18 Nisan 2012 Çarşamba

Doug Liman ve Fair Game (2010)

Sinema veri bankam, Liman'ın önceki filmlerinden "Swingers"'ı (1996) izlemiş olduğumu söylüyor ama ben bu filmi hiç hatırlamıyorum. Daha sonraki filmleri "The Bourne Identity" (2002) ve "Mr. & Mrs. Smith" (2005) ise geniş kitlelerin takip etmiş oldukları anaakım aksiyon filmleri idi.
Liman, "Fair Game" ile benim nezdimde geçmiş tüm filmlerinin izlerinden kurtularak yeni bir sayfa açıyor. Aksiyon ve sürükleyicilik konusundaki tecrübesini, çok önemli bir gerçek hikayeyi anlatırken kullanıyor. Valerie Plame isimli eski CIA ajanı, Irak'a ABD'nin yapmış olduğu harekatın nasıl yalan raporlarla gerçekleştiğini ve Irak'ın kitle imha silahları geliştirmekten ne kadar uzak bir noktada olduğunu bizzat yerinde inceleyerek raporlamış. Tabii bu eylemi cezasız kalmamış ve medyanın da büyük katkısıyla korkunç bir itibarsızlaştırma kampanyasının ortasında bulmuş kendini. Başrollerdeki Naomi Watts ve uslanmaz muhalif Sean Penn'in elinde hikaye iyicene güçlü bir hale geliyor. Nefesimi tutarak ve sinirden çıldırarak izledim. Bush'un ve ekibinin alenen işlemiş oldukları büyük savaş suçunun cezasız kalmayacağı bir Dünya'da yaşamayı hayal ediyorum.

17 Nisan 2012 Salı

Zhnag Yimou ve A Woman, a Gun and a Noodle Shop (2009)

Uzakdoğu yönetmenleri arasında benim için çok özel bir yere sahip olan Yimou'nun son filmlerinde yaşadığım hayal kırıklıklarından şu yazıda bahsetmiştim. Son filminde bu hayal kırıklığı artık hayal hüsranına dönüştü. Bu filmin, sadece Çinlilerin anlayabileceği eski abzürt Çin filmlerine bir saygı duruşu olduğunu ümit ediyorum. Hani bir yabancı bizim "Hababam Sınıfı"'nı izlese, bu filmle olan duygusal bağımızı anlayamayacağı gibi. Veya yönetmenin kafası bozulmuş, bir şeylerle dalgasını geçiyor. Yimou'nun yönetsel dehası, tam bir renk ziyafeti olan bu filmde de göz ardı edilemez ama "Raise the Red Lantern" ve "The Story of Qiu Ju" gibi birer başyapıt olan filmlerin yaratıcısı, bu tür bir karikatürize klişeler yumağını hangi gerekçelerle olursa olsun yönetmeye tenezzül etmemeliydi.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Başarılı bir "Pride and Prejudice" (2005) uyarlaması ve sıradan/ klişelere bulanmış bir "Atonement" (2005) çekmiş olan Joe Wright, bu sefer bir aksiyon filmi çekmiş, ama belli ki geçiş daha yumuşak olsun, bildiğimiz kuru aksiyon filmlerinden olmasın diye biraz filme derinlik vermeye, karakter gelişimine özen göstermeye çalışmış. Ama sadece çalışmış, eğer başarmış olsaydı çok iyi bir film de çıkabilirdi ortaya. Eski ajan babası tarafından küçük yaşından itibaren bir ormanda, ölüm makinesi olarak yetiştirilen kahramanımız Hanna, 16 yaşına geldiğinde bir düğmeye basarak kendisinin ve babasının peşinde olan gizli güçlere, bulundukları yerin koordinatlarını gönderiyor ve bir intikam savaşı başlıyor. Daimi kaçışı esnasında Hanna diğer "normal" insanlarla iletişim içerisinde, ve filme arzu edilen derinliğini vermesi gereken ve onun ölümcül kimliğinin yanısıra ergenlikten geçen bir genç kız olduğunu vurgulaması istenen bu yan hikayecikler filmin gövdesinde sadece eğreti duruyorlar, ritmi bozuyorlar. Filmin biraz ayakta durmasını sağlayan tek öge Hanna'yı gerçekten inandırıcı bir şekilde canlandıran ve olması gerektiği gibi sıradışı bir karizmaya sahip olan Saoirse Ronan. Ona aynı karizmayla karşılık verebilecek potansiyele sahip Cate Blanchett ise zayıf senaryonun elinde karikatürize bir figüre dönüşüyor.
Sonuç yine heba edilmiş, iyi potansiyele sahip bir malzeme ve oyuncular. 

