişilik muhteşem oyunuyla bu sene seyrettiklerim arasında en iyisi. Dirmit köyden şehre gelmiş kalabalık bir ailenin en küçük kızı. Büyük şehirde gördüğü hayatla, ailesinin geleneklere bağlı yaşam görüşleri arasında sıkışıp kalmış. Annesini, babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını onun dilinden dinliyoruz. Nezaket Erden o karakterlere de hikayesini anlatırken hayat veriyor. Karakterler arasında o kadar rahat geçiyor ki, oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Hiçbir karakter birbirine karışmıyor, ufacık nüanslarla kimin ne söylediği çok rahat anlaşılıyor. Müthiş bir metin, müthiş bir performans, bravo!

Tek kişilik oyun deyince Tehlikeli Oyunlar'ı da hatırlamakta fayda var.

Yazan: Latife Tekin
Uyarlayan- Yöneten: Hakan Emre Ünal
Uyarlayan- Oynayan: Nezaket Erden

19 Şubat 2019 Salı

Killology - Craft Tiyatro


Genelde çok beğenilen bir oyunu beğenmeyince kendimi bir garip hissediyorum, acaba beklentim mi yüksek kalıyor diye şüpheye düşüyorum. İstanbul şu anda sahnelenen oyun sayısı anlamında gerçekten şaşırtıcı derecede çok iyi bir noktada, çok da güzel oyunlar çıkıyor, yine de vakit gözü karartıp rastgele oyunlara gidemeyecek kadar değerli. Genelde izleyecek oyun seçerken diğer güncelere ve ekşiye çok göz ucuyla bakıyorum, sürpriz-bozanlarla karşılaşmamak için ilk ve son cümlelere şöyle bir bakıp bir ipucu yakalamaya çalışıyorum. Bir arkadaşım Killology önerisi getirdiğinde ekşinin ilk sayfasına 20 saniye kadar bakıp tamam dedim.

Oyun baba - oğul ilişkilerini ve erkeklerin şiddet eğilimini odak noktasına almış. Tek bir sahne dışında birbirleriyle diyaloğu bulunmayan 2 oğul ve bir babanın monologları üzerinden hikaye anlatılıyor. Hikaye düz ilerlemiyor, hikayenin parçalarını karışık bir sırayla görüyoruz, sıkıntı da benim açımdan burada başlıyor; ilk sahnedeki karakterin ne yapmak istediğini, nasıl bir ruh halinde olduğunu anlayamadım, bu sonraki parçalarla tabii ki anlaşılıyor, burada bir sıkıntı yok ama şayet yap-boz çözülüp sahneler doğrusal sıralansa, bu kısım çok eğreti duracak. Bu sahnenin, devamını merak ettirir, seyircinin kafasında soru işaretleri oluşturur bir gerilim yaratması gerekirdi ama çok sönüktü. Genel olarak, oyuncuların bulundukları durumlardaki ruh hallerini ve davranış şekillerini metinden rahatlıkla anlayabilmekle birlikte, sahnelenme şekilleriyle tam bağdaştıramadığımı düşünüyorum. Özellikle 2 oğul rolündekilerin çok iyi oyunculuk potansiyeli barındırdıkları rahatlıkla hissediliyor ama iyi yönetilmediklerini düşünüyorum. Baba karakteri keşke daha baba görüntülü olabilseydi, en azından orta yaşlı bir oyuncu canlandırsaydı. Sorunlu babaların oğullar üzerinde açtıkları öfke seli anlaşılır, ama bu öfkeyi anlatırken biraz da metne güvenmek lazım, seyirciyi yerinden zıplatmaya meyilli çığlık çığlığa bir oyun bana fazla manipülatif geliyor (less is more). Hele oğullardan birinin kendi monologlarını striptizci direğinde dönerek anlatmasının (kendisi bilgisayar programcısı) hikayeye katkısını hiç anlayamadım. 2,5 saat süren oyunun neredeyse tamamının monologlardan oluşmasının seyirciyi sıkabileceği endişesi veya yaratıcı reji olsun gibi bir gerekçesi vardı ise, benim açımdan maalesef tam ters bir işlevi oldu, sadece dikkatimi dağıttı.

İyi bir malzeme ve iyi oyuncuların hakkının verilemediğini düşünerek, sorumluluğu yönetmene havale etmeye meyletmekle birlikte, çoğunluk beğendiğine göre sorun belki de bendedir.

