Meğer bir günce tutmak da bir alışkanlıkmış, ve pek çok diğer alışkanlık gibi düzenli yapılmayınca unutulmaya yüz tutabiliyormuş. En azından haftada bir kez yazmak istiyor, ama hep erteliyorum. Bari bu aralar boş kalınca nelere vaktimi harcadığımla ilgili birkaç not düşerek, yazmaya tekrar ısınmaya çalışayım.
Öncelikle senelerdir yolumun kesişmediği bir zaman öldürücüye bulaştım; bilgisayar oyunu. Hayatımda bırakamadığım çok az oyun olmuştur, aklıma ilk Amiga zamanlarından Eye of the Beholder ve üniversite yıllarımdaki Might and Magic deliliği geliyor, tehlikeli şekilde bağımlılık yapan FRP'lerdi. Yine aynı tarz bir oyuna geçenlerde kendimi kaptırdım; Dragon Age.
Gerçekten çok keyif alarak oynuyordum ama fark ettim ki ne kadar oynarsam oynayayım hikaye hiç bitmeye yüz tutmuyor, ve gerçekten bağımlılık yapıyor, gece kapatıp yatağa gitmeyi dahi başaramıyorum, dolayısıyla birkaç gün önce, tam bir zombiye dönüşmeden, kendimi bir irade sınamasından geçirerek oyunu yarıda (artık yarı mıdır, başı mıdır, sonu mudur bilemiyorum) bıraktım. Tabii nüksetme riski var, bu riski azaltmak için bir an önce film izleme alışkanlığımı geri kazanmak istiyorum, aylardır neredeyse hiç film izlemedim, meğer film izlemek de bir alışkanlıkmış, onu da aradan geçen zaman zarfında yitirmişim. Şimdi kendimi sinefil disiplinine zorlamak yerine çok keyif aldığım dizilerle yumuşak geçiş yapmaya hazırlanıyorum.
Yaz dizilerimiz "Mad Men"'i ve "Entourage"'ın bölümlerini kaçırmadık. "Entourage" keyifli olmakla birlikte eski sezonların tadını tam veremedi ama "Mad Men" bence en iyi sezonunu geçiriyor. Eski sezonlarda olan kopukluklar, tempo gel git'leri bu sezon hiç yok, dizi iyice derinlik kazandı ve her bölümü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Bu arada geç keşfettiğimiz, ama bence mükemmel bir dizi olan 'In Treatment'ın ilk sezonunda sona yaklaşıyoruz. Tüm dizi bir psikoloğun muayenehanesinde geçiyor, ve haftanın dört günü bir hastasının terapisini, beşinci günde ise psikoloğun kendi danışmanıyla değerlendirmelerini izliyoruz. Başta Gabriel Bryne olmak üzere muhteşem oyuncuklarla taçlanan dizi hemen her bölümünde beni hayatla ilgili pek çok şeyi sorgulamaya sevk ediyor.
Bu arada "24" misali biraz gerilim ve adrenalin salgılanması ihtiyacımızı giderecek yeni bir dizi edindik; "Damages". Glenn Close dışındaki oyunculukların sıradan hatta yer yer kötü olmasına, bol Hollywood baharatı ve stereotipleri barındırmasına ve "24"deki kadar olmasa da mantık hatalarına yer vermesine rağmen sürükleyicilik ve arka arkaya kendini izlettirme konusunda başarılı olduğunu ve ilk sezonunu bu haftasonuna sığrdırarak büyük keyif aldığımızı belirteyim.
Sevdiğimiz komedi dizileri de yeni sezona başladı, başlıyor. Favorim "How I Met Your Mother" başladı, "The Big Bang Theory" ve "30 Rock"'ın da elleri kulaklarında olsa gerek.
Diziler de bağımlılık yapıyor ama bence bu yeryüzündeki en güzel bağımlılıklardan biri. Başına oturunca sizi ne beklediğini biliyorsunuz. Her izlenen filmden aynı keyifi almak mümkün olmuyor, her filmin ruh hali sizin o anki ruh halinize uygun olmuyor ama tanıdığınız bir dizide böyle bir risk bulunmuyor. Yine de tabii ikisinin yerleri çok farklı.
