27 Kasım 2013 Çarşamba
John Carney ve On the Edge (2001)
Babasını kaybetmesi üzerine başarısız bir intihar girişiminde bulunan gencin, bir klinikte tedavi görmesi üzerine kurulu film. Karakterlerin hepsi hayata iplikle tutunmuş olan intihar meyilli hastalar, ve tabii bu tür bir malzeme yeterli drama potansiyeli sağlıyor. Başta Forman'ın "One Flew Over the Cuckoo's Nest"'i (1975) olmak üzere sayısız film bu konuyla meşgul olduğundan dolayı yeni bir şeyler söylemek bir hayli güç ki, Carney de kalburüstü bir film yapmakla birlikte bu meydan okumanın altından kalkamıyor. Yine de başta Cillian Murphy olmak üzere oyunculuklar başarılı, ve bir İrlanda yapımı olarak film Hollywood klişelerine mesafe koyma konusunda taviz vermiyor.
26 Kasım 2013 Salı
Urszula Antoniak ve Code Blue (2011)
"Nothing Personal" (2009) ile son yıllarda beni en etkileyen filmlerden birine imza atan Antoniak'ın iki yıl aradan sonra çektiği filmi "Code Blue", anlaşılması ve hazmı bir hayli güç bir film. Özellikle finale gelirken tam bir muamma halini aldı, çözemedim. Yine yalnız ve hayatla ilgili ciddi sıkıntıları olan bir kadın merkezde, ancak travmasıyla ilgili hiçbir ipucu alamadığımız için metaforlarla örülü olduğu çok belli olan olayların gelişimine dair mantıklı bir değerlendirme yapmak da bir hayli güç oluyor, hele final kısmı gerçekten de surata beklenmeyen bir anda yenen tokat gibi. Antoniak şüphesiz çok güçlü bir yönetmen ama bu sefer filmi beni teğet geçti.
25 Kasım 2013 Pazartesi
Asghar Farhadi ve Le Passé (2013)
Farhadi son dönem İran sinemasının tartışmasız en güçlü isimlerinden. "A Seperation" (2011) ile de çok hak ederek ödüllere boğuldu. Bu kadar başarılı bir filmden sonra gelecek eserlerle ilgili, beklentiler ister istemez çok yukarı çıkıyor. Le Passé, oyunculuklar dışında benim de bir hayli yükselmiş olan beklentilerimi karşıladı. Farhadi'nin çok sade, günlük, hatta banal denilebilecek hikayeler içerisinde söylenmeyenlerle, bilinmeyenlerle yarattığı gerilimler takdire şayan ve son derece özgün. "A Seperation"'ın güçlü anlatımını, geçeğe son derece yakın ve doğal oyunculuklar beslerken, Le Passé'de (Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almasına rağmen) Bérénice Bejo, ve ondan çok daha beter olarak da Samir rolünde Tahar Rahim yer yer doğallıktan oldukça uzak bir oyunculuk sınavı verdiler. Başrolllerden bekleneni verebilen tek oyuncu kanımca Ali Mosaffe idi. Bu kadar sade ve ağır tempolu bir filmde oyunculuklarda nüanslar dahi çok önemli, hatta bence Rahim nüansların ötesinde yer yer elini kolunu koyacak yer bulmakta zorlandı.
Bu konularda takıntılı biri olarak tabii olan seyir zevkime oldu, ama yine de bu Farhadi'nin çok iyi bir anlatıcı ve yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyor, ondan tek dileğim, kendi topraklarında anadilinde film çekmeye devam etmesi.
Bu konularda takıntılı biri olarak tabii olan seyir zevkime oldu, ama yine de bu Farhadi'nin çok iyi bir anlatıcı ve yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyor, ondan tek dileğim, kendi topraklarında anadilinde film çekmeye devam etmesi.
24 Kasım 2013 Pazar
Duşan Kovaçevic ve Profesyonel
İstanbul Devlet Tiyatroları'nda kapalı gişe oynayan "Profesyonel"'in yazarı Duşan Kovaçevic, yönetmeni ise Işıl Kasapoğlu. Yetkin Dikinciler'in ve özellikle de Bülent Emin Yarar'ın müthiş oyunculuklarıyla güçlenen anlatım, Yugoslavya'da Tito öncesi ve sonrası toplumsal ve politik hayata ayna tutuyor. Kovaçeviç'in kullandığı özgün kurgu ve çok kıvamında kullandığı kara mizah, duygu paletinin oldukça geniş bir yelpazesini izleyiciye aktarıyor. Bir yandan kahkahalarınıza hakim olamazken, salondan çıkarken boğazınızdaki düğümün çözülmesi için açık havaya ulaşmayı beklemeniz gerekecek.
23 Kasım 2013 Cumartesi
Deborah Scranton ve The War Tapes (2006)
Irak savaşını bir de askerlerin gözünden izlemek gerek. 3 askere verilen cihazlarla kaydedilmiş videolardan oluşan belgesel, bir insan gönüllü olarak niye savaşa gider, orada neler yaşar, döndüğünde nasıl bir ruh halinde olur sorularına, cevap olmasa da bir fikir veriyor.