Oyunun künyesi;

Yazan: Gary Owen
Yöneten: İbrahim Çiçek
Çeviren: Hira Tekindor
Oynayanlar: Güven Murat Akpınar, Ozan Dolunay, Serkan Altunorak

14 Şubat 2019 Perşembe

Efe Demiral ve Uyku Pansiyon


Günceye tekrar döndüğümden beri sürekli aklımdan yazılar yazıyorum, bu aralar okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, izlediğim filmler buralara işlenmeyi bekliyor. Zihni günlük sıkıntılardan da uzak tutmak adına iyi bir alıştırmaymış meğer.

Takip ettiğim bir günce sayesinde geçen hafta keşfettikten bu yana neredeyse aralıksız dinlediğim bu albümü de buraya not düşeyim. Önder Focan'dan sonra ikinci bir yerli Pat Metheny'miz daha varmış; Efe Demiral. Uyku Pansiyon albümündeki tüm parçalar müthiş, Uyku Pansiyon ve Dalyan favorilerim. Ruhu dinlendirmek için birebir, gözlerinizi kapayıp dinlediğinizde güzel rüyalar vaat ediyor.

Albümde emeği geçenler;
Klasik ve Elektrik Gitar : Efe Demiral
Kontrbas ve Elektrik Bas : Eren Turgut
Davul ve Ziller :Mertcan Bilgin, Berke Can Özcan
Trompet : Gunnar Halle
Saksafon : Tamer Temel
Vokal : Deniz Özçelik

Dijital çağda elimizin altında sonsuz müzik kaynağı olduğundan bir albüme hakkını verecek zamanı ayırmak gerçekten çok zor ama işte bazen bazı albümler kendilerini tekrar tekrar dinletiyorlar. Spotify'ın önerdiği benzer sanatçılar listesini de sırayla dinleyeceğim, ilk sıradaki trompetçi Barış Demirel'in son albümünü de dinleyip çok beğendim, o da yerli "İbrahim Maalouf"'umuz olmuş :) Albümde gitarı da yine Efe Demiral çalmış. Müthiş bir genç nesil geliyor anlaşılan, takip etmek lazım.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Şirin Soysal Quartet Caz



Geçen Cuma bir arkadaşım akşama vaktin var mı, elimde bir konsere fazla bilet var deyince, sürpriz bir dinletiye yelken açtım. Şirin Soysal ve ekibiyle Yeldeğirmeni Sanat'ta keyifli bir caz akşamı oldu. Şirin'in sesinin rengi de, canlı performansı da çok iyiydi. Kendi albümlerinden birkaç parça seslendirdikten sonra, Jacques Brel'den Amsterdam, Edith Piaf'tan şansonlar, Şirin'in tanımıyla John Lennon'dan belki de Dünya'nın en öfkeli şarkısını seslendirdi.

Bugün işyerimde Şirin Soysal'ın mevcut 3 albümünü dinledim, ama melankoli dozu bana biraz fazla geldi, son albümünün ismi de "Mutlu Melankolik", melankolinin arasında mutluluğa denk gelmek için belki de daha sık ve çalışmazken dinlemek gerekir. Sahne performansının ve sahnedeki sesinin enerjisinin albümlerden daha iyi olduğunu naçizane düşünüyorum.

Kendi şarkılarından en çok konserde de seslendirdiği "Daha Yaşamam Lazım"'ı sevdim.




Konserdeki ekip;