Bu arada Filmekimi programı elime geçti, gerçekten çok sevdiğim yönetmenlerin son filmlerinin bulunduğu çok güzel bir program hazırlanmış. Özellikle taptığım yönetmenlerden Julio Medem'in filmini izlemeyi çok arzu ediyorum. İlk fırsatta bu günceye notunu düşme dileğiyle...
26 Eylül 2010 Pazar
24 Ağustos 2010 Salı
Roman Polanski ve Ghost Writer (2010)
Polanski'nin skandallarla dolu hayatı yaşı artık epey ilerlemiş de olsa hala gündemden düşmüyor ama sinemasının gücü, filmlerinin özel hayatının gölgesinde kalmasına engel oluyor.
Bugüne kadar izleyebildiğim filmlerine kronolojik sırayla ve birer cümleyle değinirsem;
Knife in the Water (1962) : Polanski'nin bu uzun metrajlı ilk filminde tekneyle seyahate çıkacak bir çiftin, yoldan bir otostopçuyu da yanlarına almaları üzerine klostrofobik bir ortamdaki başarıyla verilmiş gerilimi izliyoruz. Bu filmin hatırladığım kadarıyla Nicole Kidman'lı kötü bir Hollywood taklidi de mevcut, taklidinden uzak durulup orijinali seyredilmeli.
Repulsion (1965) : Büyüleyici Catherine Deneuve'ün merkezinde olduğu şaşırtıcı ve sıradışı bir film.
The Fearless Vampire Killers (1967) : Polanski'nin hem yönettiği hem de başrollerden birinde olduğu bu vampir filminde yönetmen yine şaşırtıyor, çünkü bir vampir filmini komedi tarzında çekiyor. Şahsen benim çok beğendiğim bir film değil.
Rosemary's Baby (1968) : Polanski'nin kesinlikle en sevdiğim filmi. Bu filmi mutlaka, konu hakkında hiçbir ön bilgi sahibi olmadan izlemek gerekiyor. Mia Farrow'un performansı da muhteşem.
Chinatown (1974) : Sürekli farklı türleri deneyen Polanski'den 50'li yılların film-noir'larına başarılı bir gönderme.
Frantic (1988) : Eşi birden kaybolan Harrison Ford kendini sürükleyici bir kovalamaca içinde bulur.
Death and the Maiden (1994) Sigourney Weaver Avatar'da karizmayı boydan boya çizdirene kadar keşke yine bir Polanski filminde yer alsaymış.
The Ninth Gate (1999) : Polanski gizemli bir kitap etrafında etkileyici bir atmosfer oluşturuyor, Johny Depp'in varlığıyla da film bir kat daha değerleniyor.
The Pianist (2002) : Yüzlerce filme konu olmuş bir dönemle ilgili bir film çekip, yeni bir şeyler söyleyebilmek, hem de böyle bir görsellikle ancak Polanski gibi bir yetenekle mümkün olabilirdi.
Oliver Twist (2005) : The Pianist'le büyük kitlelere ulaşan Polanski aynı başarıyı Oliver Twist ile tekrarladı. Dickens'ın romanının çok başarılı bir filme aktarımı.
The Ghost Writer (2010) : Gelelim Polanski'nin son filmine. İtiraf etmem lazım ki, filmsiz geçen aylardan sonra, sırf imdb'de ilk 250'ye girdi diye "Kick-Ass"i izleme gafletinde bulundum. Her ne kadar ilk 20 dakikasında ümitli idiysem de bence çok çok kötü bir filmdi ve acilen sinefil damarlarımdaki tansiyonu düzene sokacak bir filme ihtiyacım vardı. Hemen her filmini çok beğendiğim bir yönetmenin filmini izlemek, yapılacak en sağlam adımdı. Polanski yüzümü kara çıkarmadı. "Ghost Writer" gerçekten derli toplu bir film ve dolaylı olarak çok sert bir ABD - Birleşik Krallık kritiği var. Pek çok insan gibi ben de Birleşik Krallık'ın Irak işgalinde ABD'ye, bir çocuğun dahi güleceği içi boş argümanlarla verdiği tam desteğe çok tepkiliyim. Tabii esasında biliyoruz bunun arkasında petrol yataklarına hükmetmek gibi çok "gerekli" gerekçeler olduğunu ama Polanski daha güzel bir açıklama getiriyor. Seyretmemişlere daha fazla ispiyon vermemek adına burada konuyu uzatmayıp, hemen her rolünde beğendiğim Ewan McGregor'un da büyük katkısının olduğu filmi tavsiye edelim.
