31 Mayıs 2011 Salı

Leyla Gencer'i anma Gecesi

Yurtdışındaki en büyük gurur kaynaklarımızdan biri olan Soprano Leyla Gencer'in anısına her yıl ölüm dönümü olan 10 Mayıs'ta bir konser düzenleniyor. Bu seneki konsere program belli olmadan bilet almıştık. Konser akşamı programı görünce çok mutlu oldum, çünkü Mozart'ın en sevdiğim eser Requiem seslendirilecekti. Konser öncesinde maalesef çok özensiz bir konuşma yapıldı, kendini tanıtmadığı için kim yaptı onu dahi öğrenemedik. Keşke o akşam, girişte Leyla Gencer'i anlattığı kitabını imzalayan Zeynep Oral konuşsaydı. Konuşmadan sonra yine çok özensiz bir video kolajı izledik. Elimizde büyük Diva'dan hiç mi doğru dürüst kayıt kalmadı. Diyelim video kayıt bulunamadı. Hiç değilse onun sesinden bir "Casta Diva" dinletilseydi. Böyle bir gece düzenleyip de bu detaylara niye hiç önem verilmez anlamak mümkün değil. Neyseki Reqiuem kısmı Leyla Gencer'in anısına layıktı. Solistler iyiydi, ama bence gecenin yıldızı koro idi, çok başarılıydılar. Ülkemizden nice Gencer'ler çıkması dileğiyle...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Majid Majidi ve Children of Heaven (1997)

İran sinemasından devam edelim. Majidi'nin izlediğim ilk filmi "Children of Heaven"'ı çok beğendim. Fakir bir ailenin ufak oğlu, kızkardeşinin ayakkabılarını tamirden aldıktan sonra eve dönerken kaybedince, iki kardeş korkularından ebeveynlerine bir şey söyleyemezler ve tek bir çift ayakkabıyı paylaşarak günlerini geçirmek zorunda kalırlar. Film bana Vittoria De Sica'nın çok sevdiğim "Bisiklet Hırsızları"'nı hatırlattı. İtalyan yeni gerçekçilik akımından çıkmış muhteşem filmleri sevenler bu filmi kaçırmasınlar. İlk fırsatta Majidi'nin diğer filmlerini de izlemeye çalışıcam.

29 Mayıs 2011 Pazar

Hana Makhmalbaf ve Buddha Collapsed Out Of Shame (2007)

İran Sineması Mohsen ve Samira Makhmalbaf'tan sonra sinemaya çok başarılı üçüncü bir Makhmalbaf daha kazandırdı; Hana. "Buddha Collapsed Out Of Shame", Taliban'ın Afganistan'da havaya uçurduğu Buda heykelinin bulunduğu köyde yaşayan küçük bir kız çocuğunun okuma yazma öğrenmek için verdiği mücadeleyi anlatıyor ve o bölgedeki çocukların oynadıkları oyunlarda bir nevi bölgenin tarihini, talihsiz kaderini ve kadınların maruz kaldıkları baskıları özetliyor. Bunu o kadar sade, yalın, zorlamasız yapıyor ki, hayran olmamak elde değil. Bu tür filmler içinde zerre insanlık kalmış olan daha geniş kitlelere ulaşabilse, Dünya kesinlikle daha yaşanabilir bir yer olur.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Christian Faure ve Un amour à taire (2005)