Vokal: Şirin Soysal

Gitar: Şevket Akıncı

Kontrbas: Baran Say

Çello: Duygu Demir

8 Şubat 2019 Cuma

Kim bilir


Son yazı 2014’te takılı kalmış, takip ettiğim sayısız diğer günce gibi bu günce de internetin tozlu raflarına kalkmış. Hala sıkı bir blog takipçisiyim, şu anda takip ettiklerime baktığımda ağırlıklı olarak ekip işi olduklarını görüyorum. Sinema üzerine yazılar yayınlayan birkaç amatör siteden çok nazik teklifler gelmişti, ama öyle bir sorumluluğun altına girmeye, hem kendimi yetersiz bulduğumdan hem de yeterli zamanı ayırabileceğimi düşünmediğimden cesaret edememiştim.
Uzun yıllar sonra dün takip ettiğim blogları yeniden sınıflamaya ve elemeye kalkışınca, kendi güncem gözüme çarptı, satırlarda dolaşmaya başlayınca, günceyi yazmaya başlama sebebimi hatırladım; izlediğimi unuttuğum tiyatro oyunları, dinlediğimi unuttuğum konserleri, seyrettiğimi unuttuğum filmleri ve daha önemlisi bana hissettirdiklerini hatırladım, çok duygulandım, 70 yaşını beklememe gerek yokmuş, aradan 5-6 yıl geçince de insan nostalji denizinde dalgalara kapılabiliyormuş. Çoğu satırı yazdığımı da hatırlamadığımdan, 5 yaş genç versiyonum sanki farklı biri ve ben onu tanımaya, hatırlamaya çalışıyorum.
Hele bir de çocuklarımın büyümeye başladığını düşününce, beraber filmler, diziler izlemeye başladık, biraz daha da büyüyünce bu satırlarla buluşacaklar, babamın bu filmi izlediği, bu kitabı okuduğu yaştayım diyecekler J
Kim bilir belki de bu geçici bir heves, bir dahaki yazı için 2024 olması gerekecek, belki de bu son KELİME.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Michelangelo Antonioni ve Il Grido (1957)


İtalyan klasiklerinde yaptığımız gezintide gelelim Antonioni'ye, kendisini kısaca hüznün, melankolinin yönetmeni olarak tasvir etmek mümkün. Antonioni deyince ilk akla "L'avventura" (1960) gelir, ancak benim için "en" filmi "La Notte" (1961)'dir, seyredeli herhalde bir 20 sene oldu, ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. İzlemiş olduğum diğer filmleri kronolojik sırayla "Cronaca di un amore" (1950), "L'eclisse" (1962), "Blowup" (1966) ve Jack Nicholson'lı "Professione: reporter" (1975). Sevgili imdb'ye danışınca, bir de "Il Grido"'yu izle dedi.
İtalya'da taşrada uzun bir beraberlik sonrası terk edilen bir adamın "kayboluş" hikayesinin anlatıldığı dramada görsellik, yönetsel başarı ve Antonioni "hüznü" bir araya gelince büyük bir başyapıt çıkabilirdi, ancak başroldeki Amerikalı aktör Steve Cochran gözleriyle içinde kopan fırtınayı anlatmakta oldukça yetersiz kalıp sürekli sigara tüttürmekle yetinince sıkıntılar başlıyor, illa Amerikalı olacaksa (filmdeki karakter İtalyan bir köylü!) bir Burt Lancaster olsaydı, film bambaşka bir yerlere götürebilirdi insanı. Buna bir de diyaloglardaki ve detaylardaki özensizlikler, mantık hataları eklenince bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Olsun, kalan yine de çok değerli.

5 Ekim 2014 Pazar

Vittorio De Sica ve Il giardino dei Finzi Contini (1970)


De Sica, 2. Dünya savaşı arifesinde döneme farklı ve mecazi bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Finzi Contini ailesi son derece varlıklı bir Yahudi aile ve muhteşem bahçelerinde gençler bir araya gelerek tenis oynuyor partiler veriyorlar. Ailenin güzel kızına aşık olan orta halli bir aileden Yahudi bir genç var, ama aşkına karşılık alamıyor. Bu basit malzemeyi, İtalya'nın faşist baskı altındaki dönüşümünü tasvir etmekte ustalıkla kullanıyor De Sica. Ustalıkla diyorum, ancak özellikle filmin ilk çeyreğindeki yönetsel karmaşa, amatör çekim hissi veren sallamalar (yoksa dogma akımına ilham mı veriyordu?) video-kamera hissi veren yakınlaştırma-uzaklaştırmalar oldukça dikkat dağıtıyordu. Yine de filmin değerinden eksilten ögeler değil bunlar. Sadece savaş esnasında Yahudi ve diğer azınlıkların yaşadıklarını değil, oraya giden yolu, zenginlerin, fakirlerin, sokaktaki insanın duruşunu, yavaş başlayan ama gelen faciayı hissettiren değişimi anlattığı için değerli.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Vittorio De Sica ve L'oro di Napoli (1954)


Favori İtalyan yönetmenlerimden De Sica'nın filmleri gerçekten çok özel. İzlediğim tüm filmleri çok iyiydi ama iki filminin yeri ayrı; "Ladri di biciclette" (1948) ve "Umberto D." (1952) İtalyan yeni gerçekçilik akımının başyapıtı bu iki film, duygu sömürmeden yürek dağlamanın muhteşem örneklerini veriyorlar.