22 Kasım 2013 Cuma
Jason Barker ve Marx Reloaded
Vahşi kapitalizmin dört koldan geniş kitleleri ezmesi devam ederken, doğal olan insanların bu düzen sonsuza kadar böyle mi gidecek diye sorgulaması olmalı, ancak herkes durumu kanıksamış gibi (bir tek Güney Amerika'da kıpırdanma var, bkz. Venezuela, Bolivya), sorgulayanlar da marjinal olarak niteleniyorlar. Kapitalizmi eleştirenlerin ortak vardıkları nokta ise, bu sistemin karşısında geniş kitlelerce kabul görecek bir alternatif çıkmadıkça kapitalizm hiç çökmeyecek. Her çöktü denilen krizde, kapitalizm güçlenerek, bir nevi kendini yenileyerek, gençleşerek tekrar çıkıyor karşımıza. İnsanileşeceğine iyicene vahşileşiyor. Bu noktada durup Marks'ın neler söylediğine tekrar bir bakmak gerekiyor. Marks denince "aman komünizm" geliyor reaksiyonu veren geniş kitlelerin bir durup, beslendikleri dogmalardan kurtulup sorgulama antenlerini açmaları gerekiyor. Herkesin aklına hemen sosyalizmin Rusya'da uygulanış şekli geliyor, ama muhtemelen Marx da sosyalizmin bu şekilde yozlaşması ve halktan uzaklaşmasını çok yadırgardı. Kapitalizme sayısız kez şans verilirken, sosyalizme ikinci bir şans dahi vermemek, değişik bir alternatif üzerine düşünememek, bunu söz konusu dahi edememek kapitalizmin ekmeğine yağ sürüyor. Zaten kapitalizmin amiralleri de yarattıkları korku imparatorluğu ile alternatif arayanları başarıyla marjinal durumuna düşürmeyi başarıyorlar. Bu belgesel, adından da anlaşılacağı üzere popüler kültüre ve bu vesileyle geniş kesimlere hitap edebilmeye gayret gösteriyor ve Matrix'teki gibi biri kırmızı biri mavi hap teklif ediyor, hiç bu konulara kafa yormayıp, yorduğunuzu da hatırlamayıp sanal hayata mı devam edeceksiniz, yoksa gözlerinizi tamamen açıp gerçekliğin can acıtan tüm çıplaklığıyla göz göze mi gelmeyi tercih edeceksiniz, karar sizin. Marx'ın "Das Kapital"'ini okumadım, ama sadece belgeselde bahsi geçen "Warenfetisch" kavramı, yani eşya fetişizmi konusu beni o kadar çok düşünmeye sevk etti ki, bir an önce bu açığımı kapamam gerektiğini hissettim.
21 Kasım 2013 Perşembe
Charles Ferguson ve No End in Sight (2007)
Büyük bütçeli Hoolywood yapımları, "24" gibi aksiyon dolu diziler, tüm dünyaya sürekli ABD'lilerin ne kadar akıllı, teknolojik olarak ne kadar ileri, müthiş stratejist, süper akıllı, herşeye hakim, kimseye göz açtırmayacak adeta tanrıvari bir güce sahip oldukları yanılsamasını pompalıyorlar. Ne kadar amatör, ne kadar bağnaz, ne kadar akıldan uzak, ne kadar insanlıkdışı yönetildiklerini görmek için bu belgeseli izlemek yeterli. Artık alenen bilindiği üzere tamamen bir yalan üzerine, yani Irak'ın kitlesel imha silahlarına sahip oldukları argümanı üzerine başlattıkları fetihi (ki sanki Irak'ı İran'a karşı o anlamsız savaşta onyıllarca silahlandıran ve bunun üzerinden tüm petrol sermayesini kendi şirketlerine peşkeş çeken ABD değilmişcesine) ne kadar amatörce yönettiğine inanamayacaksınız. Irak coğrafyasında işgalin 1 birim askerle yapılıyorsa, işgal sonrası ülkede asayişin sağlanabilmesi için 2 birim askere ihtiyaç olacağı bilgisinin tecrübeli askerler tarafından önemle vurgulanmasına rağmen Bush yönetimi bunu tamamen göz ardı ediyor, ve ülke esasında göz göre göre bir kaosa sürükleniyor. Ülkenin her köşesi, müzeleri, bakanlıkları, kütüphaneleri talan edilirken hasar görmeyen, çünkü dokunulamayan, çünkü ABD tarafından korunan tek kurum; petrol bakanlığı!!!. İşgalin hemen akabinde görece idealist ABD yetkilileri, Irak güvenlik birimlerinin, asayişin sağlanmasında görevlendirilmeleri gerektiği yönündeki raporlarına rağmen, ABD'nin işgal sonrası ilk icraati, ülkenin en büyük işvereni konusundaki Irak ordusu ve polisini işsiz bırakması oluyor. Bir günden ertesine işsiz kalan bu insanların, ülkenin neredeyse tamamına tekabül eden aileleri büyük bir açlık ve çaresizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Bu da tabii insanların, bu durumdan istifade eden ve şimşek hızıyla büyüyen, güçlenen silahlı cemaatlere yönelmelerine yol açıyor. Farklı etnik kökenler ve mezhepler barından, Dünya savaşı sonrası ingilizlerin bir kalemle (ve tabii kendi emperyalist emelleri ışığında) çizdikleri sanal sınırlarla vücuda gelen Irak'ın dağılması bundan sonra kimseleri şaşırtmamalı. ABD'nin sadece son yüzyılda bu işlediği kaçıncı insanlık suçu, kimse gıkını çıkaramayacak mı, delirmemek elde değil!!!
20 Kasım 2013 Çarşamba
William Lewis ve Beyond Treason (2005)
Şu ara Suriye'de yaşanan trajedide kimyasal silahların kullanılmaması büyük bir zafermiş gibi tüm kesimler tarafından, suratlarda iğrenç bir sırıtmayla kutlanıyor. Kimyasal silahlarla ölen kişi sayısı 1 ise, konvansiyonel silahlarla ölenlerin sayısının 100 olması ise kimseyi bağlamıyor, yani mesaj "tabii öldürün, ama lütfen kimyasal kullanmayın". Tam bir kamera şakası. Bu şakanın baş aktörü ABD'nin körfez savaşı ve Kosova'da kullandığı füzelerin başlığında uranyum bulunduğunu biliyor muydunuz? Doğada uranyumun 3 farklı izotopu bulunuyormuş. Nükleer yakıt ve silahlar için kullanılan 2 izotopun miktarı, çıkarılan tüm uranyumun 1%'inden az. 99%'a tekabül eden izotopa sahip uranyumu da ABD füze başlıklarında kullanarak, füzelerin imha gücünü arttırmak için değerlendiriyormuş. Bu şekilde Irak'ta tonlarca uranyum kullanılmış. Bu uranyumun yarılanma zamanı, yani radyasyon yaymak suretiyle kütle ağırlığının yarısını kaybetme süresi tam 4 milyar yıl, yani bir nevi sonsuza kadar. Yakın mesafe füzelerde de kullanıldığı için, bizzat amerikan askerleri de radyasyona maruz kalmış, çoğu hastalanıp ülkelerine gönderildiklerinde kendi ailelerinde de, yaymaya devam etmekte oldukları radyasyonla, kanser vak'alarına sebep olmuşlar. Tüm bunlar hasır altı edilmiş. Irak halkının durumu ise tam bir facia. Belgeselin verdiği 5 kollu, 3 kafalı veya bir et yığını olarak doğan bebeklerin görüntülerinde ekrana bakamaz hale geldim. Laneeeeeeeeeeeeeeeeeet olsun diyorum bu zihniyete, ömür boyu huzur bulamazlar, beter olurlar umarım. Belgeseli izlerken sinirlerinize hakim olamayacaksınız, insan hakları konusunda her daim ahkam kesen medeniyetlerin olan biten tüm kötülüklere bir gözlerini yummaları karşısında sözler kifayetsiz kalacak.
