11 Ağustos 2012 Cumartesi

Paolo Sorrentino ve This Must Be the Place (2011)

Sorrentino, bol ödüllü "Il Divo"'su (2008) ile Cannes'da da jüri ödülü almıştı. İkinci Dünya savaşı sonrası sayısız kez başbakanlığı üstlenerek, İtalya yakın tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Giulio Andreotti'nin portresini çizen film, bu ülkenin yakın tarihini bilmeyenler için de rahatlıkla izlenebilen ve başarılı bir yapıttı.
Sorrentino, 2011'de Cannes film festivalinin sinema çizgisinden en çok sapan bir yapıtla karşımıza çıktı. Filmin merkezinde, aykırı rollerin aykırı oyuncusu Sean Penn tarafından canlandırılan, 1980'lerden kalma, ilerlemiş yaşına rağmen, o döneme ait çılgın makyaj-saç-kıyafet tarzını korumuş varlıklı bir rock/metal starı var. Garip konuşma ve hareket etme tarzı da yine o dönemin aşırı uyuşturucu tüketiminden kalma bir hasarı mı var diye düşündürtüyor. Bana çizilen portre hiç inandırıcı gelmedi, oldukça karikatürize buldum. Filmin hikayesi de bir hayli abzürt, keza bir alışverişe gidip gelmesi dahi izleyiciyi yoracak derecede efor gerektiren yaşlanmış bir rock starı, babasına Auschwitz'deki kampta işkenceler yapmış birinin peşine düşüp ülkeyi boydan boya bir hafiye gibi dolaşıyor. Tüm abzürtlükler, sıradışı karakterler ortaya müthiş bir film de çıkarabilirdi, ama kanaatimce bu eserin kimyası tutmamış, ben ikna olmadım.

10 Ağustos 2012 Cuma

Nanni Moretti ve Habemus Papam (2011)

Nanni Moretti'yle ilgili son dönem hayal kırıklığımdan şu yazıda bahsetmiştim. 5 sene boyunca film çekmedi ve arada bir de çok kötü bir filmde rol aldı. Neyseki Cannes 2011'de yarışan "We have a Pope" ile yönetmenliğe döndü. Eski formundan çok uzakta da olsa, umut ışıkları var. Tam da Moretti mizahına uyacak bir konu seçmiş, Vatikan'ın yeni seçilen Papa'sı, seçildiği anda sırtına aldığı sorumluluğun ağırlığıyla panikliyor, ve bu görevi yerine getiremeyeceğini söylüyor. Vatikan'ın önünde birikmiş büyük kalabalık yeni seçilmiş dini liderlerini görmek için heyecanla beklerken, Papa bu görevi reddediyor, yapamayacağını söylüyor. Vatikan'da kardinallerin Papa olabilme hırsları sayısız filme, kitaba konu olmuşken, böyle bir olasılık ne kadar inandırıcılıktan uzak olsa da, zaten filmin gerçekçi olma gibi bir amacı bulunmuyor. Papa'nın herkes gibi bir insan olduğu, gökden zembille inmediği mizahi bir dille anlatılıyor. Moretti de, Vatikan'a Papa'ya destek olması için çağırılan bir psikoloğu canlandırıyor. Esasında iyi bir malzeme ve Papa rolünde muhteşem bir Michel Piccoli var, ama Moretti bu malzemeyi iyi kullanamıyor. Özellikle ilk yarım saatte, film söyleyeceği her şeyi zaten söylemiş olduğundan, geriye kalan kısım sadece sıkıcı olmaktan öteye geçemiyor.
Sevgili Moretti, sen bundan çok daha iyisini yapabilirsin.

3 Ağustos 2012 Cuma

Aki Kaurismäki ve Le Havre (2011)

2011 Cannes yarışmasının, güçlü yönetmenler ve filmlerle donanmış olduğunun kanıtlarından biri de Aki Kaurismaki'nin son şaheseri. Bu güncede sık sık bahsediyorum, bir imzası olan yönetmenleri çok seviyorum. Kaurismaki'nin herhangi bir filminden herhangi bir kareyi, sadece tek bir kareyi size gösterseler, filmin yönetmenini rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Filmin mekanının Finlandiya yerine bu sefer Fransa'nın kaçak göçmen kaynayan liman şehri Le Havre'da olması da hiçbir şey değiştirmiyor, çünkü Kaurismaki'nin kendine has ışık / dekor kullanımı, mekandan bağımsız kendini gösteriyor. 
Kaurismaki'nin daha önce izlemiş olduğum filmleri;
Lights in the Dusk (2006)
The Man Without a Past (2002)

Ariel (1988)
Önceki filmlerden göz aşinalığımız olan Kati Outinen, başrolde André Wilms ile birlikte sevimli bir çifti canlandırıyor. Ucu ucuna geçinebilen, yaşı da ilerlemiş bir ayakkabı boyacısı, kendi hayatındaki tüm zorluklara rağmen, yardıma muhtaç bir kaçak oğlanı himayesi altına alıyor. Kaurismaki, her zamanki gibi dramla mizahı iç içe geçirdiği, az diyaloglu, yavaş tempolu özgün anlatım tarzını koruyor. Diğer filmlerine kıyasla daha iyimser, umudun varolduğu bu filmde, bence melankolinin kıvamı tam tutmuş, ne eksik, ne de fazla. Kaurismaki sinemasına giriş için çok isabetli bir film. Bu filmi beğenenler, diğer filmlerine de yelken açabilirler.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Maïwenn ve Polisse (2011)