15 Nisan 2012 Pazar

François Ozon ve Le Refuge (2009)

Sevdiğim yönetmenlerden Ozon daha önce bu günceye şu yazıda not düşülmüştü. "Le refuge"'de bağımlı genç bir çiftin birlikte aldıkları son parti eroin sonucu aralarına ölüm girer, varlıklı bir aileden olan erkek hayata gözlerini yumarken, hamile olduğunu öğrenen kız Paris'ten ayrılarak Fransa'nın güneyindeki yazlığa gider. Filmin olaylı başlangıcı kendini dingin bir "sığınma" hikayesine bırakır. Fena bir film olmamakla birlikte Ozon'un eserleri arasındaki en zayıf halka olarak niteleyebilirim, izlense de olur, izlenmese de.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Rachid Bouchareb ve Hors La Loi (2010)

Fransa'nın Cezayir'de yaptığı katliamlardan kaçanlar, Fransa'nın fabrika-şehirlerinin gettolarında örgütlenerek terörle Cezayir'in bağımsızlığı için mücadele veriyorlar. Yani, Fransa'nın sömürgesinden şiddet kullanma suretiyle ithal ederek, sanayisinde ucuz işgücü olarak sömürdüğü insanların ülkeyi içeriden vurmaları çok ibret verici bir hikaye, ama yönetmen maalesef bu çok güçlü malzemeyi fazlaca kötü kullanıyor, bir başyapıt çıkacak tarihi gerçeklerden, hiçbir inandırıcılığı olmayan, her yanından aksayan bir film kotarmayı başarıyor. Benzer temalı "West Beyrouth" (1997) gibi muhteşem bir başyapıtın yapımcılığını yapmış olan Rachid Bouchareb, keşke bu filmde de yönetmenlik koltuğunu Ziad Doueiri'ye bıraksaymış.

13 Nisan 2012 Cuma

Erik Van Looy ve Loft (2008)

İlk dakikalarından düğümünü çözemediğim polisiye filmleri seviyorum. "Loft" 5 arkadaşın, kaçamak ilişkilerini gözden ırak yaşamak için ortaklaşa kullandıkları bir mekan. Bir gün bu mekanda bir kadın cesediyle karşılaştıklarında, cinayeti hangisinin işlemiş olabileceği sorusu 5 arkadaşın arasında büyük bir gerginliğe sebebiyet veriyor. Çoğu polisiye hikayenin başından itibaren takındığım, tabii ki katil şu tavrımda beni başarıyla yanıltmasına ve başarıyla çizilmiş karanlık atmosferine rağmen aşırı maço tavrı filme zarar veriyor, kırılacak bolca etik puan var. Yine de sürükleyicilik konusunda hakkını teslim etmek gerek.

12 Nisan 2012 Perşembe

Majid Majidi ve The Song of Sparrows (2008)

Majidi'nin çok beğendiğim "Children of Heaven"'ından (1997) bahsederken, ilk fırsatta diğer filmlerini de izlemek istediğimden bahsetmiştim. İkinci bir filmini izlemek yeni kısmet oldu. İzlediğim ilk filmi kadar etkilendim, zaten iki film arasında da başta başrol oyuncusu olmak üzere büyük benzerlikler var. Taşrada bir devekuşu çiftliğinde çalışan aile babası, bir devekuşunun çiftlikten kaçması üzerine işsiz kalıyor ve geçimini hergün Tahran'a giderek motorsikletiyle taksicilik yaparak sağlamaya çalışıyor. Diğer yandan küçük oğlu köyden yakın arkadaşlarıyla bir balık çiftliği kurmak için iç burkan bir mücadele içerisine giriyor. Bizim Kemal Sunal filmlerinden sıkça izlediğimiz saf köylünün büyük şehire gelmesi ve onurunu koruma mücadelesi en sade haliyle ve çok güçlü bir sinema diliyle resmediliyor.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Jeff Nichols ve Take Shelter (2011)