De Sica - Sophia Loren buluşmasını daha önce "İeri, Oggi, Domani" (1963) ve "La Ciociara" (1960)'da izlemiştim, ama ikili daha önceleri de bir araya gelmiş. De Sica'nın 6 kısa hikayede muhteşem bir şekilde tasvirlediği Napoli şehrinde alımlı bir pizzacı rolünde Sophia Loren ve önünden geçtiği herkesi ve ekran başındakileri tek kelimeyle büyülüyor. Diğer hikayeler de cenazesiyle, düğünüyle, aşkıyla, hüzünüyle Napoli'nin temsil ettiği değerlere vurgu yapıyor. İzleyince ilk uçağa atlayıp Napoli'ye gidesi geliyor insanın.

26 Eylül 2014 Cuma

Luchino Visconti ve Senso (1954)


Visconti'den söz etmişken, daha önce izlememiş olduğum bir filmini daha izledim. "Senso" 19. yüzyılda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun işgali altındaki Venedik'te, İtalyan bağımsızlık mücadelesi arka planında bir yasak aşk hikayesini anlatıyor. Film etkileyici bir opera (Il Travatore) sahnesiyle açılıyor, işlenen aşk hikayesi de aynen operalarda olduğu üzere abartılı bir üslupla işleniyor. Operada hikayeden çok müzik ön planda olduğundan ve abartılı hikaye aryalardaki duygu yelpazesini desteklediğinden bu durum rahatsızlık vermez iken, filmde bu aşırı melodramatik yapı eserin gerçekçiliğine darbe vuruyor. Güzelliği ile büyüleyen Alida Valli'nin oyunculuğu da bu abartılı yapıda yer yer oldukça sırıtabiliyor. İşlenen aşk hikayesinin İtalya'nın 19.yüzyıldaki tarihinin bir mecazi temsili olduğu (özellikle de burjuvazinin bağımsızlık mücadelesine karşı duruşu) aşikar, filmin yönetsel ve görsel başarısına (Venedik'i bir de Visconti'nin merceğinden izleyin) diyecek yok, ama bahsettiğim sebeplerle bence olmamış.

25 Eylül 2014 Perşembe

Luchino Visconti ve Bellissima (1952)


Visconti hep hayranlığımı dilegetirdiğim "Il Gattopardo" (1963) ile favori yönetmenlerim arasına girmiştir. Alain Delon'lu "Rocco e i suoi fratelli" da hafızamda yer etmiş çok sağlam bir filmidir. 1943 yapımı Ossessione is 80'li yıllarda Hollywood tarafından yeniden çekime maruz kalmış (The Postman Always Rings Twice) ve Jessica Lange & Jack Nicholson'lı meşhur sevişme sahnesiyle skandala imza atmıştı.
Bellissima'nın başrolündeki Anna Magnani'yi ilk kez Pasolini'nin "Mamma Roma"'sında izlemiş ve çarpılmıştım, Dünya'daki en iyi kadın oyunculardan biridir, tam bir karakter oyuncusudur. Bu filmde de küçük yaştaki kızını ünlü bir yönetmenin filminde oynatarak içinde yaşadığı yoksulluktan kurtulmanın hayallerini kuran bir anneyi canlandırıyor. İnsan öğüten sinema endüstrisine dair esaslı uyarılarını 50'li yıllarda vermiş Visconti.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Federico Fellini ve 8½ (1963)


Bazı filmleri izlemenin yaşı olduğu kesin. "La Grande Bellezza"'yı izlerken mutlaka tekrar izlemem gerek diye düşündüğüm Fellini'nin sekiz buçuğunu (o güne kadar çektiği film sayısı), erken yirmili yaşlarda izlediğimde pek etkinlenmemiştim. Hayatın ilkbaharındaki o yaşlar beraberinde sayısız yanılsamalar taşıdığından olsa gerek, Mastroanni'nin canlandırdığı yönetmenin ruh halini, hayata dair bezginliğini anlamak pek mümkün değildi. İlerleyen yaşlarla yanılsama balonları birer birer patlayıp, hayata daha çıplak gözlerle bakmaya başlayınca izlemek gerek bu filmi. Yine erken yirmili yaşlarda izlediğim Fellini'nin "La Dolce Vita"'sından aklımda kalan en canlı anın Anita Ekberg'li sahne olması deli akan kanın bir sonucu, mutlaka o başyapıtı da tekrar izlemem gerek. Favori film kahramanlarım Jep Gambardella (La Grande Bellezza)  ve Prince Don Fabrizio Salina (Il Gattopardo)'ya Guido Anselmi eklenmiş oıldu.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Paolo Sorrentino ve La Grande Bellezza (2013)