Yarışmanın en güçlü filmlerinden "Polisse", Paris'teki bir polis merkezinde "çocuk/genç" departmanına odaklanıyor. Görevleri, istismar edilen ve/veya sokakta kalan çocukları sağlıklı büyüyebilecekleri kurumlara yerleştirmek, onları istismar edenleri adalete teslim etmek, suç işleyenlerini yakalamak vs. Bu konuda tamamen uzmanlaşmış bir ekibi, bu filmdeki gibi canla başla ve tüm ruhlarıyla mücadele ederken görünce çok etkilendim. Bizim ülkemizle aradaki uçurum gerçekten çok can acıtıcı. Gerçi onlar da duyarsız/politik amirlerinden çok çekiyorlar, ama yine de bahsettiğim az buz bir uçurum değil. Bir de filmin, belgesele yaklaşan gerçekçiliği eklenince, bir hayli vurucu bir eser çıkmış ortaya. Bütün yürek parçalayan hikayecikler sadece izleyiciyi değil, filmde görevli ekibi de duygusal olarak sarsıyor, yani çağımızın vebası yabancılaşma/robotlaşmadan nasiplerini henüz alamamışlar. Eleştireceğim tek yan, dikkati hikayeden biraz dağıtan amirlerin bireysel dramlarında, özellikle aşk hikayeciği biraz eğreti duruyor. Yönetmen Maïwenn'i oyuncu olarak gözüm ısırıyor, ama yönetmen olarak ilk defa izledim. Filme kadın duyarlılığının işlediği zaten çok belli, hararetlen tavsiye ederim.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Nuri Bilge Ceylan ve Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)

Mayıs ayında 2011 Cannes Film Festivali Yarışma filmlerine değinmeye "The Skin I Live In" ile başlamıştım ama sonra film kopmuştu. Kaldığım yerden devam etmeye gayret edeyim.
Nuri Bilge Ceylan benim için sadece Türkiye'den çıkmış en iyi yönetmen değil, Dünya'daki en iyi yönetmenlerden bir tanesi. Zaten Cannes'da da pek çok ödül alarak bunu belgelemiş oldu. Özellikle "Uzak"'la başlayarak ardı ardına başyapıtlar veriyor. Pek çok kimsenin eleştirdiği "İklimler" de bence çok çok iyi bir film, bu filmde tek hatası başrolü kendi oynuyor olması. Eğer diğer filmlerinde yaptığı gibi, mükemmel oyuncu seçimlerinden bir tanesini de bu filmde sergilemiş olsaydı, bu film çok daha özel bir yere konumlanabilirdi. Nuri Bilge sinemasının doruk noktasına ulaştığı film bence "Üç Maymun"'dur. Muhteşem kareler, mükemmel oyuncularla buluşur, ve Nuri Bilge'ye has özgün dil en sade haliyle vücuda gelir. Durağan kamerası, asgaride tutulan diyalogları, iç sesle konuşmanın iç içe geçtiği harika montajlar, bu filmden gerçekten çok etkilenmiştim, benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.

Nuri Bilge'nin filmografisi;
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Üç Maymun (2008)
İklimler (2006)
Uzak (2002)
Mayıs Sıkıntısı (1999)
Kasaba (1997)
Koza (1995)
2011 Cannes'da yarışan ve hak ederek ödül alan son filmine geldiğimizde, yine eşine hiç rastlamamış olduğum bir görsellik şöleniyle karşılaştım. Bir cinayeti aydınlatmak üzere polisler, jandarma, savcı ve adli doktordan oluşan bir ekip zanlıyla birlikte Anadolu'nun ücra bir kasabasında geçe vakti yollara düşüyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu doğayı sadece araç ışıkları aydınlatıyor. Bu nasıl bir kameradır, nasıl objektifdir bunlar, acaba uzaylıların yeryüzünde unuttukları bir teknoloji midir, bilemiyorum, Nuri Bilge gibi özel bir yönetmenin elinde harika sonuçlar çıkıyor ortaya. Filmin ilk yarısı ses kapatılarak sadece görüntüler dahi de izlenebilir. Filmin zenginliği tabii ki sadece görselliğinde değil, yine önceki Nuri Bilge filmlerinden bildiğimiz üzere gerçekten hayattan koparılıp film edilmiş gibi duran, en derinine kadar, müthiş oyunculuklarla verilmiş karakter tahlilleri söz konusu.Tüm film boyunca eğreti/ gereksiz duran hiçbir laf edilmiyor. Başta muhtarın evinde verilen mola olmak üzere tekrar tekrar izlenmesi gereken o kadar çok sahne var ki, eminim her seferinde karelere, satır aralarına gizlenen sayısız yeni gizemler, hikayecikler bulmak mümkün olabilir. Sistemin çarpıklığı ve herkesin kendi derdinde olması, odakta olması gereken cinayeti tamamen arka plana iterken, bu bir eleştiriden çok izleyiciye tutulmuş bir ayna gibi, kimsi yadsıyacaktır, kimi kanıksayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını sevenler, ağır tempolu filmlerle ilgili sıkıntısı bulunmayanlar bu filmi kesinlikle çok beğenecekler.

24 Temmuz 2012 Salı

Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü

İstanbul Caz festivali kapsamında gerçekleşen "Caz için tuhaf bir yer" sloganlı konserin mekanı Sakıp Sabancı Müzesi, konser öncesi güncel sergisini gezmek isteyenlere kapısını açmıştı. Ben de fırsattan istifade ederek, hızlı bir şekilde galerinin salonlarını dolaştım ve daha önce haberdar olmadığım bir sanat hareketinden eserler gözlemleme şansına erdim. Kobra'yı kendi kelimelerimle anlatmaya çalışmak yerine, Müzenin kendi sitesinden aşağıdaki bülteni buraya kopyalama tembelliğine sığınayım;