Faure, gökkuşağı filmlerinin çok iyi bir örneğini 2000 yapımı "Juste une question d'amour" ile vermiş ve muhafazakar ailesinden çekindiği için eşcinselliğini açıklayamayan bir gencin hikayesini anlatmıştı. "Gizlenen aşk" olarak çevirilebilecek 2005 yapımı filminin konusu 2.Dünya savaşında geçiyor. Tarihi geniş kitlelere ulaştırmakta kitaplardan çok daha başarılı olan sinema, başta "Schindler's list" olmak üzere pek çok filmle bu savaşta yahudilerin uğradıkları akıl almaz soykırımı anlatmıştır. Pek az film de Çingenelerin, Polonyalıların, ve diğer slav ırkların soykırımından bahseder. Halbuki naziler sadece etnik soykırım yapmamışlardır, bir arı ırk yaratmak adına engellileri ve eşcinselleri de sistematik şekilde yok etmeye çalışmışlardır. Eşcinsellerin kaderi gaz odalarıyla da sınırlı değil, sayısız da tıbbi deneylere maruz kalmışlar. Faure filmiyle sinema tarihinin bu eksiğine katkıda bulunarak, 2. Dünya savaşında Fransa'da eşcinsel bir çiftin başına gelenleri anlatıyor. Eşcinsel düşmanlığı tüm Avrupa'da o dönemde en az Yahudili düşmanlığı kadar yaygın. Özellikle Fransız'ların nazilere bu konuda da etnik soykırım kadar içten destek vermeleri ayrı bir konu. Almanlar tarihleriyle her gün yüzleşmek zorunda kalırken diğer milletler bunu ne kadar yapıyor çok tartışmalı. Nazilere karşı savaşmış olmalarının onları sütten çıkmış ak kaşığa çevirmesi klasik bir çifte standart. Başrolde özellikle Dardenne kardeşlerin filmleriyle hafızamızda yer edinen Jérémie Renier var. Kaliteli ve iyi kotarılmış bir film.

27 Mayıs 2011 Cuma

Robert Aldrich ve What Ever Happened to Baby Jane? (1962)

Yine klasiklerden daha önce izlemediğim bir yönetmen; Robert Aldrich. Açıkçası filmi izleme sebebim koyu hayranı olduğum Bette Davis. Filmin ciddi zaafları var ama Davis yine döktürüyor. Sinemada kızmakta en zorlandığım kötü karakterleri hep Davis canlandırıyor. Bu sefer de kendisinden daha başarılı bir aktris olan kız kardeşini kıskançlıktan eve hapseden bir karakteri canlandırıyor. Kızkardeş rolünde de bir başka büyük yıldız Joan Crawford var. Bu film Crawford ve Davis için seyredilir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Jules Dassin ve Night and the City (1950)

"Rififi" (1955) ve "Topkapı" (1964) gibi ünlü filmlerin yönetmeni Julin Dassin'in filmografisine giriş "Night and the City" ile kısmet oldu. Dassin, zengin olmak, yükselmek hayallerinin peşinde koşan bir dolandırıcının hikayesini anlatırken kara film türüne bambaşka bir boyut kazandırıyor. Klasik kara film türünde genelde gizemli bir aşk hikayesi ve ağır bir tempo hakimdir, ancak bu film yüksek bir tempo içinde insanoğlunun doğasındaki hırslara, tutkulara yöneliyor. Sıradışı ve ilgiyle izlenen bir eser çıkmış ortaya.

8 Mayıs 2011 Pazar

John Madden ve Mrs Brown (1997)

John Madden, başrollerinde Gywenith Paltrow'a yer verdiği "Shakespeare in Love" (1998) ve "Proof" (2005) ile tanıdığım bir yönetmen. Daha önceki bir yazımda bahsettiğim "The Young Victoria"'yı izledikten sonra Kraliçe Victoria'nın hayatını, özellikle de büyük aşkı Albert öldükten sonrasını merak etmiştim. Bir Wikipedia incelemesinden sonra merakım daha da arttı, çünkü annesiyle tüm bağlarını koparmasına sebep olan, annesinin hizmetkar sevgilisiyken, bu sefer kendisi bir hizmetkarıyla çok yakın bir ilişki kuruyor. Büyük dedikodulara sebep olmasına rağmen aslı tam olarak bilinmeyen bu hikayenin, uzun yıllar yastan çıkamayan Victoria'nın kendine gelmesinde ve hayata tekrar bağlanmasında büyük etkisi olduğu aşikar. Judi Dench'in büyük başarıyla canlandırdığı Victoria'nın ikinci baharını merak edenler bu filmi izleyebilirler.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Elia Suleiman ve The Time That Remains (2009)

Bir önceki yazımda bahsettiğim 33 kısa filmden biri de Elia Suleiman'a aitti. Egosentrik kısa filminde Cannes'da ödül aldığını görünce bir filmini izlemeye karar verdim. Film, Filistin topraklarına İsrail devletinin kuruluşunu biraz da mizahi bir dille ele alıyor. Değişik ve özgün bir film ama beni bu topraklardan çıkan sayısız pek çok diğer film kadar etkilemedi. Filmin başındaki çocuk karakterin yetişkin dönemini Elia Suleiman kendisi canlandırıyor. Burada yönetmen bana biraz Chaplin'i ama daha yoğun olarak da Tati'yi hatırlattı. Filmde birkaç tane unutulmaz parlak an da vardı. Mesela evinin önüne çöpünü atmaya çıkan adamı yolun üzerinde duran tankın namlusuyla takip etmesi, cep telefonu çalan adamın volta atmasıyla namlunun da ısrarla takibe devam etmesi unutulmaz sahnelerden biriydi. Yer yer sıkıldım, ama birkaç sahnesi itibariyle izlemeye değebilecek bir film.

6 Mayıs 2011 Cuma

To Each His Own Cinema (2007)

33 Dünya çapında yönetmenden sinema üzerine 33 kısa film. Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Keşke kulağa geldiğinin onda biri kadar hoş olsa. Bu tür kısa film toplamaları son yıllarda çok sayıda gerçekleştirilmeye başlandı, ama özellikle bu filmde olduğu gibi çok kısa "kısa"'lar bence hayal kırıklığı yaratıyor. Ya yönetmenler hiç önemsemiyorlar ve o anda akıllarına ilk geleni film yapıveriyorlar, ya da yazar-yönetmen olmadıkları için saçmalıyorlar. Arada birkaç tane iyi örneğin de olduğu ama çoğunluğu pek bir şey ifade etmeyen bu kısa filmlerle ilgili benim için en ilgi çekici olan kısım, her başlayan "kısa"da yönetmeni tahmin etmeye çalışma oyunu oldu.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Otello ve İDOBALE

Filmlere dönmeden önce bir dans eserinden daha bahsedeyim. Esasında "Senfonik Minyatür"'e biletimiz vardı, ancak dansçı rahatsızlığı sebebiyle son anda "Otello"'ya dönüştü. Biz de umduğumuzu değil, bulduğumuzu izlemek üzere Süreyya Operası'nın yolunu tuttuk. Uğur Seyrek'in modern dans koreografisini İstanbul Devlet Opera ve Bale dansçılarından izledik. Her IDOB yazımda tekrar tekrar bahsediyorum, Süreyya Operası çok güzel bir sahne ama bir devlet operası için fazla küçük. Dansçılar iki adım atsalar sahne bitiyor. Neyseki başroller konusunda çok şanslıydık. Bence IDOBALE'deki son on yılın en iyi baletlerinden Selim Borak Otello rolündeydi. Bir balet hem uzun boylu olup hem de uzun boyuna çok iyi hakim olunca çok estetik bir dansçı çıkıyor ortaya. Eşi rolünde de İlke Kodal hatasız bir performans sergiledi. Esere gelince, yer yer dansçıların şiirsel replikleri, işaret dilinin kullanılması, Desdemona'nın öldürüldüğü finalin sahneye kurulmuş duşta gerçekleşmesi gibi ögeler bir yana koreografiyi çok yaratıcı ve sürükleyici bulmadım. Verdi'nin aryalarının arasına monte edilmiş Galasso müziğiyle olan kısım en çok hoşuma gitti, ama yer yer de gereksiz uzunluklar vardı. Yani parlak anları pek olmayan bir eserdi. Kitapçığı gösteri öncesi yeterli incelemediğimden banttan olan müziğin IDOB kaydı olduğunu düşünmüştüm, ama ilk aryalarla birlikte bu kadar üstün seslerin maalesef ülkemizden pek çıkmadığını bildiğimden, tekrar baktığımda kayıtların IDOB yanısıra yabancı orkestralar içerdiğini gördüm.
IDOB'un bir an önce AKM'ye ve eski ihtişamlı günlerine kavuşması dileğiyle...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Zeynep Tanbay ve 4 Ayak

Düzenli yazmayı başaramadığımdan o kadar fazla film birikti ki, arada izleme fırsatı bulduğum diğer sanatsal etkinliklere güncede hiç yer veremiyorum. Mesela Zeynep Tanbay'ın 26 martta izlediğim "4 Ayak" isimli koreografisini mutlaka sanal hafızama not düşmeliyim.
Geçen sene mart ayında büyülendiğim şu Zeynep Tanbay koreografisinden sonra ismini nerede görsem kalkıp gidip izlemeye kesin karar vermiştim, ama maalesef çok nadiren gösterileri gerçekleşiyor veya ben yakalayamıyorum. Aradan bir sene geçti, ve Cemal Reşit Rey'de 2006 yılında hazırladığı koreografisini gösterinin sabahı gazeteden öğrenerek izleme şansına sahip olduk. Böyle bir gösteriye aynı gün bilet bulabilmeye bir yandan çok sevinirken, diğer yandan hayret etmemek mümkün değil. İstanbul'un her tarafından binlerce sanatsal faaliyet fışkırdığına göre bunları takip eden geniş de bir kitle olmalı. Dans bu kadar mı insanların tercihinde geri kaldı diye üzülmeden edemiyorum. AKM'nin kapalı olması bence opera ve dansa çok büyük darbe vuruyor, bir nesil bu iki muhteşem sanat dalından kopuk yetişiyorlar.
"4 Ayak"'a gelirsek "Araz" için yazdıklarımı "4 Ayak" için de aynen hissettim. Zeynep Tanbay bence Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi koreografıdır, ekibi de en iyi modern dans ekibi. Bir ekip koreografiyi bu kadar mı içselleştirir, yaşayarak izletir. Bölümler insanı ve insan ilişkilerini anlatırken, bölüm aralarında çok şirin geçişler hazırlanmış. Her arada 10 dansçıdan biri hayatımızın en vazgeçilmez dört ayaklısı sandalye ile kısa bir koreografi sergiliyor, hatta bana dansçıların kendi hazırladıkları yarı doğaçlamaymış hissini verdiler. Sandalye dışında dekorun bulunmadığı sahnede sade siyah kıyafetli dansçılar bize sadece beden dilleriyle pek çok hikayecik anlattılar. Zeynep Tanbay yine bir bölümde tek başına dans etti ve Nazım Hikmet'in bir şiirini vücuduyla büyüleyici bir şekilde dillendirdi.
Bir kez daha teşekkürler Zeynep Tanbay...

24 Nisan 2011 Pazar

Sylvain Chomet ve L'illusionniste (2010)

Jacques Tati'nin filmografisiyle ilgili ciddi bir eksiğim var. En çok bilinen filmlerinden "Mon Oncle" dışındakileri henüz izleme fırsatım olmadı. Ama Tati sizi bir filmle dahi fethedecebilecek tılsıma sahip bir yönetmen. Eğer daha önce Tati izleyemediyseniz de, senaryosunu Tati'nin yazdığı ama filme çekmeye fırsat bulamadığı "L'illusionniste", Chomet ("The Triplets of Belleville" (2003) severler yönetmeni hatırlayacaklar) tarafından büyük sevgiyle ve Tati sinemasının ruhuna sadık kalınarak kotarılmış. Tati'nin anlattığı hikayede, eskiden kitleleri etkileyen sanatkarların günümüz modern Dünyasında unutulmaya yüz tutmaları konu ediliyor. Özellikle "Mon Oncle"'da da, modernleşme kavramı hakkında insanların nasıl yanlış bir algıya sahip olabildiklerine dikkat çekiliyordu. Filmin merkezinde filme adını da veren bir illüzyonist var. Bu film animasyon olmasaydı ve Tati hayatta olsaydı, bu rolü kesin kendisi canlandırırdı. Tatiesk amcamız, Rock müziğin fethettiği sahnelerde insanlara tavşanlı illüzyonlarını sergilemeye çalışıyor, ancak artık değişmiş Dünya'da kendine fazla yer kalmadığını fark ediyor. Onun yanısıra pek çok farklı kaybolan mesleğe de tanıklık ediyoruz.
Bu Tati ve duygu yüklü melankolik animasyonu herkese tavsiye ederim.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Aaron Schneider ve Get Low (2009)

İlk uzun metrajlı filmi olduğu için yönetmeni tanımıyorum ama Sissy Spacek ve Bill Murry filmi izlemem için yeterli referanslardı. Eğer yönetmenini bilmesem kesin Coen kardeşlerin filmi diye düşünürdüm, bana o kadar Coen'lerin son yıllarda yaptıkları filmleri hatırlattı. Bu filmleri tek cümleyle özetlersem, kaliteli ama hatırda kalmayacak, pek bir şey söylemeyen filmler. Özellikle Coen'lerin son filmi "True Grit"'le bu filmi arka arkaya izlerseniz, filmlerin aynı yönetmenden çıkmamış olmasına şaşırabilirsiniz. Hikaye, aksiliğiyle ve herkesten izole yaşamasıyla bir köy efsanesi haline gelmiş yaşlı bir adamın ölmeden önce kendi cenazesini düzenlemeye karar vermesiyle gelişen olayları anlatıyor. Yer yer sıkılmanın kıyılarından döndüğüm, bir ay sonra sorsanız konusunu hatırlamakta zorlanacağım, çok da ilgimi çekmemiş bir film.

22 Nisan 2011 Cuma

Andrei Zvyagintsev ve The Banishment (2007)

Zvyagintsev ilk filmi "The Return" (2003) bence sinema tarihinin en iyi "ilk" filmlerindendir. Sadece "ilk" olarak da değil, bence sinema tarihinin en iyi filmlerinden biridir. Venedik'te Altın Aslan ödülünü de hak ederek aldı. Sinemasının görselliği ile ilgili eminim Tarkovski benzetmesi sık sık yapılıyordur, çünkü bu gözden kaçamayacak kadar ortada. Ellerinde acaba Rus yapımı başka hiçbir sinemacıda olmayan bir kamera mı vardır diye düşünüyor insan, çünkü öylesine özgün ve benzersizler. İçeriğe gelince en azından benim açımdan iki yönetmen çok farklılar, Tarkovski'nin yoğun sembolizm ve felsefe yüklü filmlerinin içine giremiyorum, kendimi ne kadar zorlasam da dikkatim 2 yaşında bir çocuğunki gibi dağılıyor ama Zvyagintsev'in filmleri beni adeta içine çekiyor, hipnotize ediyor.
"The Return"'ün gölgesinde yeni bir film çekmek kolay bir iş değildi ama  Zvyagintsev bunun altından başarıyla kalkmış. İki fim arasında büyük benzerlikler var, sessizliğin, söylenemeyenlerin yarattığı gerilim iki filme de hakim. "The Banishment"'i okumak biraz daha zor, film biraz daha karanlık, daha melankolik, daha belirsiz. Filmin başında ailenin çıktığı yolculuk ve yerleştikleri ev de bana Doktor Şivago'nun inzivaya çekildiği ıssız evi hatırlattı.
Zvyagintsev'ın sinemasıyla tanışmayı arzu edenlere mutlaka önce "The Return"'ü izlemelerini tavsiye ederim. Eğer beğenirlerse bu ikinci film de gönül rahatlığıyla izlenebilir.

21 Nisan 2011 Perşembe

Cannes 2011

Cannes'ın açıklanan programını görünce resmen heyecandan titredim, en sevdiğim yönetmenler bir araya gelmiş. Şu anda lambadan bir cin çıksa 3 dileğimden biri kesinlikle Cannes'a ışınlanıp, tüm bu filmleri arka arkaya izlemek olurdu. O kadar tazeler ki bazıları daha IMDB kayıtlarına bile girmemiş. Cannes beni sadece bu yıl değil, her yıl en çok heyecanlandıran festival. Son 30 yılda ödül almış tüm filmlerini bayılarak izlemiş olmanın yanısıra, her sene özellikle yarışma programındaki filmleri görmeyi kendime bir görev edindim.

Deseler ki, seni beş filme (yönetmene) götürücez, gözüm kapalı hemen seçeyim; Nuri Bilge Ceylan, Dardenne Kardeşler, Nanni Moretti, Lars von Trier, Andreas Dresen

Dayanamıycam beş de joker hakkı kullanayım; Pedro Almodóvar, Aki Kaurismäki, Kim Ki-duk, Nadine Labaki, Gus Van Sant

bu liste böyle beşer beşer uzar gider...


YARIŞMA

The Skin I Live In  - Pedro Almodóvar
House of Tolerance  - Bertrand Bonello
Pater - Alain Cavalier
Footnote - Joseph Cedar
Once Upon a Time in Anatolia - Nuri Bilge Ceylan
The Kid with a Bike - Dardenne brothers
Le Havre      Aki Kaurismäki
Hanezu No Tsuki - Naomi Kawase
Sleeping Beauty - Julia Leigh
Polisse - Maïwenn
The Tree of Life - Terrence Malick
The Source - Radu Mihăileanu
Hara-Kiri: Death of a Samurai - Takashi Miike
We Have a Pope - Nanni Moretti
We Need to Talk About Kevin - Lynne Ramsay
Michael - Markus Schleinzer
This Must Be the Place - Paolo Sorrentino
Melancholia - Lars von Trier
Drive - Nicolas Winding Refn
        
UN CERTAIN REGARD
The Hunter - Bakur Bakuradze
Halt auf freier Strecke - Andreas Dresen
Hors Satan - Bruno Dumont
Martha Marcy May Marlene - Sean Durkin
The Snows of Kilimanjaro - Robert Guédiguian
Skoonheid - Oliver Hermanus
The Day He Arrives - Hong Sang-soo
Bonsái - Cristián Jiménez
Tatsumi - Eric Khoo
Arirang - Kim Ki-duk
Where Do We Go Now? - Nadine Labaki
Loverboy - Cătălin Mitulescu
The Yellow Sea - Na Hong-jin
Miss Bala - Gerardo Naranjo
Hard Labor - Juliana Rojas and Marco Dutra
Restless - Gus Van Sant
The Minister - Pierre Schoeller
Toomelah - Ivan Sen
Oslo, August 31st - Joachim Trier
        
YARIŞMA DIŞI
Midnight in Paris - Woody Allen
The Conquest - Xavier Durringer
The Beaver - Jodie Foster
The Artist - Michel Hazanavicius
Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides - Rob Marshall

18 Nisan 2011 Pazartesi

Pierre Coffin & Chris Renaud ve Despicable Me (2010)

2010'un "Toy Story 3" ile birlikte en ses getiren animasyonuydu "Despicable Me" ama benim açımdan "Toy Story 3"'ün içerik olarak yanına dahi yaklaşamıyordu. Teknik olarak zaten büyük stüdyolar olayı bitirdiler, ama göz boyayan animasyonların içini doldurabilmek de önemli. "Despicable Me"'nin posterinde "Superbad, Superdad"olarak çok başarılı şekilde özetlenmiş olan konusu, uygulamada bana çok zorlayıcı ve inandırıcılıktan uzak geldi. Filmin sonu başından çok belliydi, kötü karakterin ille "rus aksanlı" olmasından, küçük çocuk sempatikliği sömürüsüne kadar pek çok nokta filmin hanesine eksi olarak düşülebilir. Benim açımdan filmin tek ilgi çekici yanı küçük sarı yaratıklar, "minyon"'lardı. Büyük stüdyoların tüm paralarını ve emeklerini bu kadar klişe hikayelerde harcamaları gerçekten de üzücü, halbuki ellerindeki malzemeyle ne kadar özgün filmler ortaya çıkarabilirler. Birazcık Miyazaki izlemelerini öğütleyelim.

17 Nisan 2011 Pazar

Eat Pray Love (2010) ve Ryan Murphy

Ne sıkılıp yarıda bıraktığım kitabı ne de hakkında yapılan kötü yorumlar filmi izlememi engellemedi, çünkü itiraf ediyorum, Julia Roberts'a bir zaafım var. Bazen filmlerdeki karakterlere "aşık" olunabilir, benim başıma bu iki kez geldi. İlk olarak "Dirty Dancing"'de Jennifer Grey'e tutulmuştum, sonra da "Pretty Woman"'da Julia Roberts'a.
Gelelim filme, çok sevdiğim bir kitap filme çekilince genelde hayal kırıklığına uğrarım, bu sefer tersi oldu; film kitapla kıyaslayınca daha iyi. Kitaptaki karakter bana geyik ve antipatik gelmişti, pek çok da gereksiz kısım vardı. Filmde ise Roberts'a antipati duymam zaten zordu, filmin formatı dolayısıyla zaten kitaptan pek çok gereksiz detay da dışarıda kaldı. Mantık hataları yok muydu, hayır bir dolu vardı, film kaliteli miydi, kesinlikle hayır, ama beklediğim kadar da kötü değildi, bu da bir nevi züğürt tesellisi olsa gerek. Yönetmen hakkında da bir fikrim yok, böyle filmler çeker ve Julia Roberts'a rol de vermezse yollarımız muhtemelen bir daha kesişmeyecek.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Carancho ve Pablo Trapero

Trapero'nun daha önce "El Bonaerense"'sini (2002) İstanbul Film Festivalinde izlemiştim, Arjantin Polis teşkilatındaki yolsuzluklara odaklanmıştı. Son filmi "Carancho" (2010) da kamerasını yine yolsuzluklara çeviriyor. Bu sefer fakir insanlara sigortadan para almaları için kaza organize eden bir çete söz konusu. Hemen her Arjantin filmi bana üzücü şekilde ülkemizi hatırlatıyor. Bu haftalarda gazeteler, sigortadan para koparmak için yeni doğan bebekleri problemli gösteren hastane haberleriyle dolu.
Yine her Arjantin filminde olduğu gibi başrolde Ricardo Darín var, bununla ilgili sanırım Arjantin'de bir kanun olsa gerek ;) Film konusu ve karanlık atmosferiyle insanın içini bir hayli darıyor ama esas sıkıntı karakter ve olay gelişiminde bence. Özellikle de başroldeki ikili arasındaki ilişki beni hiç ikna etmedi. Böyle olunca da film ilerledikçe beni kaybetti. Vasat bir film olmuş. 