19 Kasım 2013 Salı
Michael Moore ve Capitalism: A Love Story (2009)
Michael Moore, kendine has mizah anlayışıyla Amerikan toplumundaki en büyük çarpıklıkları gözler önüne sermeye devam ediyor. Bu eleştirilerin her daim merkezinde olan kapitalizmi daha da bir mercek altına alarak konuya damardan giriyor. ABD'nin güçlü şirketlerinin, çalışanlarına gizlice hayat sigortaları yaptırarak, onların ölümleri üzerinden milyon dolarlar kazanmalarından giriyor, 2009'da mortgage krizi olarak da bildiğimiz Wall Street'in çöküşünden, yine esasında her türlü kötülüğün sorumlusu olan bankaların zenginleşmelerinden çıkıyor. İnsanlara sahip oldukları evi ipotek ederek kredi almaya teşvik eden bankalar, insanları o kadar zorluyorlar ki, çok kolay ve hesapsızca borçlanan ve yarınını düşünmeden tüketen geniş kesimler, bu mutluluk zincirinin patlaması üzerine kredi borçlarını ödeyemez hale geliyorlar. Bankalar ise onların gözlerinin yaşına bakmadan evleri boşalttırıyorlar, yüz binler sokaklarda kalıyor, bankalar da bu kadar çok boşaltılan evi satacak kimseyi bulamadıkları için "zorda" kalıyorlar. O dönemde (esasında her dönemde) politikanın içinde hep bu bankaların "eski" yöneticileri bulunduğundan ve/veya politikada aktif olanların çoğunun da bu bankaların sponsorluğunda seçim kampanyalarından çıktıklarından, tüm kongre yoğun bir şekilde banka lobisinin baskısı altında olduğundan, bir anda bankalara 700 milyar dolar kaynak sağlanması, aksi takdirde tüm ülkenin batacağı iddiası/koca yalanı çığırttırılıyor. Buna rağmen kongrenin vicdanına sığdıramıyorlar, öneri önce reddediliyor, ama sonra ne yapıp edip hükümet bir yolunu buluyor ve 700 milyar bankalara peşkeş çekiliyor. Ve aklımın hiç almadığı/alamayacağı konu; bu 700 milyar doların nereye harcandığı/harcanacağı, ne şekilde kullanılacağı hiç bir şekilde sorgulanmıyor, zaten kanunen de sorgulanmayacak şekilde bir düzenleme yapıldığından sorgulanamıyor da. Michael Moore, banka yöneticilerine bu tarihten sonra dağıtılan bonusları, alınan özel jetleri bir yandan gözler önüne seriyor, diğer yandan da boşaltılmaya devam edilen evleri ve sokağa atılan ailelerin mağduriyetlerinin aynen devam ettiğini anlatıyor. Öyleyse ne oldu her kesimin vergileriyle bir araya gelen 700 milyar doların akibeti? İşte vahşi kapitalizmin akıl almaz marifetleri, boşuna dememiş Moore "Bir aşk hikayesi" diye...
18 Kasım 2013 Pazartesi
Robert Greenwald ve Iraq for Sale: The War Profiteers (2006)
ABD'nin, sosyalizmin karşısında en uçlara götürdüğü vahşi kapitalizmin savaşlara nüfuz etmesi on yıllardır süregeliyor, ancak en son Irak'ın fethi esnasında, uygulamaların insanlık dışı boyutu iyicene göz ardı edilemez bir hale geldi. Geniş halk kesimlerinin ihtiyaçlarının ortak paydası ihmal edilerek zengin sermaye sahiplerine peşkeş çekmek şeklinde gerçekleşen özelleştirmelerden savaş sektörü de fazlasıyla nasibini aldı. Daha önce ordunun zorunlu askerlerine yaptırdığı tüm hizmetler, birer birer özel firmalara ihale edildi. Tek amaçları kar etmek olan bu firmalar, aldıkları milyar dolarlık ihalelere her türlü dalavereyi karıştırarak, mesela hemen hiçbir eğitim vermeden sokaktan topladıkları işsiz güçsüzleri savaşa paralı asker olarak gönderince, ordu disiplininden tamamen uzak olan bu güruhun Abu Ghraib hapishanesinde uyguladıkları insanlık dışı işkenceleri, bir noktada dünya basını da görmezden gelemedi. Ordudaki askerlerden 5 kat yüksek maaş alan bu paralı askerler, hem de her türlü hukuki işlemden muaftılar. Ordunun askerleri işledikleri suçlar karşısında askeri mahkemelere çıkıp her türlü cezayı alabilirken, bu özel güvenlik şirketlerinin çalışanları sadece ülkelerine geri gönderiliyorlardı, ve bir başka firmada işe girerek tekrar aynı bölgeye geri de dönebiliyorlardı. "Iraq for Sale" belgeseli tüm bunları belgeleri ve tanıklarıyla gözler önüne sererken, ihalelerden en büyük paraları kazanan şirketlerin politikacılarla olan sıkı bağlantılarını da ortaya döküyor. Mesela Bush rejiminin savunma bakanı Rumsfeld en büyük ihaleleri birbiri ardına kazanan KBR şirketinin baş yöneticilerinden biri imiş. Halkın vergilerinin bu şirketlere peşkeş çekilmesinin tek sonucu sadece faali meçhul cinayetler ve faali belli işkence