11 Mayıs 2010 Salı

Richard Linklater ve Me and Orson Welles

Linklater istese de kötü bir film çekemeyecek kadar büyük dehası olan bir yönetmen, dolayısıyla her filminin başına en ufak bir "acaba" endişesi olmadan oturulabilir.
1995'de çektiği "Before Sunrise"'ı seyredip de herhalde kendini Ethan Hawke veya Julie Delpy'nin yerinde hayal etmeyen olmamıştır. Aynı yıl başladığım üniversite hayatım boyunca her bindiğim trende, her tek başıma çıktığım şehir seyahatinde bir Celine ile karşılaşma hayaliyle yaşadım, hatta karşılaşma bir trende gerçekleşmese de gelişme ve sonuç kısımları çok benzer bir romans yaşama şansına/(o dönemki bakış açımla şanssızlığına) da sahip oldum. 2004'de aynı karakterlerle devam filmi olan "Before Sunset" de bir o kadar herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği unutulmaz bir filmdi. Hani bazen bir film olur ya hiç bitmesin istersiniz, işte ben hayatımın geriye kalanını "Before Sunset"i izleyerek geçirebilirim diye düşünmüştüm.
2001 yapımı, ufak bir motel odasında üç karakter arasında geçen "Tape" de tam bir şaheserdi. Tek mekanda üç karakterle izleyiciyi bu kadar filmin içine çekip germek, sadece çok nadir bulunur bir dehayla ve yazı gücüyle mümkün olabilirdi.
2006'da çektiği "Fast Food Nation"'da ise, Michael Moore'un belgeselleriyle yaptığı tarzda sert kritiği daha da vurucu bir şekilde uzun metrajlı filminde dillendirdi. Küresel rekabet halindeki hamburger zincirlerinin ucuz eti hangi koşullarda sağladıklarını gördüğünüzde bir daha elinizi hızlı tüketim gıdalarına sürmek istemeyeceksiniz.
Linklater'in tüm filmlerini saymaya kalkarsam bu yazı çığrından çıkacağından en son olarak, film üzerine boyama tekniğiyle çektiği "Waking Life" ve hazmı biraz zor "A Scanner Darkly"'yi de anmış olayım.
Bu kadar sevdiğim bir yönetmenin yeni bir filmi olduğunu duymak hayatı güzel kılan bir heyecana vesile oluyor. "Me and Orson Welles"'de genç bir öğrencinin tesadüfen Orson Welles ile tanışarak onun sahnelediği "Julius Caesar" oyununda bir rol almasıyla gelişen olaylar anlatılıyor. Christian McKay'in, Welles'in büyüklüğüyle meşhur egosunu çok başarılı bir şekilde canlandırması, filmin çok sağlam bir temel üzerine oturmasını sağlıyor. İsmini sık sık duyduğum, okuduğum ama daha önce izlememiş olduğum Zac Efron da, Claire Denis de rollerinde çok iyiler. Linklater'ın başarısının sırlarından biri de sanırım filmlerinde oyuncu tercihlerini çok isabetli yapmasında. Film, geçtiği otuzlu yılları ve benmerkezci sanat dünyasını mükemmel bir şekilde tasvir ediyor. Sonuç olarak ortaya yine kaçırılmayacak bir Linklater başeseri çıkıyor.

Hiç yorum yok: