12 Ağustos 2011 Cuma

Julie Bertuccelli ve The Tree (2010)

Bertucelli'nin ikinci uzun metrajlı, benim ise izlediğim ilk filmi. Başrolde, "Love etc."'den bu yana büyük beğeniyle izlediğim Charlotte Gainsbourg var. Mutlu bir ailenin babalarını kaybetmesiyle başa çıkmaya çalışmalarını anlatan film, ailenin doğa içindeki evlerinin bahçesindeki büyük ağaç ile baba arasında metaforik bir bağ kuruyor. İlk çeyreği ilgi çekici ve ümit verici başlayan film sonrasında gereksiz zorlamalara girişiyor ve inandırıcılıktan da uzaklaşıyor. Yönetsel zaafları olan filmde Gainsbourg'un performansı da çok sönük kalıyor. Maalesef beğenmedim.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Xavier Beauvois ve Des Hommes et des Dieux (2010)

Yüzyıllardır Ceyazir'de bulunan bir manastırın rahipleri, köktendinci terör karşısında ülkeyi terk edip etmeme ikileminde kalıyorlar. Bir yanda inançlarının gereği olarak, tanrı nasıl uygun görürse anlayışı ve onların yardımına muhtaç olan fakir köylüler, diğer yanda da çok bariz üzerlerine gelmekte olan tehlike ve göz göre göre şehit olma durumu var. Tahmin edileceği üzere bu ikilem bol malzeme sunuyor, ama film bizi malzemeye boğmuyor. Şiirsel ve sade bir dili var, fazla şey söylemeden, anlatmak istediklerini anlatıyor. İyi bir film olmakla birlikte yer yer sıkıcı olmanın da kıyılarından dönebiliyor.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Christopher Morris ve Four Lions (2010)

Morris ilk uzun metrajlı filminde son on yıllara damgasını vuran "islami" terörün saçmalığını, 4 Britanyalı beceriksiz cihad savaşçısı üzerinden anlatıyor. Bu komik ve abzürt film insana kolayca "ne kadar da saçma" dedirtiyor ama binlerce masum insanın hayatına mal olan terör olaylarını her gün haberlerde izlerken, esasında yaşananların ne kadar abzürt olduğunun ne kadar farkındayız?

9 Ağustos 2011 Salı

Woody Allen ve You Will Meet a Tall Dark Stranger (2010)

28. filmini izlediğim Allen'den en son geçen sene "Whatever Works"'de bahsetmişim. Kısa bir New York durağından sonra, yönetmen kendini yine Avrupa'ya attı. Allen'in Avrupa'da şehir şehir gezip film çekmesini çok seviyorum. Özellikle Avrupa'da yıldızı hızla yükselen İstanbul'umuza da yolunun düşmesini umuyorum. Belediyenin yerinde olsam, bunun için ciddi bir çalışma yapar ve her türlü olanağı sağlardım.
2010 yapımı yeni filminde şehir pek vurgulanmasa da, hikaye Londra'da geçiyor. Hafif eğlencelik film, klasik Allen temalarıyla bezenmiş, sorunlu, tükenmiş ilişkiler, bloke olmuş yazar, yeni aşklar... Starlar geçidi olan oyuncu kadrosunda, en çok Gemma Jones'a ve onun hikayesine güldüm. Bir başyapıt iddiası olmayan, "Whatever Works" kadar veciz sözler düzmeyen ama keyifle izlenen bir film.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Milos Forman ve Loves of a Blonde (1965)

Çek Milos Forman çok ses getirmiş filmlere imza atmış bir yönetmen; "One Flew Over the Cuckoo's Nest" (1975), "Hair" (1979), "Amadeus" (1984), "The People vs. Larry Flynt" (1996), "Man on the Moon" (1999) ve "Goya's Ghost" (2006). Ben özellikle "Hair" ve "Amadeus"'u çok severim.