vak'aları değil. Aynı zamanda lojistik, yemek, bina inşaları gibi hizmetleri de ihalede alan şirketler, işleri üçüncü dünya ülkelerinden ithal ettikleri ucuz iş gücüne insanlık dışı ücretlerle ve hiçbir sosyal güvence vermeden yaptırıyorlar. Mesela kamyon şoförlerini, içine girecekleri hayati tehlikeleri tamamen göz ardı ederek, boşu boşuna çöle seferlere gönderebiliyorlar ki, devlete fatura edip paraya para demesinler. Tabii bu sayfalarca, hatta ciltlerce anlatılabilecek kadar bol malzeme içeren bir istismar kabusu. Çok başarılı olan ve mutlaka izlenmesi gereken belgeselde görüşlerine yer verilen Pratap Chatterjee bu konuda çok detaylı araştırmalar yapmış başarılı bir muhabir, konuyla ilgili şu yazısını da okumanızı salık veririm;
http://www.tomdispatch.com/post/175036/pratap_chatterjee_inheriting_halliburton_s_army
http://www.tomdispatch.com/post/175036/pratap_chatterjee_inheriting_halliburton_s_army
17 Kasım 2013 Pazar
Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media (1992)
Bu aralar maymun iştahıyla özellikle yakın tarihteki siyasi ve tarihi olaylara ışık tutan düşünürlerin kitaplarını paralel olarak okumaya çalışıyorum, bir kitabın bir bölümünde verilen bir referans üzerine birden o diğer kitaba geçiyor ve daldan dala konuyorum. İnsanoğlunun özünde kötü olduğuna olan inancım gittikçe pekişmekle birlikte ve esasında yaşanan korkunç olayların bu kadar göz önünde olmasına rağmen kimsenin farkında olmamasının verdiği son derece melankolik ve karamsar ruh haline rağmen adeta çivi çiviyi söküyor ve gözüme indirilmiş olan perdeler kalktıkça, resim berraklaştıkça hayatla daha baş edebilir ve daha güçlü hissediyorum kendimi.
Düşündükleriyle ve yazdıklarıyla başka bir boyuttan bizimle iletişiyormuş hissini veren Noam Chomsky'nin "How the World Works"ünü okurken, medyanın nasıl hükümetlerin icraatleriyle ilgili kamuoyunu yönlendirme amacıyla kullanıldığını, bu çarkların nasıl işlediğini bir bölümde özetlemesi ve de diğer bir kitabı "Manufacturing Consent"e gönderme yapmasıyla, bir anda o kitaba zıplayıverdim. Ülkemizde de çok güncel olan bir konu, ve "en iyisini ben bilirimci" tüm yönetimlerde benzer şekilde işleyen bir olgu. Kısa bir araştırma ile bu malzemenin filme de çekildiğini görünce hemen edinip izledik. Filmin fazlasıyla 80'ler kokan ve dağınık bir izlenim veren kurgusu eleştirilebilir, ancak içerik Chomsky'nin kitabı ve söylevleri üzerine kurulu olduğu için mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel.
Düşündükleriyle ve yazdıklarıyla başka bir boyuttan bizimle iletişiyormuş hissini veren Noam Chomsky'nin "How the World Works"ünü okurken, medyanın nasıl hükümetlerin icraatleriyle ilgili kamuoyunu yönlendirme amacıyla kullanıldığını, bu çarkların nasıl işlediğini bir bölümde özetlemesi ve de diğer bir kitabı "Manufacturing Consent"e gönderme yapmasıyla, bir anda o kitaba zıplayıverdim. Ülkemizde de çok güncel olan bir konu, ve "en iyisini ben bilirimci" tüm yönetimlerde benzer şekilde işleyen bir olgu. Kısa bir araştırma ile bu malzemenin filme de çekildiğini görünce hemen edinip izledik. Filmin fazlasıyla 80'ler kokan ve dağınık bir izlenim veren kurgusu eleştirilebilir, ancak içerik Chomsky'nin kitabı ve söylevleri üzerine kurulu olduğu için mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel.
16 Kasım 2013 Cumartesi
Contemporary İstanbul 2013
Contemporary özelinde 2011 ve 2012 yıllarındaki yazılarda vurguladığım bienal - contemporary kıyaslaması bu sene de aklımı en çok kurcalayan konuydu. 2013 bienaline tepkili olmam (bkz. Bienal 2013) üzerine Contemporary'e de farklı bir gözle bakmaya başladım, zira bu sene benim tamamen öznel görüşüme göre eserlerde (biraz hayal gücünüzü de zorlarsanız) sosyal ve toplumsal eleştiri vardı, ve eserler bunu son derece estetik bir dille ifade ediyorlardı. Tabii ki tüm galeriler politik eserler sergilemiyordu, burada tek amaç zenginlerin duvarlarını, koleksiyonlarını beslemek, kendimizi kandırmayalım. Ama belli ki o kesimde de böyle bir talep var, veya sanatçılar araya bir iki mesaj sıkıştırmadan eser yapamaz hale geldiler. Sonuç itibariyle kendimi oldukça sık "İşte benim hayalimdeki bienalde bulunacak bir eser" diye hayıflanarak gezinirken buldum.