Bugüne kadar izleyebildiğim filmlerine kronolojik sırayla ve birer cümleyle değinirsem;
Knife in the Water (1962) : Polanski'nin bu uzun metrajlı ilk filminde tekneyle seyahate çıkacak bir çiftin, yoldan bir otostopçuyu da yanlarına almaları üzerine klostrofobik bir ortamdaki başarıyla verilmiş gerilimi izliyoruz. Bu filmin hatırladığım kadarıyla Nicole Kidman'lı kötü bir Hollywood taklidi de mevcut, taklidinden uzak durulup orijinali seyredilmeli.
Repulsion (1965) : Büyüleyici Catherine Deneuve'ün merkezinde olduğu şaşırtıcı ve sıradışı bir film.
The Fearless Vampire Killers (1967) : Polanski'nin hem yönettiği hem de başrollerden birinde olduğu bu vampir filminde yönetmen yine şaşırtıyor, çünkü bir vampir filmini komedi tarzında çekiyor. Şahsen benim çok beğendiğim bir film değil.
Rosemary's Baby (1968) : Polanski'nin kesinlikle en sevdiğim filmi. Bu filmi mutlaka, konu hakkında hiçbir ön bilgi sahibi olmadan izlemek gerekiyor. Mia Farrow'un performansı da muhteşem.
Chinatown (1974) : Sürekli farklı türleri deneyen Polanski'den 50'li yılların film-noir'larına başarılı bir gönderme.
Frantic (1988) : Eşi birden kaybolan Harrison Ford kendini sürükleyici bir kovalamaca içinde bulur.
Death and the Maiden (1994) Sigourney Weaver Avatar'da karizmayı boydan boya çizdirene kadar keşke yine bir Polanski filminde yer alsaymış.
The Ninth Gate (1999) : Polanski gizemli bir kitap etrafında etkileyici bir atmosfer oluşturuyor, Johny Depp'in varlığıyla da film bir kat daha değerleniyor.
The Pianist (2002) : Yüzlerce filme konu olmuş bir dönemle ilgili bir film çekip, yeni bir şeyler söyleyebilmek, hem de böyle bir görsellikle ancak Polanski gibi bir yetenekle mümkün olabilirdi.
Oliver Twist (2005) : The Pianist'le büyük kitlelere ulaşan Polanski aynı başarıyı Oliver Twist ile tekrarladı. Dickens'ın romanının çok başarılı bir filme aktarımı.
The Ghost Writer (2010) : Gelelim Polanski'nin son filmine. İtiraf etmem lazım ki, filmsiz geçen aylardan sonra, sırf imdb'de ilk 250'ye girdi diye "Kick-Ass"i izleme gafletinde bulundum. Her ne kadar ilk 20 dakikasında ümitli idiysem de bence çok çok kötü bir filmdi ve acilen sinefil damarlarımdaki tansiyonu düzene sokacak bir filme ihtiyacım vardı. Hemen her filmini çok beğendiğim bir yönetmenin filmini izlemek, yapılacak en sağlam adımdı. Polanski yüzümü kara çıkarmadı. "Ghost Writer" gerçekten derli toplu bir film ve dolaylı olarak çok sert bir ABD - Birleşik Krallık kritiği var. Pek çok insan gibi ben de Birleşik Krallık'ın Irak işgalinde ABD'ye, bir çocuğun dahi güleceği içi boş argümanlarla verdiği tam desteğe çok tepkiliyim. Tabii esasında biliyoruz bunun arkasında petrol yataklarına hükmetmek gibi çok "gerekli" gerekçeler olduğunu ama Polanski daha güzel bir açıklama getiriyor. Seyretmemişlere daha fazla ispiyon vermemek adına burada konuyu uzatmayıp, hemen her rolünde beğendiğim Ewan McGregor'un da büyük katkısının olduğu filmi tavsiye edelim.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Enrico Rava & Stefano Bollani
Son aylarda katılabildiğim kayda değer tek etkinliği buraya not düşmek isterim. Bu sene pas geçmek zorunda kaldığım İstanbul Müzik Festivali'nin ardından aynı akıbete İstanbul Caz Festivali'nde de uğramak üzereydim. Festival Programı'nı gördüğümde hiçbirine gidemesem de mutlaka trompetçi Enrico Rava'yı kaçırmamalıyım diye düşündüm, zira yıllardır albümlerini büyük keyifle dinliyorum. Piyanist Stefano Bollani'yi ise tanımıyordum, Rava'nın öğrencisiymiş ve son zamanlarda da sık sık beraber konserler veriyorlarmış. Konserin en favori festival mekanım Aya İrini'de olduğunu görünce de motivasyonum bir kat arttı. Çok sevdiğim bir dostum sağolsun organizasyonu yaptı ve konseri kaçırmadık.
Ama salona girer girmez ilk şoku yaşadık, salona öyle bir oturma düzeni yapılmıştı ki, ben hayatımda bundan daha sıkışık sıralar görmedim. O kadar zor sığdık ve o kadar rahatsızdı ki tasvir etmek çok zor. Herhalde Dünya'daki en uyduruk charter uçuşlarda bile öndeki sıraya daha fazla mesafe vardır. Arkamızdakilerin nefesini direk ensemizde hissettik. Festivallerin ne zor şartlarda yapıldığını biliyorum ama bu artık her türlü toleransın ötesinde bir durumdu. Eğer Aya İrini'nin normal bir oturma düzenindeki büyüklüğü bu konseri finanse edemiyorsa, daha büyük bir salon tercih edilmeliydi. Zaten maliyetlerin büyük kısmını bilet satışları değil, sponsorlar karşılıyor, dolayısıyla en başta konsere sponsor olan firmanın bu insanlık dışı uygulamaya karşı çıkması gerekirdi. Konserden sonra hemen IKSV'ye gerçekten de nazik bir mail yazarak sıkıntımı dile getirdim, ama maalesef cevap dahi alamadım. Konser çıkışında kulak misafiri olduğum kadarıyla herkes aynı şeyi konuşuyordu, ama acaba kaç kişi şikayetini IKSV'ye iletti.
Gerçekten de kımıldayamamaktan dolayı içinde bulunduğum fiziksel sıkıntıya rağmen konserden zevk alabilmek için elimden geleni yaptım. Rava ve Bollani çok sempatiktiler, seyirciyle iletişim kurdular, çok ince ve tatlı bir espri anlayışına sahiptiler, sadece aralarda değil, müzik icra ederken de seyircileri ufak mizansenlerle güldürdüler. Beni özellikle Bollani'nin piyano çalışı etkiledi. Piyano'nun tuşlarına her türlü, koluyla, bacağıyla, dirseğiyle de vursa müthiş tınılar çıkardı, sanki hatasız müzik banttan çalıyordu da Bollani rastgele tuşlara vuruyordu.
Umarım IKSV önümüzdeki sene bu benim açımdan kabul edilemez uygulamadan vazgeçer de İstanbul'un en büyüleyici konser mekanında nice konserlerin tadına varabiliriz.
Ama salona girer girmez ilk şoku yaşadık, salona öyle bir oturma düzeni yapılmıştı ki, ben hayatımda bundan daha sıkışık sıralar görmedim. O kadar zor sığdık ve o kadar rahatsızdı ki tasvir etmek çok zor. Herhalde Dünya'daki en uyduruk charter uçuşlarda bile öndeki sıraya daha fazla mesafe vardır. Arkamızdakilerin nefesini direk ensemizde hissettik. Festivallerin ne zor şartlarda yapıldığını biliyorum ama bu artık her türlü toleransın ötesinde bir durumdu. Eğer Aya İrini'nin normal bir oturma düzenindeki büyüklüğü bu konseri finanse edemiyorsa, daha büyük bir salon tercih edilmeliydi. Zaten maliyetlerin büyük kısmını bilet satışları değil, sponsorlar karşılıyor, dolayısıyla en başta konsere sponsor olan firmanın bu insanlık dışı uygulamaya karşı çıkması gerekirdi. Konserden sonra hemen IKSV'ye gerçekten de nazik bir mail yazarak sıkıntımı dile getirdim, ama maalesef cevap dahi alamadım. Konser çıkışında kulak misafiri olduğum kadarıyla herkes aynı şeyi konuşuyordu, ama acaba kaç kişi şikayetini IKSV'ye iletti.