Geçenlerde Forman'ın oldukça erken dönem bir filmini izledik; "Loves of a Blonde". 1960'lar doğu blokundaki atmosferi, ruh halini çok iyi yansıttığını düşündüğüm/tahmin ettiğim filmin hikayesi ise bana biraz zayıf geldi. Bir grup insanın hayatından, başı sonu olmayan bir kesit izliyoruz. Sanki o dönemin kafa karışıklığı isteyerek veya istemeyerek filme nüfuz etmiş. İçinde komik unsurlar/tespitler bulunan bir belgesel gibi izlenebilir.

7 Ağustos 2011 Pazar

Edgar Wright ve Scott Pilgrim vs. the World (2010)

"Hot Fuzz" (2007) ile çok özgün bir yönetmen olduğunu ispatlayan Wright, son filmi ile sıradışı filmler yapmaya devam edeceğinin işaretlerini veriyor. Scott Pilgrim gerçekten pek çok yenilikçi fikirle ve sıradışı karakterlerle başlıyor hikayesine, ama bir noktadan sonra öylesine bir, bu "pek gurur duyduğu" yeniliklerin tekrarı tuzağına düşüyor ki, film yorucu bir hale geliyor ve başta bıraktığı etkiyi yitiriyor. Filmin bu kadar suyu çıkarılıp, tamamen uçuk bir gerçeküstü forma sokulmasaydı, çok ilginç bir film ortaya çıkabilirdi. Bence yenilikleri sergilerken dramayı bu kadar arka plana atıp karikatürleştirmemek gerekir. Ama tabii zevkler ve renkler tartışılmaz, belki böyle bir format başkalarına (özellikle yeni genç nesile) daha ilgi çekici geliyor olabilir.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Stephen Frears ve Tamara Drewe (2010)

Stephen Frears Britanya'dan çıkan iyi yönetmenlerden biri. İzleyebildiğim kadarıyla "My Beautiful Laundrette" (1985), "Dangerous Liaisons" (1988), "High Fidelity" (2000) ve "The Queen" (2006) gibi sağlam, "Dirty Pretty Things" (2002) ve "Chéri" (2009) gibi de biraz vasat kalan filmlere sahip.
"Tamara Drewe" ise kesin olarak sağlam komedi kategorisine giriyor. Britanya kırsalında bir grup yazara evsahipliği yapan bir çiftlikte geçen hikaye pek çok ufak tefek şirin hikayeye gebe. Filmin özellikle ilk yarısının çok eğlendirici olduğun belirtmeliyim, ikinci yarı biraz kondisyon zayıflığı hissediliyor, neyseki film yine de kazasız belasız finiş görebiliyor.

5 Ağustos 2011 Cuma

Jay Duplass & Mark Duplass ve Cyrus (2008)

Çok beğendiğim bağımsız film "Humpday"'de başrolde oynayan Mark Duplass kardeşiyle birlikte bağımsız filmler de çekiyormuş. "Cyrus" bunun iyi bir örneği. Ayrıldığı eşini unutmakta ve hayatını bir düzene sokmakta zorlanan karakterimiz (John C. Reilly), yeni bir ilişkiye başlıyor ancak beraber olduğu kişinin (Marisa Tomei) yetişkin (ama çocuk) oğluyla garip bir rekabetin içinde buluyor kendisini. Böylece aslen komedi olan filme tatlı bir gerilim de karışıyor. Yanlız filmin ortasından itibaren ilişki dengeleri inandırıcı bir şekilde götürülemiyor ve filmin ritminde de ciddi aksaklıklar meydana gelmeye başlıyor. Yine de bağımsız film severlerin kaçırmaması gereken bir yapım.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Ulrich Seidl ve Import Export (2007)

Ulrich Seidl çok sıradışı bir yönetmen. Kimseye benzemeyen tamamen kendine özgü bir sineması var. Bu kalitede filmler yapmaya devam ederse Avusturya ikinci bir Haneke çıkarmış olacak. İlk izlediğim filmi "Hundstage"'den (2001) çok etkilenmiştim, "Import Export"'u (2007) daha da çarpıcı buldum. Film hakkında ne söylesem çok yüzeysel kaçacak, iki cümlelik bir özete indirgemek istemiyorum. İnsanlara, sosyal sınıflara çirkin yüzlerini gösteren, rahatsız etmekten hiç çekinmeyen yönetmenlere sinemanın çok ihtiyacı var. Kısaca Haneke severler kaçırmasın, sevmeyenler uzak dursun.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Peter Weir ve The Way Back (2010)