On History - Tariq Ali and Oliver Stone in Conversation
Yönetmen Oliver Stone, ABD'nin anlatılmamış/anlatılmayan tarihiyle ilgili bir belgesel çekmeye karar verdiğinde düşünür/yazar Tariq Ali'yle bir dizi röportaj gerçekleştiriyor. Sonrasında bu konuşmaları bir kitapta toplanıyor. Şu notumda bahsettiğim üzere Tariq Ali'yi Salt Galata'da canlı dinleme fırsatını bulmuş, ve sonrasında da bulabildiğim youtube videolarını dinlemiştim. Yanlış hatırlamıyorsam Rothko Chapel'da yaptığı etkileyici konuşmada, New York'ta Oliver Stone'la görüşmesinin akabinde oraya geldiğini aktarıyor ve röportajlardan bahsediyordu. Ben de izlenecekler/okunacaklar listeme not düşmüştüm. Kitabı elime geçirince bir nefeste okudum. Düşüncelerini olabilecek en berrak bir dille anlatma yeteneğine sahip olan Tariq Ali'nin ağzından yakın tarihin çok net bir özetini almak ve mesela Dünya savaşlarının niye gerçekleştiğiyle ilgili alternatif ve çok mantıklı bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, emperyalizmin Avrupa devletlerinden ABD tekeline geçerken nasıl evrildiğine dair notlar okumak istiyorsanız bu kitabı kaçırmayın.
20 Ekim 2013 Pazar
Bienal 2013
2013 Bienal'inin "Anne, ben barbar mıyım" olan ana teması, ücretsiz olmasının da etkisiyle Gezi olayları sonrası büyük bir ihtimalle ziyaret rekorları kırdı ve her zamankinden daha fazla ses getirdi. Daha önce bienal yazılarında bahsettiğim üzere bienallerin toplumsal ve siyasi sorunlar üzerine düşünmeye sevk etmesi "toplum için sanat" anlayışı içinde olumlu, ancak her seferinde daha minimalistleşen sanat anlayışı bence artık sanatla bağını koparacak kadar uç bir noktaya geldi. Bir düşünceyi bir duruşu anlatırken kullanılan mecranın estetikten uzak ve özenilmemiş hali, bana şunu sordurtuyor; evde oturup belgesel izlesem, kitap okusam Dünya'da ters giden her konuda çok daha sağlıklı ve verimli bir şekilde kendimi bilgilendirmiş olmaz mıyım? Tam bu düşüncemi destekler şekilde bu sene bienal video olayını feci şekilde abartmış, neredeyse her iki eserden biri video, oturup hepsini izlemeye kalksanız günlerce bienal mekanlarından çıkamazsınız. Zaten deli gibi duvarlara iliştirilmiş yazıları okumak, ve hemen her eserde birşeyler anlayabilmek için katalogda dolanmak gerekiyor. Tüm armutlar pişsin ağzıma düşsün demiyorum, ama olay sadece entellektüel bir etkinliğe dönüştüğünde diğer tüm duyularımız yaya kalmıyor mu? Nerede şekiller, formlar, renkler, kokular, tınılar, nerede yaratıcılık, nerede özgünlük? Varsa yoksa yazı ve video.
Bienalle ilgili diğer bir sıkıntım ise İstanbul bienalini "İstanbul bienali" yapan otantik ve özgün mekanlardan niye koparıldı bu etkinlik? Sermayeye ait Salt'a Arter'e bu etkinliği tıkıştırmanın ne anlamı var? Facebook'ta paylaşılması üzerine okuduğum Ali Artun'un esaslı eleştiri yazısıyla sizleri başbaşa bırakayım;
"Anne Ben Hıyar mıyım?"
Bienalle ilgili diğer bir sıkıntım ise İstanbul bienalini "İstanbul bienali" yapan otantik ve özgün mekanlardan niye koparıldı bu etkinlik? Sermayeye ait Salt'a Arter'e bu etkinliği tıkıştırmanın ne anlamı var? Facebook'ta paylaşılması üzerine okuduğum Ali Artun'un esaslı eleştiri yazısıyla sizleri başbaşa bırakayım;
"Anne Ben Hıyar mıyım?"
15 Eylül 2013 Pazar
Rock'n Coke 2013
Zamane gençliğinin festivali olarak Rock'n Coke'a, kendi gençliğimin beni dans pistlerinde en gaza getiren grubunun çıkacağını öğrenince bir "Hezarfen Havaalanı" gerçeğine rağmen yollara düştüm. Metrobüs kullanmama rağmen 3 saate yaklaşan bir yolculuk sonrası vardığım festival alanında parti tam hız gidiyordu. Arkadaşlarla sahnelerden sahnelere zap'leyerek kurtlarımızı döktük. Adını sanını duymadığım sayısız grupla coştum, bu arada aynı anda paralel olarak 4-5 sahnede konserlerin devam etmesine rağmen seslerin birbirine hiç karışmaması oldukça şaşırttı beni. Mp3 dünyasına geçtiğimizden beri müziği hiç hakkını vermeden tükettiğimiz gibi, her taraf konser olunca da aynı tüketim modeli bu sefer zamane festivallerine nüfuz etmiş. Birkaç saat içinde kaç konseri tam algılayamadan tükettiğimi kendim de sayamadım, hiçbir grubun adını da aklımda tutamadım. Arada beni festivale VIP sokan dostumda sırf sahne önü bileti var diye Teoman konserine de girdik, keşke müziğe hiç dönmeseymiş, hiper detone sesine 30 saniye kadar dayanabilip hemen zap'ledik. Saat gece 1'e yaklaşırken ve bizim bateri beni şarja tak diye çığırırken beklediğim "The Prodigy" sahneye çıktı. Muhteşem bir sahne ışığı eşliğinde, aradan geçen 20 seneye rağmen enerjilerinden zerre ödün vermemiş elemanlar hepimizi coşturdu. Çok şükür ki hemen başlarda "Firestarter"'ı çaldılar, çünkü onsuz çıkmam abi modunda olduğumdan konserin sonuna kadar bekleyebilir ve zaten pazartesi sabahı saatlerine yaklaşan festival ortamından uzaklaşmayı konser bitmeden kabul etmeyebilirdim.