Gerçekten de kımıldayamamaktan dolayı içinde bulunduğum fiziksel sıkıntıya rağmen konserden zevk alabilmek için elimden geleni yaptım. Rava ve Bollani çok sempatiktiler, seyirciyle iletişim kurdular, çok ince ve tatlı bir espri anlayışına sahiptiler, sadece aralarda değil, müzik icra ederken de seyircileri ufak mizansenlerle güldürdüler. Beni özellikle Bollani'nin piyano çalışı etkiledi. Piyano'nun tuşlarına her türlü, koluyla, bacağıyla, dirseğiyle de vursa müthiş tınılar çıkardı, sanki hatasız müzik banttan çalıyordu da Bollani rastgele tuşlara vuruyordu.
Umarım IKSV önümüzdeki sene bu benim açımdan kabul edilemez uygulamadan vazgeçer de İstanbul'un en büyüleyici konser mekanında nice konserlerin tadına varabiliriz.
19 Ağustos 2010 Perşembe
(D) ARA (L)
Bazen hayatlarımızda o kadar yoğun çalışmak zorunda kaldığımız dönemler oluyor ki kendimizi, yaşadığımızı, bu dünya'ya bir kere geldiğimizi unutabiliyoruz. Şu son iki üç ayda bu şekilde bir yoğunluktan geçerken fark ettim ki, bu güncenin benim açımdan bir diğer güzel işlevi de, kendimi unuttuğum dönemlerde beni kendime gelmem yönünde uyarması. Yazamayacak kadar kimse vakitsiz olamaz ama yazamayacak kadar herkes yorgun olabilir ancak daha da acıklısı yazılacakların olmamasıdır. Yazmak için yaşamak, benim tanımımla bir film seyretmek, bir oyun, bir konser izlemek, bir kitap okumak, bir sergi gezmek, güzel bir müzik dinlemek gerekir. Eğer bunların hiçbiri yapılamıyorsa denize fazla açılındığı, dalgalarla fazla boğuşmanın sonunun olmadığı, bir an önce sakin dingin koya geri yüzülmesi, hatta sudan çıkıp gölge bir yere uzanılması gerektiği hatırlanmalı, öncelikler her sabah tekrar tekrar yinelenmeli.
Herkes gibi ben de hayatımın çeşitli dönemlerinde çok yoğun dönemlerden geçmişimdir ama beynimin yukarıda saydığım eylemleri gerçekleştirmemle ilgili kısmının, yoğunluk ve yorgunluktan değil de, özellikle belirsizliklerden kaynaklanan yoğun stresten dolayı tamamen bloke olduğunu fark ettim (son haftalarda İstanbul'da yaşanan dayanılmaz sıcakları da unutmamalı). Bu blokaj olduğu sürece boş bir vakit bulsam da yapabildiğim tek şey boş boş duvara bakmak veya boş bir duvardan farkı olmayan televizyona bakmak, evet maalesef uzun yıllar televizyon izlemeden yaşadıktan sonra şu son zamanda tekrar televizyonun düğmesine dokundum, gereksiz siyasi tartışmaları ve bir de gerekli mi gereksiz mi karar veremediğim (insan doğasıyla ilgili çok ilginç bir belgesel olan) Survivor'ı izledim. Bu sabah itibariyle stresime en büyük kaynak olan konuyu atlatmam itibariyle kendime televizyonun düğmesine Formula1 olmadığı sürece (bir de Survivor finalini izliycem:)) dokunmama sözü veriyorum.
Bu akşam eve gidip güzel bir film izliycem.