 "S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ortamını şekillendiren Kobra akımının öne çıkan eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyi, Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü adlı sergiyle ağırlıyor. Adını sanatçıların geldikleri Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam’ın ilk harflerinin bileşiminden alan Kobra, 29 Haziran’da ziyarete açıldı. Kobra sanatçıları tarafından hayata geçirilen ve yalnızca 1948-1951 yılları arasında uygulanan bu avangard akım 60’ın üzerinde eser ile temsil ediliyor. Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkinin 400. yıl kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen sergi, Hollanda’daki Kobra Modern Sanat Müzesi ve ABN AMRO Bank’in özel koleksiyonuna ait eserleri, ilk kez Türkiye’ye getiriyor. Seçki; tablo, heykel, kumaş, seramik, kağıt üzerine işler, caz müziğinden ilham alan çalışmalar ve belge niteliğindeki malzemelerden oluşuyor.
Sergide, Kobra döneminin öne çıkan isimlerinden Karel Appel’e ait “Femme, Enfants, Animaux” (Kadınlar, Çocuklar, Hayvanlar) isimli ünlü tablonun yanı sıra Eugène Brands, Constant, Corneille, Asger Jorn gibi sanatçıların imzasını taşıyan önemli eserler de yer alıyor. Ülkemizde ilk kez sanatseverlerle buluşacak sergi; ABN AMRO Bank, De Meeuw Group / ABC Prefabrik, Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı, İpragaz, Merck Serono, TMF Group ve Hollanda Kraliyeti’nin desteğiyle gerçekleştiriliyor.
Sergiyi ziyaret edenler, Kobra akımının gelişiminin yanı sıra, 1930-1960 yılları arasında Avrupa ve Türkiye’deki sosyal, tarihsel gelişmelerin paralel kurguyla anlatıldığı keyifli bir yolculuğa çıkıyor. Tarihsel önem taşıyan görüntülerden oluşan siyah-beyaz belgesel ise Kobra akımı başladığında dünyada nelerin olup bittiği konusunda izleyenlere fikir veriyor. 16 Eylül’e kadar sanat severlerle buluşacak “Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü” sergisi kapsamında, çocuklara yönelik eğitim programları da yapılıyor."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Keith Jarrett & Gary Peacock & Jack DeJohnette

18 Temmuz Çarşamba, 20:00, Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce
Caz Festivalinin benim için kapanışı muhteşem oldu. Haliç Kongre Merkezi'nin akustiğinin ne kadar kötü olduğunu Dany Brillant konserindeki faciadan dolayı biliyordum ve Keith Jarrett'i bu salonda izleyeceksem kesinlikle iyi bir yerden izlemeliyim diye düşünürken yüksek bilet fiyatlarının bir hayli ürkütücü olduğunu fark ettim. Yardımıma koşan bir dostum mükemmel bir yerden ikimize davetiye ayarladı ve müthiş finalin önündeki son engel ortadan kalktı. Bana Dünya'da kimi canlı izlemek istersin deseler hiç düşünmeden Keith Jarrett derdim. Lise yıllarımdan beri (20 yılı geçmiş) albümlerini özellikle de solo albümlerini Köln, Viyana, Bremen, Lausanne, Paris sayısız kez dinlediğim Jarret'i canlı izleme hayalim gerçek oldu, ve hayallerimin de ötesinde etkilendim. Gerçi Keith Jarrett'in konser adabı konusunda taviz vermez tavrı biraz gerilim yaratmadı değil, öncelikle işten çıkıp bu trafikte nasıl saat 20:00'de Sütlüce'deki bir konsere geç kalınmayacağı konusunda bir hayli kafa yormak gerekiyordu. Kendi özelimde bu sorunu metrobüsle çözdüm. Sonra bir de konser esnasında sessizlik konusu vardı ki, Keith Jarrett, bir öksürük veya telefon sesiyle konserleri yarıda bırakmasıyla nam salmış bir sanatçı. Salonda sayısız anons yapıldı. Herkes çok usluydu, insanlar nefeslerini tutmuşlardı, her an biri bir saçmalık yapacak ve muhteşem konser yarıda kalacak gerginliği dahi konserin büyüsünü bozamadı. Gerçi ikinci yarıda tam Keith Jarrett konsantre olacak ve parçaya girecekken, elini tuşlara dokundurmasıyla bir cep telefonu çaldı ve Keith Jarrett ellerini havaya kaldırarak aman tanrım dedi. Neyseki parçaya tekrar giriş yaptı ve yarıda kesmedi. Bir sonraki parça öncesi bu sefer sayısız kez anons edilmesine rağmen fotoğraf çekmeye çalışan birine ayar verdi. Seyirciyle o ana kadar hiç konuşmadığı halde mikrofona gelerek özetle "anı küçük bir kareye sığdırmaya çalışmak yerine müzik /caz dinlemeye kulağınızı verin" dedi. İçimin nasıl yağları eridi anlatamam, tüm sanatçıların bizim seyircimize bu muameleyi yapması gerekir, müstehaktır, taa ki bizler adam olana kadar. Bu bir iki ufak olay dışında seyirci nasıl mum gibiydi anlatamam, dolayısıyla benim sinirlerime hiç iş düşmedi, ruhumun bir elekten geçerek, irili ufaklı tüm taşlarından kurtulduğunu hissettim. Salon yine eko yaptı, sanki DeJohnette'in davuluna balkonlardan davullarla, zillerle cevap verenler vardı, ama yerimiz çok iyi olduğundan idare ettik. Jarrett'in kariyerinin başından beri, hem albüm yapmak, hem de konserler vermek için sürekli bir araya geldiği 70'lik abilerimiz Gary Peacok ve Jack DeJohnette de yaşlanmayla ilgili korkularımı tamamen gidererek döktürdüler. MUHTEŞEMDİ.

22 Temmuz 2012 Pazar

Caz için Tuhaf Bir Yer

3 mini konseri barındıran bu etkinlik için doğru slogan şu olmalıydı; "Caz için tuhaf insanlar". Konser katılımcıları hakkındaki bitmek bilmez dırdırımdan sıkılmış olanlar, kendi ruh sağlıkları için bu satırları lütfen okumasınlar. Sakıp Sabancı müzesi gibi "nezih" bir mekanda olacak etkinlik için en alt kıyafet kodu herhalde ince kumaş bir pantolon ve gömlek olur diye düşünmüş ve bu şekilde arz-ı endam etmiş iken, konsere gelenlerin büyük kısmının parmak arası terlik ve şortlarla konsere teşrif etmiş olmaları üzerine, zaten bir kendimi yabancı hissetme hali hasıl olmuştu. Bu kendime esasında hiç yakıştıramadığım elitist tonu bir yana bırakmaya çalışsam da, asıl sorun insanların konsere plaj kılığında gelmiş olmaları değil, kendilerini gerçekten plaja gelmiş olduklarını sanmalarındaydı. Hatta bir plaj çok daha sakin ve huzur dolu olabilirdi. "Ayakta" izlenmesi öngörülmüş konser, "yürürken, konuşurken" olarak algılanmıştı ve herhalde müzisyenlere olan saygılarından bu güruh hiç yerinde rahat durmadı, sürekli devinim halindeydi ve sürekli ellerinde içkileri, bağıra çağıra muhabbet etti, ve tabii sürekli sigara içti. Sanatçılardan o kadar utandım ki, gerçekten yerin dibine girmek istedim. Bu insanlar bu mekanlara niye gelir, niye bu müziği dinler gibi yapar (hatta onu dahi yapmaz), gerçi bu soruların cevapları belli. İnsanlara tahammül edemediğimden artık sinemaya kesinlikle gitmiyorum ama onun çözümü kolay. Konser sanatçılarını salonumda ağırlayamayacağıma (ne muhteşem bir hayal değil mi) göre, bu insanlara katlanmaktan veya konserlere gitmemekten başka bir çarem maalesef bulunmuyor. Ben de sigara dumanlarından kaçış dansları yaparak, bağıra çağıra konuşanlardan sakınma amaçlı sürekli yer değiştirerek caz dinlemeye gayret ettim ama gerçekten bitap düştüm.
Konsere gelirsek, ilk olarak geçmişte rahmetli Estbjörn Svensson'un davulcusu olan ve Arkeoloji müzesindeki konserde Lars Danielsson'a davulda eşlik eden Magnus Öström, kendi grubuyla 1 saatlik bir mini konser verdi. Bana çok hitap etmedi, zaten zaman sinirlerimi yatıştırmakla ve kendimi doğru yere konumlamaya gayret etmekle geçti. "Ya gerçekten 1 dakika susuuuun" diye çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi bir hayli zor tuttum, ama zaten bağırsam da, o sırada ayakları yorulmaya başlamış terliksi canlılar başka şeylerle meşguldüler, zira oturma yerleri icat etmeye çalışıyor ve müzenin bulabildikleri tüm duvar ve sütunlarına tırmanma girişimlerinde bulunuyorlardı.
Magnus Öström davul
Danıel Karlsson piyano
Andreas Hourdakıs gitar
Thobıas Gabrıelsson bas
 14 Temmuz Cumartesi, 20:00, Sakip Sabancı Müzesi
Ardından daha ilginç ve bu festivalde trompet / saksafon ikilisine olan özlemimi doyuracak bir grup çıktı; Ninety Miles. Bir de isminin marimba olduğunu öğrendiğim bir vurmalı çalgı vardı, çok etkileyiciydi. Müzikle bağı olmayan güruh, müzenin bahçesindeki muhtelif çimenlik alanlara tünediği için de seyir keyfi arttı.
Stefon Harrıs vibrafon, marimba
Nıcholas Payton trompet
Davıd Sanchez tenor saksofon
Edward Sımon piyano
Rıcky Rodrıguez bas
Terreon Gully davul
Maurıcıo Herrera vurmalı çalgılar
Bugge Wesseltoft ve arkadaşları saat 24:00 gibi sahne aldığında, IKSV'nin 24:00'da kaldırdığı (niye konser sonunda değil, bir muamma) deniz motoruna binmezsem, Emirgan'dan Caddebostan'daki evime nasıl döneceğimi bilemediğimden, bir de yukarıda değindiğim üzere yıpranmış olduğumdan,  geceye veda etme vakti gelmişti, dolayısıyla üçüncü mini konseri izleyemedim. Diğer konserlerde dimdik ayakta kalmış sinirlerim, bu sefer beni alaşağı etmişti.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Erykah Badu

13 Temmuz Cuma, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi
Erykah Badu da Antony gibi sahneye çıktığı anda aurasıyla beni hipnotize etti. Çok uzun yıllardır albümlerini dinlerim. Ama yine aynen Antony'de olduğu gibi müziği şahsıyla vücuda gelince özel bir tılsım ortaya çıkıyor. Konser boyunca yerimde duramadım. Arkamdakiler laf eder diye ayağa kalkmaya konserin sonlarına kadar cesaret edemeyince konserin başında merdivenlere akın ederek dans eden gençleri gıptayla izledim, keşke ben de onlara konserin en başında katılsaydım. Neyseki son bir kaç parçada artık zaptedemez hale geldiğim bacaklarımı özgür salıverebildim. Konserin güzelliğini kelimelere sığdırmaya çalışarak kendime de bu satırlara denk gelenlere de işkence etmiyeyim ama aşağıya şu notu düşmeden geçemeyeceğim;
hayır sinirlenmedim ama gerçekten acıdım, bu insanlara acımaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Konserin sonlarına doğru iyice bir sevgi kelebeği formuna bürünen Badu seyircilerin arasına girerek onlara dokunmayı arzu ediyor. "hayran oldukları" sanatçıya dokunma mesafesinde olan primitif yaşam formları ne yapıyorlar, telefonlarına sarılıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlar, niye? hatıra olsun diye mi? hayır, hiç olur mu, facebook'ta ve artık bir de instragram'da paylaşıp beğeni toplamayı umuyorlar. Yaşadıkları anla ilgilenmiyorlar, başkalarına "bakın neler kaçırıyorsunuz" derken, anı esasında kendileri kaçırıyorlar. Beğenilme arzusu artık hayatlarını hapse almış bir dijital programda bir kaç tıklanmaya indirgenmiş durumda. Bence matrix yavaş yavaş gerçek oluyor. Söyleyecek başka şey bulamıyorum, bu sanal buhran bir yerde çok fena çuvallayacak veya benim gibiler yeryüzünden silinecek. Bu sözleri sadece fotoğraf çekmek için bir tarafını zedeleyenler için değil, konserin büyük bölümünü telefonunun ekranına bakarak geçiren, minik tuşlarına dokunarak dünya'yla ve hayatla bir bağ kurmaya çırpınan garip ve acınası insansı türü için sarf ediyorum.

20 Temmuz 2012 Cuma

Lars Danielsson ve Liberetto

12 Temmuz Perşembe, 21:00, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Avlusu 
Festivalin en güzel sürprizi bu konser oldu. Kontrabasçı Lars Danielsson'un müziğini tanımıyordum. Bu sayede çok sevdiğim bir konser mekanı olan Arkeoloji Müzesinin avlusunda yerimizi alırken herhangi bir beklenti içerisinde değildim. Konserin başlamasıyla mükemmel bir ekip Lars Danielsson'un 2012 tarihli son albümü "Liberetto"'dan eserler icra etti ve bizi bizden aldı. Caz gruplarında liderin kontrabasçı olması sık rastlanan bir durum değil, Danielsson hem kontrabasından hem de zaman zaman değiştirerek eline aldığı çellosundan çok farklı ve unutulmaz tınılar çıkardı. Grubun lideri olmasına rağmen performansta ağırlık çok demokratik bir şekilde tüm enstrümanlara dağılmıştı; Yaron Herman piyanoda, John Parricelli gitarda ve Magnus Öström davulda hepimizi büyülediler. Konserin sonunda herkes coşkuyla ayakta alkışlıyordu. Israr üzerine bir kez daha bis yaparak çalmaya başladıkları esere birden ezan sesleri eşlik etmeye başladı. Önce şaşıran fakat bozuntuya vermeyen dörtlü, ezan sesine mükemmel bir şekilde eşlik ederek, insanın hayatta kolay kolay şahit olamayacağı bir anı bize yaşattı.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Antony And The Johnsons

Nerede kalmıştık? En son mayıs ayında Cannes Film festivali esnasında, bir sene öncesinin yarışma filmlerinden bahsetmeye karar vermiştim, söz edeceğim filmleri bir sıraya dizmiştim, ama sonra zamanlama & motivasyon ayarını tutturamayınca uzunca sarktı, üzerine yazacak bir ton film, dizi, aktivite birikti, ve yine yazmak istediklerimin altında ezildim. Zaman geçtikçe de kafayı toparlamak zor oluyor, esasında en ideali, mesela bir filmi izlemeyi bitirir bitirmez veya bir konserden çıkar çıkmaz klavyeye sarılmak olmalı. Takip ettiğim güncelerin pek çoğu benzer bir şekilde kuruyorlar, yazma sıklıklarına baktığımda hep aynı şekilde seyrelip kayboluyorlar, şu anda sanırım internet ölü günceler cennetine (cehennemine) dönüşmüş durumda, ara ara reader'da temizlik yapmak ve ruhunu teslim etmişleri yeni güncelerle ikame etmek gerekiyor. Neyse ben parmaklarımı bir kez daha doğrultup, geçirdiğim muhteşem caz haftasından notlar düşmek istiyorum ki gelecekteki hafızası zayıflamış bana neler hissetmişim hatırlatabileyim.
9 Temmuz Pazartesi, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi 
Çok hazırlıksız (yani biletsiz) yakalandığım Festival kapsamında ilk izlediğim konserin grubu Antony and The Johnsons'ın uzun yıllardır müziklerini beğenerek dinliyordum, ancak sıkı hayranı olmam 2007 yılında yanmış Şan tiyatrosunda verdikleri muhteşem konserle gerçekleşti. Bence bir konserde olması gereken, sunulanın, en başta müzikal anlamda, evde CD'den dinlemenin çok üzerinde bir tecrübe yaşatabilmesi. Antony'nin inanılmaz özgün ve duygu yüklü, titrek sesi CD'de biraz mekanik kalabilirken kanımca konserde inanılmaz bir samimiyetle insanın derisinin altına nüfuz ediyor. Konserin başından sonuna kadar ürperiyor ve çakırkeyif bir ruh haline giriyorum. Bu seneki konsere gelirsek, Cemil Topuzlu'da uzun zamandır konser takip etmiyordum, hem aşırılaşan bilet fiyatları, hem de son yıllarda, toplu sigara içim mekanı haline gelmiş olması beni gerçekten çıldırtıyordu. İKSV'ye bu konuda kaç kere yazı yazdığımı hatırlayamıyorum. Günde bir iki tane içen insanlar bile açıkhavada konsere gidince iki paket sigara bitiriyorlar, bunun nasıl bir haksızlık olduğunu sigara içen insanlara anlatmak gerçekten bir hayli güç. Tüm bunlara bir de izleyici kitlesinin kalitesizleşmiş olması eklenince; uzun zamandır görüşmeyenlerin konsere gelince sohbet muhabbete dalması mı dersiniz, hayatını sadece facebook'ta paylaşmak için yaşayan zavallıların en iyi kareyi yakalama çabaları mı dersiniz, insanoğluna olan nefretimi anlatmaya kalkışmam bu konserle ilgili not düşmeme tamamen engel olabilir.
Neyse gelelim artık pozitif satırlara; Kamusal alanda sigara yasağı artık açıkhava konser alanlarını da kapsadığı için sinir krizi geçirmeden ve ciğerlerimize kanser çekmeden müzik dinleyebilmek mümkün hale geldi. Yine de yasağı delenler oluyor, hiç utanmadan sıkılmadan hala sigara yakabiliyorlar ama en azından uyarı yapılabilecek bir kural var ortada, mesela tam önümde oturan süngerimsi parazit konserin sonuna doğru bir tane yaktı, ters bir tepki verirse konser bana zehir olacağı için içimden küfrede küfrede dumanları yuttum. Bir de konser biter bitmez herkes yakmaz mı, yahu kardeşim bir dışarı çıkmayı bekleyin ne olur. Kısacası SİGARADAN VE SİGARASIYLA HUNHARCA VE UMURSAMAZCA ÇEVRELERİNE ZARAR VERENLERDEN NEFRET EDİYORUM.
İnanın yazarken deliriyorum, şu anda herhalde vücudumda adrenalin ölçümü yapılsa enteresan değerler çıkar. Neyse konsere bir kez daha dönmeyi deneyeyim; Şan tiyatrosunun büyüsü maalesef yoktu, ama zaten bunu beklemiyordum, (bu arada geçen hafta bu konser sebebiyle farkındalığım dürtülmüş olduğundan, önünden geçerken baktığımda Şan tiyatrosunun bir şantiye gibi demir levhalarla çevrildiğini gördüm, eğer AVM sığdıramıyorlarsa muhtemelen zincir otel yapıyorlardır, neyse bu konuya hiç girmiyeyim, tansiyonum şimdiden fırladı) Ses düzeni çok iyi değildi, bence bu tür bir konserde kusursuz olmalıydı. Antony'e eşlik eden Filarmonia İstanbul dağınıktı, ya orkestra/şef yetersizdi, ya da yeterli prova yapılamamıştı. Antony'nin sesi çıplak olarak tek başına bir konsere yetebilecekken yanına bir orkestra iliştirmek gereksizdi. AMAAAAAAA Antony muhteşemdi. Konseri Selda Bağcan'dan "Vurulduk Ey Halkım" ile açtı ve başından sonuna kadar yüreklerimizi sürükledi. Gerçekten çok özel biri, sözleriyle müziğiyle insanın en derinlerine işleyen bir ozan. Seyirciyle kurduğu diyalog inanılmazdı, hepimizle sohbet etti, müthiş mesajlar verdi, adeta tüm kötülüklere karşı müziğiyle duran bir misyoner gibiydi. Dünya'yı artık annelerin yönetmesinin zamanının geldiğini ve dünyayı mahvetmekle meşgul erkeklerin elinden kontrolü, kadınların alması gerektiğini söyledi. Son konserinden bu yana her şeyin daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gittiğini sorduğunda tüm seyirci tek ağızdan "daha kötüye" diye böğürdü, Antony de Dünya'nın neresinde bu soruyu sorsa aynı cevabı aldığını, ama hala umut olduğunu söyleyerek seyirciyi teselli etti. Sonra eşcinsel haklarından bahsetti, her ailede bir eşcinsel olabildiğine, eşcinsellerin hayat dolu renkli kişilikler olduğuna, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektiğine değinirken, seyircilerin arasından esaslı bir homofob "Music" diye bağırarak, özetle kısa kesmesini arz-ı beyan ettiğinde muhteşem bir cevap aldı; "konuşmak da müziktir, ve ben konuşuyorum" Neyseki seyirciden bir destek alkışı koptu. Çok hassas bir karaktere sahip olduğu malum Antony yine de bir hayli kırılmış olacak ki, başka bir boyuttan geliyormuş hissi verdiği güzel mesajlarına devam etmedi. Şimdi soruyorum, nasıl insanlardan nefret etmeyeyim, bu mahlukatlara nasıl tahammül edeyim?
Neyse bir nevi deşarj olduğum bu epey asabi yazıya esasında çok özel bir gece geçirdiğim ve çok mutlu olduğum notuyla son vereyim.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Pedro Almodovar ve The Skin I Live In (2011)

Bu seneki Cannes Film Festivali başlamışken, geçenlerde bahsettiğim gökkuşağı filmlerini geçen senenin Cannes yarışma filmlerine Almodovar'ın bu son eseri ile ulayalım. Beğendiğim yönetmenlerden olan Almodovar'ın bu filmden önce 15 filmini izlemişim, sanırım bu sayı kariyerinin en başındaki bir iki film dışında uzun metrajlı filmlerinin tamamına tekabül ediyor;

Broken Embraces (Los abrazos rotos) (2009)
Volver (2006)
Mala educación (2004)
Hable con ella (2002)
Todo sobre mi madre (1999)
Carne trémula (Live Flesh) (1997)
La Flor de mi secreto (1995)
Kika (1993)
Tacones lejanos (1991)
Tie Me Up! Tie Me Down! (¡Átame!) (1990)
Women on the Verge of a Nervous Breakdown (Mujeres al borde de un ataque de nervios) (1988)
Law of Desire (Ley del deseo, La) (1987)
Matador (1986)
What Have I Done to Deserve This? (¿Qué he hecho yo para merecer esto!!) (1984)
Pepi, Luci, Bom y otras chicas del montón (1980)

"The Skin I Live In"'e gelirsek, Almodovar'ın son filmlerinde hissedilen karanlık atmosfer bu filmde doruk noktasına ulaşıyor. Önceki Almodovar filmlerinde hüzünle neşe hep bir arada olur, en sinir bozucu durumlarda dahi gülünecek bolca malzeme bulunurdu. Ama yönetmen ilerleyen yaşıyla da birlikte daha olgun daha ciddi filmler yapmaya başladı. "The Skin I Live In" çok ilginç ve düşündürücü bir konuya değiniyor, ama ispiyon vermeden ve izlememişler için filmin tadını kaçırmadan fazla bir şey söylemek mümkün değil. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, yanlış vücuda hapsolmuşlarla empati kurmayı kolaylaştıracak, cinsel kimliklerin içinde yaşanılan tenle mi tanımlandığını yoksa içten gelen bir olgu mu olduğunu sorgulayan bir eser. Teoride çok düşündürücü sorular sorduran film, uygulamada bence tamamen sorunsuz değil. Özellikle filmin merkezindeki dönüşümü çok ikna edici bulmadım, örneğin; mükemmel bir oyuncu olan Elena Anaya'nın "Room in Rome"'daki canlandırdığı karakter buraya taşınsaydı yani bu filmde olduğu gibi köküne kadar kadınsı olmasaydı daha iyi olurdu. Eski kimliğe dair izlerin bu kadar lekesiz silinmesi tabii yönetmenin tercihi ve muhtemelen seyirciyi şaşırtma ve söylenenleri iyice vurgulama adına kullanılmış ama dediğim gibi ben biraz daha afallamış, şaşırmış, eski kimliği sesine, hareketlerine yansımış bir portreyi daha inandırıcı bulurdum.
Filmi henüz izlememiş olanların merakını yeterince kaşıdığımı düşünerek geçen seneki Cannes yarışma filmlerinden bu güçlü adayı tavsiye ederek yazımı nihayete erdireyim.