18 Ağustos 2013 Pazar
Richard Linklater ve Before Midnight (2013)
Favori yönetmenlerimden Linklater'dan en son şu yazıda bahsetmiştim. "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'te izlediğimiz ve bir nevi platonik aşkın sembolü haline gelen kahramanlarımız, meğer sonu açık kalmış olan "Before Sunset" sonrası bir arada kalmışlar, Ethan Hawke Amerika'ya dönüş uçağını kaçırmış (esasında binmemiş) ve Paris'te kalarak Julie Delpy'le olan gençlik aşkını yaşamaya karar vermiş. Aradan geçen 9 yılda ikili bir de ikiz çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk sahibi olmanın bir ilişkiyi nasıl sınadığını, yaşamış olanlar bilir. Bu sefer Yunanistan'da geçirdikleri yaz tatilinin finalinde, çocukları dostlarına bırakarak baş başa bir gece geçirecekler. Hep olduğu gibi uzun yürüyüşlerin eşlik ettiği muhteşem diyaloglar, ilişkilerini içten ve sorgulayarak yaşayan tüm gönül gözü açık insanların duygularına tercüman oluyorlar.
Benim kuşağım özellikle çok şanslı, çünkü "Before ..." serisinin kahramanları, filmler gösterime girdiğinde hep bizimle yaşıt oluyorlar, bizim o günlerde hissettiklerimizi hissediyorlar, bizimle birlikte büyüyor, yaşlanıyorlar. Bir sonraki "Before ..." bölümünü heyecanla bekliyor olacağım.
17 Ağustos 2013 Cumartesi
E.S.T. Symphony
Albümlerini çok beğenerek dinlediğim E.S.T'nin kurucusu, isim babası, beyni, herşeyi olan Esbjörn Svensson'un 2008 yılında vefatı üzerine grubun diğer elemanları bir şekilde ürettikleri projelerle, ismin yaşamasına ve festivallerin parçası olmasına vesile oluyorlar. İyi mi yapıyorlar pek emin değilim, bana biraz ismin mirasını tüketiyorlar gibi geliyor. Geçen sene Magnus Öström Caz festivalinde çaldığında yine kendi isminden çok E.S.T'nin adı ön plandaydı, ve o konseri pek beğenmemiştim.
Bu sene E.S.T'nin eserlerinin merkezde olması tabii çok daha cazipti. Ancak beğenilen eserlerin ille bir senfoni düzenlemelerinin yapılmasını, hele de yeterli hazırlık olmaz ise çok zorlama buluyorum. Koca bir orkestranın toparlanması ve müziği özümseyerek provalar yapılması madden mümkün olamayacağı için, o günlerde müsait olan müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturulan bir orkestra muhtemelen sadece bir iki prova ile konsere çıkıyorlar. Bu durumda hep ekşi ve zorlama bir tat alıyorum. Bu konserde de benim açımdan öyle oldu. Bir de kendi bir hatamı itiraf etmeliyim, konser biletleri numarasız olunca, en ön sıra da protokole ayrılmamış olunca, marifet gibi gidip en öne oturduk. Haliç Kongre merkezinin küçük salonunda en ön sıraya oturunca, zaten sahneye zor sığmış olan orkestra elemanları dibinizde oluyor, ve düz baktığınızda oturduğunuz yerden 60 çift ayak izliyorsunuz. Bir ayak fetişiniz yoksa oldukça rahatsız edici bir görüntü ve tabii çok dikkat dağıtıcı. Ayrıca önümüzdeki viyolonsellerden arka taraftaki hiçbir solisti görmek mümkün olmadı, durumun akustik dezavantajları da ayrı bir hikaye.
Söylenmeyi bırakıp biraz da müziğe gelirsem, cazla senfoninin bu düzenlemelerde buluşması bana hitap etmedi, bir tek bir iki rock sound'unda parça vardı, onlara orkestra yakıştı. Bol solistli konserde (bkz. Jacky Terrasson, Michael Wollny, Marius Neset, Dan Berglund, Magnus Öström), kendisini göremesem de gitarını çok net ayırt edebildiğim Sarp Maden'in tınıları da kulak zarımdaki en hoş titreşmelere vesile oldu.
16 Ağustos 2013 Cuma
David Sanborn Bob James Feat. Steve Gadd James Genus “Quartette Humaine”
Nerede kalmıştık?
Bu seneki İstanbul Caz Festivali, yaşanan olaylar dolayısıyla çok karambole geldi, ama biletleri edinen dostum sağ olsun, iki noktasından yakalamayı başardım.
İlk olarak çok uzun yıllardır Saksafon denince ilk akla gelen isimlerden ve caz dinleyicilerinin dışında da kitlelerle buluşmayı başarmış olan David Sanborn isim olarak öne çıktığı konseri, 9 temmuzda maalesef bir konser mekanı olarak hiç ısınamadığım, muhtemelen de hiçbir zaman ısınamayacağım Haliç Kongre Merkezi'nde dinledik. Beni konserde etkileyen David Sanborn'dan daha çok, uzun yıllardır birlikte projeler ürettiği ve müziğiyle bu konser vesilesiyle tanıştığım piyanoda Bob James oldu. Onlara basta eşlik eden James Genus da harikaydı. Konser boyunca kendisini arka planda tutan bateride Steve Gadd ise bis parçasında öyle bir solo attı ki, hem uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek, hem de etkinlik, otoparktan beş dakika erken çıkabilmek için, konserin biteceğini hisseden festivale özendimsilerin (kelime şu anda icat edilmiştir, tek hücreli, garip mahlukatları tasvir eder, bkz. terliksiler) depar atarak salondan çıkmaları ile sadece hak edenlerin dinleyebileceği özel bir ana dönüşmüştür.
Kısacası gezi semptomlarını tamamen silemese de bir hayli azaltmış, müthiş bir konser olmuştur.
11 Temmuz 2013 Perşembe
Gezi
Bu güncede siyasete bulaşmayı ne kadar istemesem de, bugün düşündük ve hissettiklerimi yarınki bana anlatma, hatırlatma emeliyle birkaç cümleyi buraya not düşme ihtiyacı içerisindeyim. Ayrıca bu konuda iki kelam etmeden, film, konser yazılarına devam edemeyeceğimden, bu güncenin de sonu iyice yaklaşacak.
Toplumumuzun tüm kesimlerinin o veya bu sebeple hırpalandığı, ancak tarihe (her kesime göre farklı yorumlanabilecek sonuçlarıyla) iz bırakacağı kesin olan bir zaman diliminden geçiyoruz. Ben de direnmenin fiziki yorgunluğunun yanı sıra, fiziken direnmekten fazlasının şu aşamada elimden gelmemesi ve bu dirençten bir türlü arzu ettiğim ve inandığım içeriklerin çıkmamasının verdiği manevi yorgunluktan mağdurum.