"Take Shelter" gibi yoruma açık filmleri seviyorum. Konu kısaca, bir aile babasının sürekli gördüğü korkunç bir fırtına/tornado karabasanı sebebiyle evinin bahçesine gömülü bir barınak inşa etmek istemesi üzerine. Düz bir okumayla, babanın zihinsel bir rahatsızlık mı geçiriyor olduğuyla, yoksa ailesini koruma adına haklı bir mücadeleye mi giriştiği arasında gidilip gelinebilecekken, izleyici kendini fazla yormadan çok farklı yorumlara da girişebilir. Fırtına, günümüz hayatının zorluklarında gelecek korkusu olabilecekken, diğer yandan babanın ısrarla bastırmaya çalıştığı gizli bir yönünü veya bir olayı da simgeliyor olabilir. Onu arkadaşlarından, köpeğinden, sevdiği eşinden uzaklaştıran halüsinasyonlar pek çok farklı şekilde yorumlanabilir. Tüm bu olasılıkların hiçbir zorlamaya girişmeden müthiş bir görsellikle birlikte sunulması, filmi çok güçlü kılıyor. Başroldeki Michael Shannon da bu zor rolün altından başarıyla kalkıyor, eşi rolündeki Jessica Chastain ise son dönemde en beğendiğim oyuncu.

10 Nisan 2012 Salı

Miranda July ve The Future (2011)

Miranda July'nin yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu yaptığı ilk uzun metrajlı filmi "Me and You and Everyone We Know" (2005) çok sevimli ve özgün bir aşk hikayesiydi. Aradan geçen altı yılda kafasını belli ki o aşk sonrası ilişkinin gelişimine takmış. Son filmi "The Future"'da ilişkilerin geçebildiği süreçleri son derece sembolik bir dilde önce kalemine sonra da kamerasına yansıtmış. Bu ağır ve felsefi bir sembolizm değil, çok rahat anlaşılır ve mizah dolu bir sembolizm, ancak filmin temposunun çok düşük olduğunu belirtmek gerek. Eğer bu esprili metaforlara prim vermeden düz bir aşk/ilişki hikayesi beklenirse film çok sıkıcı bir hale gelebilir. Çiftin oldukça otistik ve robotik algılanabilinecek oyunculukları, büyük ihtimalle filmin ısrarla vurgulamak istediği alt metinleri güçlendirmek adınaydı, ama bu da seyri bir hayli güçleştiriyor. Bence çok çok iyi düşünülmüş hikaye filme çok daha iyi dökülebilirdi, filmin kimyası kusursuz değil, ama sadece özgünlüğü dahi filmi ilgiyle izlettiriyor.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Jonathan Levine ve 50/50 (2011)

Genç yaşta kanser, arkadaşlık anahtar kelimeleriyle "Restless"'dan "50/50"'ye geçebiliriz. Genç yönetmen Levine'dan daha önce izlemiş olduğum "The Wackness" (2008) pek hatırda kalmayan ama türünün (ergenlikten geçme) iyi örneklerinden biriydi.
Son filmi "50/50"'de 27 yaşında kansere yakalanan bir gencin hayatına giren bu olguyla baş etmesi, çevresindeki insanların ve ailesinin tepkilerinin sorunun bir diğer boyutunu oluşturması filmde çok gerçekçi bir dille anlatılıyor. Filmde hiçbir şekilde konu sömürülmezken hatta belki, genç yaş insanlar arasında hızla yayılmakta olan kanser kavramının sahip olduğu öcü imajını biraz yumuşatma adına, karakterimiz olaylar karşısında biraz fazlaca soğukkanlı kalmayı başarıyor. Joseph Gordon-Levitt'in başarıyla canlandırdığı hastamız bana "(500) Days of Summer"'daki karakteri anımsattı, sanki onun devamı gibi geldi.
Sonuç; kanser konusunu, ciddiyetini küçümsemeden ama mizahı da unutmadan ele alan sade bir film.