Avustralyalı emektar yönetmen Peter Weir, filmlerinde Hollywood baharatlarını dozunda kullanmış, yer yer benim kriterlerime göre tam sınırlarda dolaşmış, ama hiçbir zaman o baharatların sirenvari albenisine kapılıp tuzağa düşmemiştir. İzlediğim filmlerini kronolojik olarak sıralarsam; "The Year of Living Dangerously" (1982), "Dead Poets Society" (1989), "Green Card" (1990), "Fearless" (1993), "The Truman Show" (1998).
1998'den 2010'a gelirken de izlemediğim tek bir film yapmış, yani uzun bir ara vermiş. Sanki "The Way Back" aynı zamanda kendi geri dönüşü. Film Sibirya'daki esir kamplarından kaçmayı başaran bir grubun Hindistan'a kadar yaptıkları binlerce kilometrelik yürüyüşü anlatan bir yol hikayesi. Filmin kaçış gerçekleşene kadar olan kısmını oldukça karmaşık ve başarısız buldum, ama kaçış başladıktan sonra yolun tasviri büyüleyiciydi, 2 saatin üzerinde süren filmi ilgiyle izledim. Filmi kısacası sinematografisi kurtarıyor. Filmin başındaki yönetsel zaafı da Weir'in sinemaya verdiği uzun araya bağlayalım.

2 Ağustos 2011 Salı

Sebastian Schipper ve Ein Freund von mir (2006)

Schipper'in 1999 yapımı "Absolute Giganten" filmini beğenmiştim ama bu filmi esas izleme sebebim başroldeki "Daniel Brühl" idi. Bence son dönemde Almanya'dan hatta Avrupa'dan çıkmış en iyi oyuncu, ve çok da sağlam filmlerde oynamayı tercih ediyor. Bugüne kadar izlediğim bütün filmleri çok iyiydi. Diğer başrolde de yine Alman sinemasının iyi oyuncularından Jürgen Vogel bulunuyor. Buraya kadar her şey iyi güzel de filme gelince tam bir hayal kırıklığı oldu. Ne anlatmak istediğine dair ufak ipuçları var ve eğer bu ipuçlarını doğru yakalıyorsam, inandırıcılıktan çok uzak bir şekilde anlatmaya çalışıyor, ve başarısız oluyor. Daha büyük bir ihtimalle hiçbir şey anlatmaya değil, sadece bir mood yakalamaya çalışıyor, ama o da hiç olmuyor. Bir kere filmin üzerine oturtulmaya çalışıldığı (filme ismini de veren) arkadaşlık hikayesi o kadar ama o kadar inandırıcılıktan uzak ki, film ne yapmak istese benim gözümde ıskalamaya mahkum oluyor.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Alejandro González Iñárritu ve Biutiful (2010)

Geçen yazımda bahsettiğim Iglesia faciasından sonra bu sefer de Meksikalı yönetmen Inarritu beni üzdü. Gerçi bu üzüntüyü öngörebiliyordum, çünkü Inarritu muhteşem bir sinerji yarattığı yazarı Guillermo Arriaga ile yollarını ayırmıştı. Muhteşem filmleri "Amores perros" (2000) "21 Grams" (2003) ve "Babel" (2006) Arriaga'nın kaleminden çıkmıştı. Sanırım ikisi de bu filmlerin başarılarını kendilerine yormak istediler, halbuki başarı ikisinin ortak başarılarıydı. Arriaga dedi ki, ben gider kendi yazdığımı kendim çekerim, bkz. "The Burning Plain" (2008), ciddi yönetsel zaafları olan bir filmdi. Inarritu da dedi ki, ben çekeceğim filmi kendim yazarım, bkz. "Biutiful", içerik bu kadar mı zayıf ve inandırıcılıktan uzak olur, sömürü tuzağına düşer.
Sevgili Inarritu ve Arriaga, gelin vazgeçin bu ego savaşından, birlikte muhteşem filmler yapmaya devam edebilirsiniz.