Bu topraklardaki on yıllardır, esasında yakın tarihe dikkatli bakınca yüz yıllardır süregelen kutuplaşma giderek yumuşayacağına maalesef giderek keskinleşiyor. Her ama her konuda iki aşırı uçtan birinde saf tutmayı toplumsal bir gelenek haline getirdik. Kendimi hiçbir gruba yakın hissetmiyorum, çünkü bu grupların neredeyse tamamı her konuyu “Siz”, “Biz” ve “Onlar” kategorilerinde yorumluyor. “Hepimiz” diyen, “İnsanız” diyen yok, kimi entelektüel birikimini, kimi dinini, mezhebini, kimi kanını üstün görüyor. En üzücüsü de, eğitim seviyesi yükseldikçe azalması beklenen ön yargıların daha da kemikleşmesi. Bu da nesillerin ne kadar ezberci, ne kadar vesayetçi, ne kadar dogmatik beslendiğinin çok net bir göstergesi.
Uzun yıllardır apolitik olmakla itham edilen son nesil (ki bence de gerçekten çok apolitiklerdi) gezi olayları ile bir silkelendi, internet sayesinde çok hızlı koordine olabildi, Dünya’daki benzer örneklerden feyzalabildi ve çok farklı kaynaklardan beslenebildi. Ancak ilk bir iki günün sonunda, bu hareketin derinlik kazanması ve argüman üretebilmesi için yeterli vakit olmadığından ve/veya sayıca ve ses tonuca baskın bir “cumhuriyet mitingi” zihniyetinin parka hızlıca hakim olması sonucunda, günlerce hatta haftalarca Taksim’de ve diğer direnişlerde duyabildiğimiz en baskın slogan “Hükümet istifa” olabildi. Bunun ne kadar sığ ve eğreti bir talep olduğu ve gezi direncinin ruhuna ne kadar aykırı olduğunu anlayabilmek için bugün Mısır’da Tahrir meydanına 5 dakika gözleri çevirmek yeterli. Öyle veya böyle işleyen demokratik bir ülkede seçimle gelmiş bir partinin gidişi ancak ve ancak seçimle olmalıdır. Toplumun bir kesimi istedi diye toplumun diğer bir kesiminin oylarıyla iktidara gelmiş bir parti devrilmez, devrilmemeli. Bu topraklarda ve tüm Dünya'da bunun aksi oluşumların o yörelerin halklarına ne kadar ağır faturalar çıkardığı aşikarken, bunun aksini hayal etmek dahi en haklı davanın meşruluğuna zarar verir.
Ülkemizin en ciddi sorunlarından biri gerçekten de siyasi muhalefetin zaafları ve eksikleri. Ancak sadece siyasette değil, tüm bireylerin zihnindeki muhalefet anlayışının değişmesi gerekiyor. Muhalefet, “iyi” “kötü” ayırmadan, kendi dünya görüşünde olmayan birilerinin her söylediğine kafadan “hayır” demek veya kendi görüşlerini karşı tarafa ültimatomlarla dayatma anlayışı olmamalıdır. Evet bugünkü iktidarın ve de onun liderinin son derece dayatmacı bir üslubu bulunmaktadır, kendi dünya görüşlerini etraflıca bir toplum mühendisliğine soyunarak hayata geçirme gayretleri ve bu çabalarını da dayandıkları oy tabanlarının sayıca çokluğuyla meşrulaştırma girişimleri bulunmaktadır. Zaten bardağı taşıran da bu anlayış olmuştur, ama maalesef bu anlayış cumhuriyet tarihi (ve öncesi) boyunca görülmüştür. Kitlelerin ilk kez karşılaşmışcasına şaşkınlık içerisinde olmaları esasında şaşırtıcıdır. En basitinden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin icraatlerini tarafsız kaynaklardan okuyanlar, tarihin ne kadar "şaşırtıcı" bir şekilde tekerrürden ibaret olduğunu göreceklerdir, darbeler arasına serpiştirilmiş demokratikleşme çabaları da hep aynı hastalıktan muzdariptir. Dolayısıyla artık kemikleşmiş bir vesayetçi tarza aynı üslup ile karşılık vermek, cumhuriyet tarihi boyunca pek çok sebeple ezilmiş ve toplum mühendisliğinin alasına maruz kalmış (başta mütedeyyin kesim olmak üzere) tüm kesimlere bir gözdağı vermeye çalışmak, bu topluma hiçbir zaman çok hak ettiği barış ve huzuru getirmeyecektir. Tam tersine, güç sadece bir odaktan diğerine geçip duracak ve bu gücün altında halkın ezilmesi, kinle beslenmesi ve kutuplaşması sürmeye devam edecektir.
Meydanlarda hükümet devirmeye değil, kısıtlanan özgürlüklere ve vatandaşlık haklarına, gezi olaylarının çıkış noktası olan, bireylerin yaşadıkları mekanların, onlara danışılmadan yukarıdan dayatmacı usullerle dönüştürülmesine karşı çıkılmasına odaklanılması gerekir. Bu taleplerin, toplanarak, protesto ederek, slogan atarak, ama hiçbir şekilde şiddete bulaşılmayarak iletilmesi son derece meşrudur. Ancak doğru içeriklerin ve haklı taleplerin dile getirildiği tepkiler toplumun tüm kesimlerini kucaklayabilir. İktidara oy vermiş kesimlerin ötekileştirilmediği, aşağılanmadığı bir ortamda, o kesimlerden de bireyler yanlış bulduklarını dile getirme arzusunu/cesaretini gösterebilirler. Başta siyasiler olmak üzere, öfkeyle hareket eden her kesim, olayları/insanları sadece siyah ve beyaz olarak görmeye adeta ant içmiş bir şekilde, toplumsal depresyonun en diplerine doğru yol almakta. Sonsuz renk yelpazesinin, tüm renkleri emen, veya tümünü reddeden, yani esasında hiçbir rengin kendini göstermesine imkan tanımayan iki uç tonunda düşünmeye meyilli bir toplumun aradığı huzuru bulması zaten mümkün değildir.