Herkes gibi ben de hayatımın çeşitli dönemlerinde çok yoğun dönemlerden geçmişimdir ama beynimin yukarıda saydığım eylemleri gerçekleştirmemle ilgili kısmının, yoğunluk ve yorgunluktan değil de, özellikle belirsizliklerden kaynaklanan yoğun stresten dolayı tamamen bloke olduğunu fark ettim (son haftalarda İstanbul'da yaşanan dayanılmaz sıcakları da unutmamalı). Bu blokaj olduğu sürece boş bir vakit bulsam da yapabildiğim tek şey boş boş duvara bakmak veya boş bir duvardan farkı olmayan televizyona bakmak, evet maalesef uzun yıllar televizyon izlemeden yaşadıktan sonra şu son zamanda tekrar televizyonun düğmesine dokundum, gereksiz siyasi tartışmaları ve bir de gerekli mi gereksiz mi karar veremediğim (insan doğasıyla ilgili çok ilginç bir belgesel olan) Survivor'ı izledim. Bu sabah itibariyle stresime en büyük kaynak olan konuyu atlatmam itibariyle kendime televizyonun düğmesine Formula1 olmadığı sürece (bir de Survivor finalini izliycem:)) dokunmama sözü veriyorum.
Bu akşam eve gidip güzel bir film izliycem.
16 Haziran 2010 Çarşamba
Fernando Botero - Pera Müzesi
Pera Müzesi'ndeki Botero sergisi uzun zamandır en keyif alarak gezdiğim etkinliklerden biri oldu. Resimde (ve de genelde) canlı renkleri çok severim, Botero'nun eserleri de tam bir gözlere renk ziyafeti. Hatta ressam niye resimlerinde büyük hacimli karakterler çizdiği sorulunca, bunu renkleri daha iyi kullanabilmek için tercih ettiğini söylüyor. Resimlerindeki tüm karakterlerin yüzlerinde aynı boş ifade var, dudak uçları da aşağıya baktığı için somurtur durumdalar. Bir tek balkondan atlayarak intihar eden bir adamın yüzünde acı bir gülümsemeyi andırır şekilde dişler görebildim. Cıvıl cıvıl renklerle ışıldayan tablolarda hayata dair çarpıcı bir ironi var benim algılayabildiğim kadarıyla. Botero'nun anlamlarla yüklü resimleri favori ressamım Hopper'ı hatırlattı bana biraz. Botero'nun sirkindeki palyaçolarla Hopper'ın "Soir Bleu"sündeki palyaço arasında yakın bir bağ var kanımca.
Bu müthiş sergi için Pera Müzesi'ne sonsuz teşekkürler...
Bu müthiş sergi için Pera Müzesi'ne sonsuz teşekkürler...
Ressam Pierre Loti - Uzun Bir Yolculuk
Meğer Pierre Loti iyi bir de çizermiş. Karakalem ağırlıklı çizimleri Notre-Dame de Sion Fransız Lisesi’nde sergileniyor. Fotoğrafın olmadığı bir dönemde egzotik ülkelere dair yaptığı resimler ilgi çekici. Sergide ayrıca Abdülmecid'in bizzat kaleme aldığı Loti'ye gönderilmiş ağdalı mektubu okunabilir ve Aziyade'nin yazarın ablası tarafından resmedilmiş tablosu izlenebilir.
Bir dönem Eyüp'te yaşamış Türk dostu Pierre Loti'yi daha yakından tanımak isteyenler bu sergiyi kaçırmasınlar.
Bir dönem Eyüp'te yaşamış Türk dostu Pierre Loti'yi daha yakından tanımak isteyenler bu sergiyi kaçırmasınlar.
Starter - Arter
İstanbul'un kazandığı yeni kültür ve sanat mekanlarından biri de Vehbi Koç Vakfı'nın İstiklal Caddesi'nde bir binayı restore ederek mayıs ayında açtığı Arter. Borusan Müzikevi kadar etkileyici bulmasam da çok güzel bir mekan olmuş. Açılış sergisi "Starter"'ın kuratörlüğünü René Block üstlenmiş ve 87 sanatçının 160 üzerinde eseri sergileniyor. Sergilenen güncel eserler, anlatmak istediklerini direk bir şekilde dillendirmiyorlar, tüm eserler üzerinde biraz düşünmek, vakit harcamak gerekiyor, herhalde her şeyi hızlıca tüketmeye alışmış günümüz toplumuna bir tepki olsa gerek. Sergiyi gezerken kendimi minik bir bienalde hissettim, hatta bu seneki Istanbul bienalinden daha başarılı bulduğumu belirtmeliyim.Eğer İstiklal Caddesi'nde dolaşırken dikkatinizi vitrindeki dev bir tank çekerse, biraz vaktinizi (hatta birazdan fazla) ayırıp kendinizi Arter'in kollarına bırakın.