15 Nisan 2011 Cuma

Catch Me If You Can ve Steven Spielberg

Bu güncede sık sık nükseden Hollywood alerjim eminim gözlerden kaçmamıştır. Durum böyle olunca, Hollywood'un en simge yönetmenlerinden Spielberg hakkında söyleyeceklerim bir çelişki yaratacak mı acaba. Bunun cevabı ne evet, ne de hayır. Çünkü Spielberg'ün her filmini sevmediğim gibi, her filminden de nefret etmiyorum. Bugüne kadar izlediklerimi şu kategoriler altında toplayabilirim;
Çocukken izleyip, bugün izlesem haklarında ne düşünürüm bilemediklerim;
1975 - Jaws
1982 - E.T. the Extra-Terrestrial (özellikle bunu muhtemelen beğenirim, o zamanlar para kapanı olanı çıkartmalarını dahi toplamıştım)
1984 - Indiana Jones and the Temple of Doom
1989 - Indiana Jones and the Last Crusade
Gerçekten çok çok kötü filmleri (adeta Hollywood klişe yumaklarıdır);
1997 - Amistad
2001 - Artificial Intelligence: AI
2002 - Minority Report
Hiç ilgimi çekmeyen filmi;
1998 - Saving Private Ryan
Beğendiğim filmleri;
1993 - Schindler's List (Çok kaliteli bir film olmasının yanısıra, 2. Dünya savaşı'nda yapılan katliamdan büyük oranda bihaber olan günümüz neslini, tarihin bu en karanlık sayfasıyla tanıştırma misyonuna sahiptir)
2005 - Munich
Pek çok filmini de Spielberg yapımı diye izlemedim, ama yeni izlediğim 2002 yapımı "Catch me if You Can"'i de rahatlıkla sevdiğim filmleri arasına katabilirim. Film, hala gerçek olduğuna inanmakta çok zorlandığım bir dolandırıcının hikayesini anlatıyor. Leonardo Di Caprio'nun çok başarıyla canlandırdığı karakter, henüz ergenlik çağında ve başarısız bir dolandırıcı olan babasını model alarak işi en uç noktaya götürüyor. Amiyane tabirle yemediği halt kalmıyor, peşinde de Tom Hanks'in canlandırdığı FBI ajanı var. Film baştan sona sürüklüyor ve de eğlendiriyor.
Benim bakış açımdan, Spielberg'in en iyi filmleri ile en kötü filmleri arasında o kadar büyük bir uçurum var ki, kendisini en bi şizofren yönetmen olarak tanımlamak istiyorum.

14 Nisan 2011 Perşembe

Wonder Boys (2000) ve Curtis Hanson

Dikkat ettim de ne zamandır güzel filmlerden bahsediyorum, kötü filmlere biraz haksızlık oluyor galiba. Bunun asıl sebebi, mart ayında izlediğim filmlerin büyük kısmına henüz yazı yazamamış olmamda, ve kötü filmleri yazmak için bir türlü elimin klavyeye gitmemesinde. Esasında kötü filmlerden uzak durmak için çaba da sarf ediyorum, her kötü filmi de yazmıyorum, ama iyi başlayıp, devamında katledilen filmlere karşı henüz bir savunma mekanizması geliştiremedim.
İşte "Wonder Boys" böyle bir film. Michael Douglas deyince aklıma hemen klişe Hollywood karakterleri geliyor, ama bu filmde canlandırdığı profesör rolüyle beni çok şaşırttı. Film de bağımsız sinema çizgisinde ilerleyen, iddiasız ama özgün bir yapım gibi başladı. "gibi" diyorum, çünkü altına girdiği yükün altından hiç bir şekilde kalkamadı, dümdüz oldu. Gerçekten çok iyi başlayan bir film, bu kadar mı berbat geliştirilir. Hem de filmde kimler yok ki; Frances McDormand, Tobey Maguire, Robert Downey Jr., Katie Holmes. Yönetmen Hanson'ı ise Meryl Streep severler 1994 yapımı "The River Wild"'dan ve diğer herkes yine bir starlar geçidi olan ancak çok da başarılı olan "L.A. Confidential"'dan (1997) hatırlayacaklar. O kadar güzel bir filmden sonra gidip "Wonder Boys"'u çekmeye atalarımız güzel bir deyiş bulmuşlar; bir çuval inciri berbat etmek.