1 Mayıs 2012 Salı

Ettore Scola ve Una Giornata Particolare (1977)

Gökkuşağı filmleri dizisinde son yıllarda çıkmış başarılı bağımsız yapımlara kısaca değindim. Şimdi biraz daha gerilere gidip klasik statüsü kazanmış iki filmden bahsetmek istiyorum. İlki Ettore Scola'nın "Özel Bir Gün"'ü; 1930'larda Hitler Mussolini'yi ziyarete gelince tüm Roma halkı meydanlara akın eder. Büyük bir apartmanda sadece iki kişi kalır; ilki ev işleri altında boğulmuş bir ev kadını (muhteşem Sophia Loren), diğeri aynı apartmanın karşı bloğunda oturan ve faşist rejimlerce en ağır şekilde ezilen kesimlerden birine mensup bir adam (Marcello Mastroanni). Loren'in ev kuşu kafesinden kaçıp karşı bloğun penceresine konunca ikili tanışırlar. Geçen hafta "Weekend"'den bahsederken sözü geçen filmlerle ortak bir paydası var bu filmin, yine iki yabancının arasında kısıtlı zamana sıkışan, imkansız bir dostluk söz konusu. Apartmandaki farklı mekanların kullanılışı, diyaloglar ve özellikle oyunculuklar müthiş. Mastroanni'nin mükemmel oyunculuğunu başta Fellini filmleri olmak üzerine sayısız filmden biliyordum, ama sinema tarihinin en büyük yıldızlarından olan Sophia Loren'in çok az sayıda filmini izlemişliğim vardı. Bu filmde neden büyük bir yıldız olduğu ve ne kadar iyi bir oyuncu olduğu çok net gözüküyor. Ettore Scola'nın da izlediğim ilk filmi, yani kendime başka Scola ve Loren filmleri izleme ödevi veriyorum.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Javier Fuentes-León ve Undertow (2009)

Arjantin ve Uruguay'dan sonra bu sefer de Peru'da bir sahil kasabasında geçen bir hikayeden bahsedelim. Yine muhafazakar bir ortam, zaten sanırım eçcinsellik söz konusu olunca muhazakar olmayan ortam yeryüzünde pek bulunmuyor. Kasabaya gelen bir yabancıyla, yörenin yerlilerinden bir aile babasının yakınlaşması söz konusu. Filmin temelindeki gerçeküstü ögeden bahsedebilmek için Dikkat İspiyon! vermek gerekiyor. Normal hayatta her şeyi gizli saklı tutmaları gerektiğinden ilişkilerini istedikleri gibi yaşayamayan ikiliden biri bir kazada ölüp, cesedi yörenin geleneklerine göre gömülmediğinden öbür dünyaya göçemiyor, ve sadece diğerinin görebildiği bir hayalet olarak kalıyor. Ancak bu şekilde gözlerden uzak birlikte olabiliyorlar. Yani onları ancak ölüm kavuşturuyor, ama bunun da bambaşka sıkıntıları ortaya çıkıyor. Filmin ritminde ve işlenişinde bir takım hamlıklar var, her şey olabildiğince rahat akmıyor ama yine de izlenebilir bir yapım.

29 Nisan 2012 Pazar

Enrique Buchichio ve El cuarto de Leo (2009)

"Leo'nun odası" kız arkadaşıyla olan ilişkisi pek parlak gitmeyen bir delikanlının eşcinsel/biseksüel yanını keşfetmeye başlamasıyla kafasının çok fena şekilde karışmasını anlatıyor. Sudan çıkmış balığa dönen çekingen yapıdaki Leo bir yandan internet aracılığıyla ayarladığı anonim randevulara gidiyor, diğer yandan bir türlü açılamadığı terapistine ve birileri fark edecek diye de sürekli panik halde. Bu esnada küçükken aşık olduğu bir kızla karşılaşıyor, ve ciddi bir depresyonda olan bu kızla da yakın bir arkadaşlık kuruyor. Yönetmen, toplum genelinde kabul görmeyen cinsel kimliğini kabullenmeye çalışanlarda hasıl olabilecek kafa karışıklığının resmini Leo ile inandırıcı bir şekilde çekmeyi başarmış. Uruguay'da geçen filmin sonu biraz kopuk ve tam çözülmemiş bitiyor, bu da filmin tek ciddi zaafı, haricinde kaliteli bir bağımsız yapım.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Haim Tabakman ve Eyes Wide Open (2009)

Kudüs'ün en muhafazakar kesiminin yaşadığı ortodoks mahallesinde aile babası bir kasabın yanına aldığı genç çırağıyla yakınlaşması, onun tüm Dünya'sını alt üst eder. Zira kendisi de çok dindar olan kişi inandığı her şeyi sorgulamak zorunda kalır ve çok büyük de bir mahalle baskısına maruz kalır. Esasında bu hikaye aynı şekilde Dünya'nın her hangi bir muhafazakar mahallesinde anlatılabilirdi, hatta olaylar çok daha vahim bir hal de alabilirdi. Ama Haim Tabakman bu ilk uzun metrajlı filminde her türlü sansasyondan uzak durarak, hikayesini çok yalın ve yargıları başarıyla sorgulatarak ele almayı tercih ediyor.