8 Nisan 2012 Pazar

Gus Van Sant ve Restless (2001)

Söz sözü açınca bu günceye düzenli yazı yazmak daha kolay oluyor. Bu sefer de söz, son zamanlarda en beğendiğim oyuncu Mia Wasikowska'dan açılmışken, onun başrolü paylaştağı diğer bir film olan "Restless"'dan bahsedeyim. Gerçi "Restless" deyince Wasikowska'dan önce yönetmen Gus van Sant'tan bahsetmek gerekir. Bugüne kadar izlemiş olduğum filmleri kronolojik sırayla;


Milk 2008
Paranoid Park  2007
Last Days 2005
Elephant 2003
Gerry 2002
Good Will Hunting 1997
My Own Private Idaho 1991
Drugstore Cowboy 1989

En bilinen filmi "Good will Hunting" benim en beğenmediğim, hatta bir hayli kötü bulduğum bir anaakım filmdir. Diğer filmleri ise hep belli bir kalitenin üzerinde bağımsızlardır. Özellikle de "Elephant"ı çok etkileyici bulurum.
Son filmi "Restless"'ın meselesi ölüm ve yönetmen bu konuyu biri kanser iki gencin gözünden enlemesine mercek altına yatırıyor. Dennis Hopper'ın oğlu Henry Hopper kırılgan, melankolik, ölümle kafayı bozmuş oğlan rolünde başarılı ve Wasikowska ile uyumlu. Wasikowska ise "In Treatment"'da sinyallerini verdiği Meryl Streep varisliği konusunda, konumunu oynadığı her filmde sağlamlaştırıyor.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Cary Fukunaga ve Jane Eyre (2011)

Söz Fukunaga'dan açılmışken "Sin Nombre"'den çok daha fazla beğendiğim yeni filminden bahsetmek isterim. Charlotte Bronte'nin klasiği "Jane Eyre"i daha önce 1996 yapımı Franco Zeffirelli yönetmenliğinde Charlotte Gainsbourg ve William Hurt'ten izlemiştik.  Hatırımda kaldığı kadarıyla o da iyi bir filmdi ama Fukunaga'nın versiyonunda Mia Wasikowka ve Michael Fassbinder diğer ikiliden çok daha etkileyici ve inandırıcı bir oyun ortaya koyuyorlar, havadaki gerilim çok daha yüksek. Konu oldukça klasik; iyi bir aileden gelen ama yetim kalmış bir genç kızın, zor şartlarda yetişerek, zengin bir şatoda mürebbiye olması. Araştırmadım ama çok sevdiğim "The Sound of Music" (1965) müzikali de büyük bir ihtimalle bu kitaptan esinlenmiştir.

6 Nisan 2012 Cuma

Cary Fukunaga ve Sin Nombre (2009)

Fukunaga, sinemada oldukça sık işlenmiş olan, fakir insanların daha zengin ülkelere kaçak yollardan göçmesi konsunu, üzerine yeni pek fazla bir şey eklemeden işliyor. Filmin adeta belgesele yaklaşan hamlıkta olması onu otantik kılıyor ama zayıf oyunculuklar, klişe diyaloglar ve oldukça dağınık duran hikaye bana fazla hitap etmedi. Fukunaga, bu filminde iyi bir yönetmen olacağının ama çektiği hikayeleri kendi yazmaz ise daha başarılı olabileceğinin sinyallerini veriyor.