31 Temmuz 2011 Pazar

Álex de la Iglesia ve The Oxford Murders

Bir Avrupa yönetmeninin daha ülkesinden çıkıp kendisini uluslararası bir yapımda imha etmesine şahitlik ediyoruz. "La Comunidad" (2000) ve "Crimen ferpecto" (2004) ile İspanya sinemasının çok iyi iki filmine imza atmış olan Iglesia "The Oxford Murders" da her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. İyi bir oyuncu kadrosu (bkz. John Hurt) ve iyi olabilecek bir seri cinayetler hikayesi var. Ama filmde ne bir heyecan var, ne de inandırıcılık, baştan sona hamuru tutmamış. Kendi dilinin dışına çıkması mı , yapımcıların müdaheleleri mi bilemiyorum, ama ben şahsen bu kadar kötü bir filme üzüldüm. Umarım Iglesia dersini alır ve İspanya'da kendi sinemasına geri döner.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Marc Evans ve Snow Cake (2006)

İzlediğim filmlerle ilgili tuttuğum veri bankama göre Evans'ın daha önce başrolünde Colin Firth'ün oynadığı "Trauma"'sını izlemişim, ama çok hayal meyal hatırladığımdan, beğenmiş miydim emin olamadım. Kıyaslayamadığımdan "Snow Cake" daha iyi bir film mi bilemiyorum ama daha hatırda kalıcı olacak gibi. Bir önceki yazımda bahsettiğim "The Black Balloon" ile tesadüfen yakın zamanlarda izledim. Tesadüfen diyorum, çünkü her iki filmin de merkezinde otistik karakterler bulunuyor. Bu sefer kızını bir trafik kazasında kaybeden otistik bir anneyi izliyoruz. Başrollerde Sigourney Weaver ve Alan Rickman'ın olması filmin en büyük artıları. Ölen kız karakteri o kadar ilgimi çekmişti ki, bir yol filmi gibi başlayan hikayenin bu şekilde devam etmesini tercih ederdim. Ama trafik kazasının ardından, kazanın aktörlerinden olan Alan Rickman'ın anneyi arayıp bulmasıyla olaylar gelişiyor. Film beni açıkçası "The Black Balloon" kadar etkilemedi, rahatsız edecek kadar suyunu çıkarmasalar da klişe olaylar, ve bir hayli klişe yan karakterler de mevcuttu. Yine de otizm üzerine beni şaşırtan, otizmin farklı yelpazelerine dair bir nevi bilgilendiren vasatın üzerinde seyreden bir film.

29 Temmuz 2011 Cuma

Elissa Down ve The Black Balloon (2008)

Genç Avustralyalı yönetmen Elissa Down'ın ilk uzun metrajlı filmini çok beğendim. Bir ailedeki ergenlik çağındaki iki oğuldan biri otistiktir, ve bunun sevgi dolu ebeveynin ve yetişkinliğe adım atmanın krizlerini yaşayan diğer kardeş üzerindeki etkileri üzerine samimi ve gerçekçi bir film. Klişelerden uzak durması, duygu sömürüsüne hiç prim vermemesi filmin güçlü yanları. Başta Toni Colette ve beni acaba gerçekten de otistik mi diyecek kadar şüpheye düşüren Luke Ford olmak üzere performanslar da çok başarılı. Gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Agnès Varda ve Sans toit ni loi (1985)