27 Nisan 2012 Cuma

Benjamin Cantu ve Stadt Land Fluss (2011)

"Plan B" zaten oldukça sakin ve sessiz bir filmdi, ama ondan daha da sakini neredeyse sessiz filme yaklaşan versiyonu "Stadt Land Fluss" müthiş bir sinematografi eşliğinde, Almanya'daki bir çiftlikte stajyer olan iki genç oğlanın yakınlaşmalarını, ancak bunu kavramakta ve kabullenmekte zorlanmalarını anlatıyor. Başroldeki ikilinin dışındakilerin tamamı o çiftlikte gerçekten çalışan amatör oyuncularmış, bu da filmin belgesele yaklaşan doğallığını oldukça güçlendiriyor. Film, türünün en sade en minimalist örneklerinden.

26 Nisan 2012 Perşembe

Marco Berger ve Plan B (2009)

Gökkuşağı filmlerinden bahsetmeye karar verince fark ettim ki, dilimizde ciddi bir de terminoloji eksikliği var. Küfür açısından bir sıkıntı yaşanmasa da bir "gay" veya "straight" kelimelerinin Türkçe karşılıkları bildiğim kadarıyla yok. İnsana homo sapiens demediğimize göre homoseksüel ve heteroseksüel de fazlaca bilimsel terimler. Eşcinsel ve eşcinsel olmayan diye anlatmak da fazlaca dolaylı. Tabii eşcinselliğin ülkemizde halen bir tabu olmasından dolayı olumlu algılanacak türkçe tabirlerin gelişmemiş olması da çok şaşırtıcı değil.
Filme gelirsek, "straight" kahramanımız kız arkadaşı tarafından terk edilince, kız arkadaşının kendisinden sonra edindiği yeni erkek arkadaşıyla arasını bozmak için planlar yapmaya başlar, ve sonunda B planını devreye sokmaya karar verir, o da yeni "straight" erkek arkadaşı baştan çıkarmaktır. Kurdukları arkadaşlık, sıkı bir dostluğa dönüşünce zamanla iki erkeğin de kafası karışmaya başlar.
Buenos Aires'de sade bir atmosferde geçen film, minimum diyalogla çok fazla duyguyu aktarmayı başarıyor. Başroldeki ikilinin de çok iyi oyunculuklarıyla taçlanan etkileyici ve özgün bir bağımsız yapım. 

25 Nisan 2012 Çarşamba

Céline Sciamma ve Tomboy (2011)

"Boys Don't Cry"'ın, gerçek bir hikayeden yola çıkmasının da verdiği güçle çığlık çığlıklığa seyircinin karın boşluğunu yumruklayarak anlattığı hikaye, "Tomboy"'da çok sessiz ve sade bir şekilde ele alınıyor. 10 yaşındaki kız çocuğu Laure, yeni taşındığı mahallede kendini yeni arkadaşlarına Michael olarak tanıtıyor. Yaşı itibariyle konu henüz cinsellik ağırlıklı değil, ama daha bu yaşında kendini bir erkek çocuğu gibi görüyor, erkek çocuklarıyla rekabet ediyor, onlarla futbol oynuyor. Filmde görebildiğimiz kadarıyla "normal" ve sevgi dolu bir ebeveyne sahip olan kız çocuğun cinsel kimliği, genelde iddia edilebildiği üzere travmalarla oluşmamış olsa gerek, dolayısıyla filmin anlattıkları cinsel kimliklerin doğuştan geldiği savını destekliyor ve daha bu yaşta bir çocuğun sosyal ortamda yaşadığı sıkıntıları gözler önüne seriyor.
Başroldeki kız çocuk gerçekten de çok doğal ve başarılı, ama bu yaşta bir çocuğa böyle bir rol bu kadar inandırıcı bir şekilde nasıl oynatılabilmiş diye düşünüyor insan.

24 Nisan 2012 Salı

Kimberly Peirce ve Boys Don't Cry (1999)

Kimberly Peirce, kendini erkek olarak gören genç kız Brandon Teena'nın gerçek hikayesini çarpıcı bir dille anlatıyor. Hillary Swank, Brandon rolüyle Oscar'ı gerçekten hak ederek almış, zira ortalıkta erkek kimliğiyle dolaşan, kadınları baştan çıkaran bir genç kızı çok inandırıcı bir şekilde canlandırıyor. Kendisini tanımasak bu rolü bir kız mı yoksa bir erkek mi canlandırıyor diye şüpheye düşürebilecek kadar başarılı. Diğer rollerde de Chloe Sevigny ve Peter Sarsgaard başarılılar ama (Dikkat yazının devamı hafif ispiyon içerir) filmde tek ikna olmakta zorlandığım kısım, Brandon'ın gerçek kimliği ortaya çıktığında çevresindekilerin özellikle de Sarsgaard'ın geçirdiği dönüşümdü. Öncesiyle sonrasının kontrastı mutlaka filmin vermek istediği mesajın altını çok güçlü bir şekilde çiziyordu, ama bir uçtan öbür uca giderken inandırıcı olabilmek sinemanın en zor kısımlarından biri olsa gerek, ve ben tam ikna olmadım.
Yine de bu, filmin gücünden ve ele aldığı konunun özgünlüğünden çok fazla bir şey eksiltmiş değil. Sinemada transseksüel erkek filmlerine rastlanabiliyor, mesela aklıma en beğendiklerimden (türü çok farklı olsa da) "Hedwig and the Angry Inch" (2001) geliyor. Çok geniş kitlelere ulaşan transvestit hikayeleri "The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert" (1994) ve "To Wong Foo Thanks for Everything, Julie Newmar" (1995) da mevcut. Şüphesiz bu liste uzatılıp gidebilir ama kadın vücuduna hapsolmuş erkek hikayesi ben pek hatırlamıyorum.
Çok ses getirmiş bu cesur filme imza atmış olan Kimberly Peirce aradan geçen 13 yılda sadece tek bir başka film yapmış. Madem konumuz cinsiyetler, şu soruyu da sormak gerek, bu filmi bir erkek çekmiş olsaydı, arkasından yeni filmler iplik söküğü gibi gelmez miydi? Film endüstrisindeki erkek hegemonyasının sonu ne zaman gelecek?