5 Nisan 2012 Perşembe

Van Gogh Alive

Bir kaç aydır devam eden Van Gogh sergisi benim için büyüleyici bir deneyim oldu. Loş bir koridordan geçerek Antrepo 3'ün geniş salonuna girildiğinde, gözler karanlığa alışana kadar insan kendini bir rüya sekansında gibi hissediyor. Gözler kendini bu yeni ışık diyarına uyarlayınca da müthiş bir renk ziyafeti başlıyor. Yüksek çözünürlüklü projektörlerle Van Gogh'un çok sayıda eseri farklı duvarlara yansıtılıyor. Bence burada bütün bu deneyimi en üst seviyeye taşıyan da yapılmış olan koreografi ve müzik. Adeta Van Gogh'un resimlerinden uyarlanmış bir film izliyoruz ve müthiş yapılmış müzik seçimleri de (Vivaldi Dört Mevsim, Erik Satie...) izlediğimiz filmin verdiği duyguları, ruh hallerini mükemmel bir şekilde tamamlıyor. Yanımda götürdüğüm 3,5 yaşındaki oğlumla birlikte yere oturduk ve uzun bir süre görüntüleri izledik. Yaşına göre beklediğimden çok daha uzun bir süre dikkati dağılmadı, ama tabii bir noktadan sonra hareketlenip koşturmaya başladı. Bana kalsaydı muhtemelen daha oldukça uzun bir süre kendimi görüntülerin büyüleyici etkisine bırakırdım.
Resim sanatını daha geniş izleyicilerle buluşturmak için etkileyici ve eğitici bir konsept. Hiçbir zaman orijinal eserlerin yerini tutamaz, ancak orijinal eserlerin de ülkemizde sergilenmesi oldukça nadiren sahip olabildiğimiz bir fırsat. Keşke Antrepo 3 artık bu şekilde bir müze olarak işlev görse ve belli zaman aralıklarında, farklı ressamların eserlerini bu şekilde izleme şansına sahip olabilsek. Bu serginin gördüğü ilgiye bakılırsa (önünde uzun kuyruklar oluştu) ticari başarı kazanması da büyük bir olasılık. Veya kültür bakanlığının sponsorluğunda sabahtan akşama okul gezileriyle öğrencilerle dolup taşan ücretsiz bir mekan olsa ne kadar daha yaratıcı ve sanata yakın bir nesil yetiştirebiliriz.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Genco Erkal ve Can

Genco Erkal yine müthiş bir uyarlama yapmış ve Can Yücel'in şiirlerini tek kişilik bir tiyatro oyununa dönüştürmüş. Yücel'in dizelerinden onun hayatını ve hayata bakışını dinledik. Ortaköy Afife Jale'de sahnelenen eseri yöneten ve oynayan Kemal Kocatürk'ün oyunculuğu çok güçlüydü, ancak öfke dozajı bana bir nebze yüksek geldi. Yücel'in muzipliği, hayatla dalga geçer halleri o öfkenin biraz gölgesinde kaldı. Bazen daha azı daha fazladır (less is more demeye çalıştım).
Beni oyunda Yücel'in dizeleri kadar etkileyen bir diğer öge de arka fona yansıtılan Mehmet Güleryüz desenleri oldu, boş bir sayfa üzerine desenin çizimi anime edilmişti, yer yer dizeleri dinlemeyi unutarak çizime dalıp gittim.

14 Mart 2012 Çarşamba

Tom DiCillo ve The Doors When You're Strange (2009)

Tom Dicillo'dan şu ve şu yazılarda bahsederek, az sayıda çektiği filmlerini çok beğendiğimi not etmiştim. Filmografisinde görüp izlediğim The Doors belgeselini de çok başarılı buldum. Hatta bence Oliver Stone'un "The Doors"'undan çok daha etkileyiciydi. Her ne kadar Val Kilmer çok iyi bir Jim Morrison portresi çizdiyse de orijinali kadar kimse iyi olamaz, işte belgeselin gücü de buradan geliyor. Gerçek kişiler, gerçek konser görüntüleri, DiCillo'nun kamerası ve Johny Depp'in anlatımıyla buluşunca ortaya filminden de daha sürükleyici bir eser çıkıyor. Müzikleriyle kısa sürede ortalığı kasıp kavuran, çılgınlığın sınırında dolaşan solistiyle manşetlerden inmeyen bu efsane grubu, olduğu şekline en yakın ve en yalın haliyle tanımak istiyorsanız bu belgeseli kaçırmayın.
Bu arada bu belgeselin 1986'dan beri yayınlanmakta olan, Amerikalı ünlülerin biyografilerinin verildiği "American Masters" dizisi kapsamında yayınlandığını okudum. Bu aralar 25. sezonu yayınlanıyormuş, yani karıştırılması, incelenmesi, izlenmesi gereken 25 sezonluk dev bir belgesel arşivi, belgefiller görev başına.