Cannes 2013 yarışma filmlerinde not düşemediğim çok başarılı eserler var ama bir tanesini es geçmem mümkün değil, zira çok çok etkilendim. Benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biri. İzlerken İtalyan sinemasının pek çok yapıtını düşündüm, başta gözden kaçması mümkün olmayan Fellini'nin "La Dolce Vita" referansları, Visconti'nin muhteşem "Il Gattopardo"'su, Antonioni'nin "La Notte"'si, biraz kıyısından Pasolini'nin "Mamma Roma"'sı, ve daha niceleri. Bu hatırlatmaların hiçbirisi bir taklit veya özenme değil, birer saygı duruşu, "La Grande Bellezza" kendi başına bir başyapıt. Her karesi üzerine saatlerce konuşma ihtiyacı hissettim, görüntüler, müzikler, oyuncu seçimleri, oyunculuklar hepsi kusursuz, kurgu ve içerik ise tam doksandan vuruyor. Mutlaka tekrar izleyeceğim, alt yazı okurken çok detay kaçırılıyor, filmde en ufak bir kare veya virgül fuzuli değil, hepsi anlamlarla yüklü. Kelime dağarcığım hep olduğu üzere hissettiklerimi aktarmakta son derece yetersiz, burada kesiyorum. Önümüzdeki haftalarda İtalyan klasiklerini izliyor olacağım, yine bir aylarca yazmama durumu hasıl olmaz ise not düşmeye gayret edeceğim.

14 Eylül 2014 Pazar

2013 Cannes Yarışma Filmleri


Günce kesintiye uğramadan önce 2013 yılı Cannes Film Festivali yarışma filmlerini sıralamaya girişmişim, yarım kalmış, araya da pek çok film girdi, sadece listeleyip notlama kolaycılığına kaçacağım;

La Grande Bellezza          Paolo Sorrentino 10
La Vie d'Adèle                 Abdellatif Kechiche 10
La Vénus à la fourrure     Roman Polanski 10
Only Lovers Left Alive     Jim Jarmusch 9
Inside Llewyn Davis         Joel and Ethan Coen 8
Nebraska                         Alexander Payne 8
Borgman                         Alex van Warmerdam 8
Le Passé                          Asghar Farhadi 8
Like Father, Like Son      Hirokazu Koreeda 7
Jeune & Jolie                   François Ozon 7
Behind the Candelabra    Steven Soderbergh 7
Heli                                 Amat Escalante 6
Michael Kohlhaas            Arnaud des Pallières 5
The Immigrant                James Gray 4



13 Eylül 2014 Cumartesi

Mehliana, featuring Brad Mehldau & Mark Guiliana


Özellikle solo piyano albümlerini çok sevdiğim Mehldau'nun ismini nerede görsem gidip izlemeye gayret ediyorum. Bu sefer yapılacak müziğin elektronik olması da beni durduramadı, kendime ön yargılı olma, elektronik müziği sevmiyorum diye uzak durma diye telkinlerde bulunarak salon olarak hiç hazzetmediğim Sütlüce kongre merkezinin yolunu tuttum. Ama maalesef bu müzik bana fazla mekanik geliyor, iç tellerimde pek bir kıpraşma olmuyor. İyi ve özgün bir müzik icra ettikleri kesin ama benim durum bile bile lades.