Son yıllarda en beğendiğim filmlerden olan "Nothing Personal"'ın esin kaynağına sanırım Varda'nın bu filmiyle inmiş oldum. İngilizce ismi "Vagabond" (Serseri) olan film çok ham ve gerçek. Tek başına yaşamak, göçebe olmak, toplumun dayattığı her norma karşı çıkmak, insanlara zerre kadar güvenmemek ancak Sandrine Bonnaire'in büyük başarıyla canlandırdığı serserinin bedelini ödeyebileceği bir hayat tarzı. Zincirlerle bir yerlere, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı biz toplum bireylerinin cesareti ve özgürlüğü dolayısıyla saygıyla önünde eğilmek yerine yüzünü buruşturarak acıdığımız bu karakter bir belgesel çiğliği ve gerçekçiliğiyle usta yönetmen Varda tarafından anlatılıyor.
İzlenmesi zor olan bu filmin daha rafine ve daha sinematik versiyonunu ise yukarıda ismi geçen muhteşem "Nothing Personal"'da izleyebilirsiniz.

22 Temmuz 2011 Cuma

François Girard Red Violin (1998)

Akbank Oda Orkestrası'nın geçen sene izlemiş olduğumuz şu konserinde "Kırmızı Keman" filmini çok merak ettiğimden bahsetmiştim, izlemek anca nasip oldu. Konusu bir hayli ilgi çekici;
Günümüzde kırmızı bir kemanın açık arttırmaya çıkmasıyla başlayan hikaye yüzyıllar öncesine dönerek, bizleri kemanın ilk yapılışından bugüne gelirken, kıtalarca dolaştığına, devrimler gördüğüne, fakirlerin ve şımarık dahi sanatçıların elinden geçtiğine tanıklık ettiriyor.
Yüzlerce yıl aynı ailenin elinde kalsa tabii çok çekici bir hikaye ortaya çıkmayabilirdi, ama bu şekliyle baktığımızda da senaryonun yer yer abartılara kaçtığına ve klişelere başvurduğuna da şahit oluyoruz. Yine de başından sonuna ilgiyle izlenebilen bir film, güzel müzikleri de cabası.

21 Temmuz 2011 Perşembe

François Ozon ve Potiche (2010)

François Ozon'un bugüne kadar beğenmediğim filmi olmadı, izlediklerim kronolojik sırayla;

Regarde Le Mer (1997)
Sitcom(1998)
Les Amants Criminels (1999)
Sous Le Sables (2000)
8 Femmes (2002)
Swimming Pool (2003)
5x2 (2004)
Le Temps qui reste (2005)

2005'ten bu yana henüz izleyemediğim "Angel" ve "Ricky" var, kısmet önce 2010 tarihli "Potiche"e imiş.

Başrolünde Truffaut'nun "Le Derniere Métro"(1980)'su ile hafızamda sıkı yer edinmiş bir ikili var; Catherine Deneuve ve Gérard Depardieu. Ozon, yıllar sonra bu ikiliyi tekrar bir araya getiriyor. Film pek çok yönüyle "8 Kadın"'ı hatırlatıyor, aynı atmosfer ve mizah bu filme de hakim. Erkek egemen iş dünyasında, varlıklı ve kocasının sözünden çıkmayan ev kadını, kocası rahatsızlanınca, işçileri isyanda olan fabrikanın başına geçer. Ozon daha önce özellikle "Sitcom"'da gösterdiği katı burjuva eleştirisini burada da tekrar vurguluyor.
Fransa'da 70'li yıllarda kadınların uyanışını ve kabuklarından çıkışlarını komik ve nostaljik bir dille anlatan filmin ülkemizde de, günün birinde nostalji olarak algılanabilmesi dileğiyle...

Wang Kar-Wai ve The Grand Master

Tartışmasız en beğendiğim yönetmen olan Wang Kar-Wai'nin son filminin fragmanı yayınlandı. Büyük heyecanla bekliyorum.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Patrick Hughes ve Signs

Zaman zaman çok güzel kısa filmlere denk geliyorum, ama bir yere not etmiyorum, bir süre sonra da unutuyorum. Madem bu günce bir nevi sanal hafızam, o halde beğendiğim kısaları neden buraya bağlamayayım.
Aşk işaretlerle bu kadar mı güzel anlatılır?