13 Mart 2012 Salı

James Marsh ve Project Nim (2011)

James Marsh deyince aklıma hemen muhteşem belgeseli "Man on Wire" (2008) geliyor. 1974 yılında New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin iki binasının çatıları arasına yasadışı bir şekilde gerdiği ip üzerinde yürüyerek bir binadan diğerine geçen çılgın ip canbazı Philippe Petit'nin hikayesini anlatmıştı.
Marsh yine 70'li yıllara dönerek "Project Nim" ile çok çarpıcı diğer bir hikaye anlatıyor. Nim, bir deney için doğar doğmaz annesinden koparılarak insanların arasında büyütülmeye başlanan bir şempanzenin adı. Amaç yeryüzünde insan dışında bir canlının dil öğrenip öğrenemeyeceğini araştırmak ve Nim'e işaret dili öğretilmeye çalışılıyor. Ancak Nim doğası gereği daha henüz bebeklikten çocukluğa geçerken dahi zaptedilemez, öngörülemez ve kontrol edilemez bir hale gelince bu sevimli şempanze için ciddi bir dram başlıyor, sonra da bir trajediye dönüşüyor. Bu belgeseli izlerken çok sinirlenecek, çok üzülecek, hatta projenin başındaki profesörü gırtlaklamak isteyeceksiniz, ama bu size sakın engel olmasın, bu belgeseli kaçırmayın, nefesinizi tutarak izleyeceksiniz.

12 Mart 2012 Pazartesi

Asif Kapadia ve Senna (2010)

Formula 1'e kendimi 1997 senesinde kaptırmıştım, 15 yıldır yarış kaçırmamaya özen gösteriyorum. 1997'den 3 sene evvel pistte geçirdiği kazada hayatını kaybeden Ayrton Senna ismini, formula 1 takip etmeyenler dahi duymuştur. Ben de ismini ve başarılarını bilmekle birlikte o dönem hakkında fazla bilgi sahibi değildim. Bir belgesel olduğunu unuttururarak adeta sürükleyici bir aksiyon filmine dönüşen "Senna", bu efsane pilotu ve onu ölüme götüren kariyerini, Alain Prost ile giriştiği ölümcül rekabeti kusursuz bir şekilde gözler önüne seriyor. Bir formulasever olarak konuya tarafsız yaklaşmam mümkün değil, ama öyle sanıyorum ki, hayatlarında tek bir formula yarışı seyretmemişler dahi filme kilitlenecekler.
Eğer bu kalitede belgeseller çoğalırsa, çoğunluğun kafasındaki "belgesel" kavramı yıkılarak, çok farklı bir yere konumlanacak. 

6 Mart 2012 Salı

Simon Curtis ve My Week with Marilyn (2011)