Gezi olaylarında bana en çok ümit veren ve en sahip çıkılması gerektiğini düşündüğüm olgu, farklı kesimlerin kardeşliği idi. Her türlü dini inancın, etnik kimliğin birbirine karşılıklı sevgi ve saygı ile bir araya gelmesi, hatta 3 büyük spor takımının kanlı bıçaklı taraftarlarının buluşması, şimdilerde yeryüzü sofralarında herkesin birlikte iftar açıyor olması, kardeşlik özleminin ve potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun birer göstergesi. Bu kaynaşma tüm ülkeye yayıldığında sorunlar kendiliğinden çözülecek ve birlikten gerçekten özgürlükçü bir güç doğacak. Bir de mizah anlayışının bu kadar gelişmiş olması, mizahın tansiyon düşürmedeki etkisi düşünüldüğünde son derece olumlu bir rol oynayacak. Bu mizah anlayışı daha geniş kitlelere ve dolayısıyla da meclise nüfuz ettiğinde sorunların çözümü çok daha kolay olacak.
Son söz olarak en büyük arzum, toplumumuzun tüm kesimlerini kucaklayan, bireylerin temel özgürlük haklarına saygılı, hoşgörülü, “Çoğunluk bizde, biz ne dersek o olur, biz halk için neyin iyi olduğunu halktan daha iyi biliriz” demeyen, vesayetçi anlayışın karşısında duran, mizah sahibi, kendisini eleştirebilen, eleştirten, sürekli gelişen, yerinde saymayan bir siyasi oluşumun bir an önce filiz vermesi. Kendimi hayatımın hiçbir döneminde siyaseten temsil edilmiş hissetmedim. 1% de oy alsa, benim gibi düşünenlere umut aşılayacak, gerektiğinde katkı sağlayabileceğim bir oluşum diliyorum.
19 Mayıs 2013 Pazar
Globe Tiyatrosu ve Kral Lear
Sabancı Vakfı ve Devlet Tiyatroları işbirliğiyle düzenlenen Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali'nde sahne alan İngiltere'nin köklü tiyatrolarından Globe Tiyatrosu, Shakespeare'in meşhur "Kral Lear" oyununu bir akşam da İstanbul Aya İrini'de sahneledi. Bu kadar önemli bir eseri, bu kadar güçlü bir ekipten, Aya İrini gibi büyüleyici bir atmosferde izlemek gerçekten unutulmaz bir deneyimdi.
Shakespeare'in hemen hemen tüm oyunları için geçerli olan, anlatıların hiçbir dönemde güncelliğini yitirmemesi, insanoğlu'nun bıkmadan usanmadan, varoluşunun her döneminde verdiği iktidar mücadelesinin acımasızlığı ve yıkıcılığı üzerine müthiş bir resmediş olan Kral Lear'de bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Topkapı Sarayı Müzesi genel müdürü Haluk Dursun rehberliğinde sarayı gezdiğimiz bir müthiş bir etkinlikten hemen sonra girdiğimiz oyunu izlemeye oldukça seçkin bir izleyici kitlesi gelmişti. Hemen iki sıra önümüzde Kenan Işık, Haluk Bilginer, Ayten Gökçer gibi isimler oturuyordu. Üzülerek belirtmeliyim ki, kendisi Londra'da çok önemli rollerde sahneye çıkmış olan ve Istanbul'da oyun atölyesi'yle sergilediği hiçbir oyununu kaçırmadığım Haluk Bilginer, eseri baştan sona sakız çiğneyerek izledi, bu duruma gerçekten akıl sır erdiremedim. Bu kadar önemli ve kültürlü bir oyuncu bunu yaptıktan sonra, ben bu güncede izleyicilerden ne kadar yakınsam nafile. Yine de bu falso dışında gecenin tadını kaçıracak başka bir kaza ile karşılaşmadık.
Oyun boyunca aklım hep Kurosawa'nın muhteşem "Ran"'ına gitti, ilk fırsatta tekrar bir izlesem diye düşündüm. Bu aralar film izlemeyi bir hayli ihmal etmiş durumdayım, belki "Ran" ile tekrar bir dönüş yaparım.
Shakespeare'in hemen hemen tüm oyunları için geçerli olan, anlatıların hiçbir dönemde güncelliğini yitirmemesi, insanoğlu'nun bıkmadan usanmadan, varoluşunun her döneminde verdiği iktidar mücadelesinin acımasızlığı ve yıkıcılığı üzerine müthiş bir resmediş olan Kral Lear'de bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Topkapı Sarayı Müzesi genel müdürü Haluk Dursun rehberliğinde sarayı gezdiğimiz bir müthiş bir etkinlikten hemen sonra girdiğimiz oyunu izlemeye oldukça seçkin bir izleyici kitlesi gelmişti. Hemen iki sıra önümüzde Kenan Işık, Haluk Bilginer, Ayten Gökçer gibi isimler oturuyordu. Üzülerek belirtmeliyim ki, kendisi Londra'da çok önemli rollerde sahneye çıkmış olan ve Istanbul'da oyun atölyesi'yle sergilediği hiçbir oyununu kaçırmadığım Haluk Bilginer, eseri baştan sona sakız çiğneyerek izledi, bu duruma gerçekten akıl sır erdiremedim. Bu kadar önemli ve kültürlü bir oyuncu bunu yaptıktan sonra, ben bu güncede izleyicilerden ne kadar yakınsam nafile. Yine de bu falso dışında gecenin tadını kaçıracak başka bir kaza ile karşılaşmadık.
Oyun boyunca aklım hep Kurosawa'nın muhteşem "Ran"'ına gitti, ilk fırsatta tekrar bir izlesem diye düşündüm. Bu aralar film izlemeyi bir hayli ihmal etmiş durumdayım, belki "Ran" ile tekrar bir dönüş yaparım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)