 

12 Eylül 2014 Cuma

Mozdzer Danielsson Fresco Trio - Tomasz Stanko Quartet


Evvelki sene İstanbul Caz Festivali'nin en güzel konserlerinden birine imza atan Danielsson ile albümlerini çok severek dinlediğim Tomasz Stanko'nun isimlerini bu seneki programda bir arada görünce hiç incelemeden konser biletlerini edindim. Meğer birlikte değil, arka arkaya çıkıyorlarmış sahneye. Seyirci için oldukça yorucu olan bu uygulamaya hiç anlam veremedim, sıra Stanko'ya gelince salon neredeyse tamamen boşaldı, ben de bu duruma hem üzüldüm hem de utandım.
İlk bölümde çalan Leszek Możdżer (piyano), Lars Danielsson (kontrbas, çello)'u evvelki yılki konserde dinlemiştik, onlara bu sefer Zohar Fresco (perküsyon) ve onun besteleri katıldı. İsrailli vurmalı çalgılar ustası Fresco'nun oryantalist tınıları konseri hafızamdaki Danielsson konserinden farklılaştırdı. Tabii Arkeoloji Müzesi'nin bahçesindeki atmosferle Cemal Reşit Rey'in atmosferi de birbirini tutmuyor, bir kez daha net bir şekilde tespit ettim ki caz mümkünse açık havada dinlenmeli.


İkinci bölümde salonun boşalmış olmasından duyduğum aşırı mahcubiyet sebebiyle Stanko'nun konserinden de layıkıyla keyif alamadım. Biraz tutuk ve salondan kopuk (neden acaba) başladığını hissettiğim Stanko sonradan açılıp albümlerinden alışık olduğum sesleri kulaklarımıza çaldı.

11 Eylül 2014 Perşembe

Tiyatro Öteki Hayatlar ve Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı


İstanbul Tiyatro Festivali'nde izlediğimiz ikinci oyun bizi mest etti. Georges Perec'in kitabından genç bir ekipce muhteşem uyarlanmış oyun özgündü ve oyunculuklar çok iyiydi. Absürt komedi tarzındaki oyunun ismi konusunu da özetliyor, ve esasında üslup absürt olsa da anlatılanlar gayet gerçekçi. Yönetmen Ziya Demirel, oyuncular Çağdaş Ekin Şişman, Emirhan Altunkaya, İlyas Özçakır ve Nezaket Erden.
Festival "Yeni Dalga" başlığı altında genç ekiplere yer veriyor, bundan sonra bu başlıktaki oyunları daha detaylı incelemeye karar verdim. Bu oyun vesilesiyle yeni bir tiyatro salonuyla da tanışmış olduk; ikinci kat karaköy. Karaköy'ün eciş bücüş sıkışık evlerinin arasında bir ikinci kat, minyatür bir salon.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Heiner Müller ve Hamlet Makinesi



Geçen mayıs ayında 19. İstanbul Tiyatro Festivali'nde izlediğimiz ilk oyun olan Hamlet Makinesi'nin bizi şaşırtacak bir çağdaş yorum olmasını ümit ettik, ama hayal kırıklığı oldu. Sorunun, biraz Hamlet malzemesine farklı mecralarda fazlasıyla  maruz kalmış olmamızdan, fazlaca da uyulamadan kaynaklandığını düşünüyorum. Pek sevdiğimiz Üsküdar Tekel Sahnesi'nde izlediğimiz oyun yeni bir şeyler söyleyemedi.

9 Eylül 2014 Salı

Al Di Meola


Günceye son 5 aydır dokunmadığımdan geçmişte kalan etkinlikleri not düşeceğim. Mayıs ayında CRR sezonunda izlediğimiz son konser Al Di Meola oldu. Gençliğimde internet yokken albüm alır, haftalarca aylarca dinlerdik. Al Di Meola, John Mclaughlin ve Paco De Lucia'nın konser albümleri "Friday Night in San Francisco" da böyle bir albümdü benim için. Sene başında Paco De Lucia vefat edince onun anısına Al Di Meola'yı dinlemek farz oldu, zaten Di Meola da konserde De Lucia'ya bir parça ithaf etti. Keyifli ama parlak anları biraz eksik bir konser oldu. Di Meola biraz fazla konuştu, genelde bunun aksinden yakınırım, ama mesela facebook'ta denk geldiği bir darbukacı genç Türk kızını bulup konsere çıkarması hikayesini yineleyerek anlatırken seyirciden büyük bir tebrik bekler hali vardı, evet sevgili Di Meola Dünya küçüldü, artık bunlar olağan durumlar.

Konser kadrosu;
Gitar: Al Di Meola, Peo Alfonsi
Akordeon: Fausto Beccalossi
Davul, perküsyon: Peter Kaszas

Efsanevi albüm;