Bugüne kadar TV ve dizi filmleri çekmiş olan yönetmenin ilk sinema filmini beğendim. En iyi kadın oyuncu Oscar ödülünde yarıştığı "The Iron Lady" ile kıyaslayarak eserden bahsetmek isterim. "The Iron Lady"'de Meryl Streep Thatcher'ı sesiyle, görüntüsüyle, mimikleriyle birebir mükemmel bir şekilde canlandırmıştı, ama film biraz yüzeyde kalıyordu, Thatcher'dan çok Thatcher'ın kariyerinden ve başardıklarından bahsediliyordu, bu da normaldi, çünkü Britanya dışında çok da iyi bilinen konular değildi bunlar. Marilyn'in hayatından bir kesit sunan film ise, Monroe tüm Dünya'ya mal olmuş bir karakter olduğundan, sadece Marilyn karakterine konsantre olabiliyor ve imajının arkasındaki gerçek kişinin dramına, korkularına, güven ve mutluluk arayışına odaklanıyor. Bu tabii sinemasal olarak çok daha ilginç ve etkileyici bir malzeme. Michelle Williams bir Streep kadar başarılı bir profil çizemiyor, ara ara Marilyn'i anımsatsa da bu anlar azınlıkta. Kamera arkasındaki Marilyn'ı tasvir ederken ki oldukça melankolik yorumu anlatılanlarla mükkemmel bir şekilde örtüşüyor, ancak kamera önündeki Marilyn de bir o kadar melankolik. Halbuki Marilyn Monroe'nun dehası doğal yeteneğiyle kendini kamera karşısında saf çocuksu ama kadınsı sarışına dönüştürmesiydi, Marilyn'in hiçbir filminde ben onun içinde kopan fırtınalardan, sevgi arayışından, güvensizliğinden eser göremedim. Michelle Williams da bu kontrastı daha iyi verebilseydi, filminin de daha iyi olması dolayısıyla Streep'e ciddi bir rakip olabilirdi. Başta Branagh olmak üzere yan roller de çok başarılıydı, ve film anlatmak istediklerini izleyiciye tuzaklar kurmadan yalın bir şekilde iletti. Marilyn üzerinden anlatılan hikaye esasında özellikle büyük prodüksiyon sinema sektöründeki vahşi kapitalist anlayışa da bir eleştiri getiriyor.

5 Mart 2012 Pazartesi

Martin Scorsese ve Hugo (2011)

Scorsese'nin beğendiğim "Shutter Island"'ından sonra, yönetmen beni bir kez daha büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Biliyorum büyük çoğunluk bu filme bayıldı, ama ben aynen "Avatar" ve "Inception"'da olduğu gibi teknik göz boyamalardan arındırıldığında çok kötü ve dağınık bir film olduğunu düşünüyorum. Oyunculuklar da kötüydü, hele baş kahramanın kız arkadaşı son senelerde gördüğüm en kötü performansı sergiliyordu, ben olsam neye mal olursa olsun, oyuncuyu değiştirir, o sahneleri tekrar çekerdim. Neyseki Oscar ödülleri "Avatar"'da düşmediği tuzağa bu filmde de düşmedi, ve en iyi film ödülünü gerçekten hak eden "The Artist"'e verdi. "Hugo"'nun aldığı teknik ödüller ise anlaşılırdı, çünkü film teknik ve görsel olarak çok iyi kotarılmış. Ama işte beni en çok kızdıran nokta da bu, bu kadar muhteşem teknik imkanlar ve iyi filmler çekebilmiş bir yönetmen varken, bunların gişe için yeterli olacağı inancıyla (ki bu inanç asılsız sayılmaz) sinema adına filme hiçbir şey katmamak. Hikaye özensiz, diyaloglar kötü, görüntüler evet üç boyutlu ama karakterler iki boyutlu. Üç boyuta hiç karşı değilim, ama bir filmin üç boyutlu olması iyi bir film olması için kesinlikle yeter bir kriter değil. Filmde anlatılan bir masal ama masal içinde de (hele buna imkan varsa) birazcık mantık kullanılmalı, kendi içinde biraz tutarlı olmalı, ayaklar yere değilse de duvarlara biraz basabilmeli.
Sonuç itibariyle sinemasal değeri benim gözümde bulunmayan bir büyük prodüksiyon göz kamaştırma girişimi. Gerçi girişimin başarılı olduğunu da belirtmeliyim, Oscar ödülleri öncesi NTV kanalındaki bir programda, diğer TV kanallarının kültür ve sanat programlarını hazırlayanlara en iyi film tahminlerini sorduklarından büyük çoğunluk "Hugo"'ya işaret etti.