Madde Işık - Borusan Müzikevi
Borusan Müzikevi'nin içini çok merak ediyordum. "Madde ve Işık" sergisini görünce bu merakın da etkisiyle hemen içeri daldım. Binanın içi de dışı kadar güzel ve çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Binanın güzelliği bir yana, içerideki sergi de çok etkileyiciydi. Kuratörlüğünü Richard Castelli'nin üstlendiği sergide 9 sanatçının eserleri Borusan Müzikevi'nin beş katına yayılmış. Işık, ses ve madde devinimlerinin oluşturduğu eserlerin her birini ayrı ayrı beğendim ama özellikle genişçe bir havuzun içindeki sıvıda yaratılan dalgasal hareketlerin yan taraftan vuran güçlü ışıkla duvara yansıyan görüntüsü çok etkileyiciydi. Sergi, eserlere yer yer dokunarak, içlerinde yer alarak, 3 boyutlu görüntüleri kontrol ederek interaktif bir deneyim de sağlıyor. Kısacası İstiklal Caddesi'nin kuru kalabalığından muhteşem bir kaçış noktası, ekim ayına kadar da açık, ben şahsen oradan geçtikçe içeri dalmayı düşünüyorum.
6 Haziran 2010 Pazar
Jim Jarmusch ve The Limits of Control (2009)
Jim Jarmusch'un özellikle "Down by Law (1986)"'unu ve "Night on Earth (1991)"'ünü çok severim. Roberto Benigni her ikisinde de unutulumaz komik iki karaktere imza atmıştır. Diğer filmleri "Stranger Than Paradise (1984)", "Mystery Train (1986)", "Dead Man (1995)", "Ghost Dog: The Way of the Samurai (1999)", "Coffee and Cigarettes (2003)", "Broken Flowers (2005)" birbirinden ilginç, özgün ve Jarmusch sinemasının tipik örnekleridir. Jarmusch hiç bir zaman tribünlere oynamaz, gişe endişesiyle filmler yapmaz, bu da onun filmlerini kult statüsüne taşımıştır.
Son filmi "The Limits of Control" bu statüyü iyice sağlamlaştıran bir eser. Isaach De Bankole'nin başarıyla canlandırdığı "yanlız adam" film boyunca hemen hemen hiç konuşmayarak sırayla pek çok nevi şahsına münhasır karakterle bir araya geliyor ve onlarla esrarengiz bir kibrit kutusu değiş tokuşu yapmanın yanı sıra anlatılanlara ermiş bir ifadeyle kulak veriyor. Büyük beklentilerle filmin başına geçenler veya anaakım filmleri tercih edenlerin hayal kırıklığına uğramaları muhtemel olan film, Jarmusch'un her biri sıradışı olan filmlerini sevenlerin beğenisini kazanacaktır.
Son filmi "The Limits of Control" bu statüyü iyice sağlamlaştıran bir eser. Isaach De Bankole'nin başarıyla canlandırdığı "yanlız adam" film boyunca hemen hemen hiç konuşmayarak sırayla pek çok nevi şahsına münhasır karakterle bir araya geliyor ve onlarla esrarengiz bir kibrit kutusu değiş tokuşu yapmanın yanı sıra anlatılanlara ermiş bir ifadeyle kulak veriyor. Büyük beklentilerle filmin başına geçenler veya anaakım filmleri tercih edenlerin hayal kırıklığına uğramaları muhtemel olan film, Jarmusch'un her biri sıradışı olan filmlerini sevenlerin beğenisini kazanacaktır.
Adrián Biniez ve Gigante (2009)
Biniez'in ilk uzun metrajlı filmi "Gigante" tipik bir Uruguay filmi. Son dönem Türk filmlerinin çoğunun ağır ve melankolik bir ortak paydası olduğu gibi, bugüne kadar izlediğim Uruguay filmlerinin de böyle bir ortak paydası var. Tasviri zor biraz nihilist, zamanın yavaş işlediği bir atmosferi var bu filmlerin. Biniez, bu sinemanın çok iyi bir örneği olan "Whisky"'de de oyuncu olarak ufak bir rol üstlenmiş. "Gigante" "Whisky"'nin kalitesine ulaşamasa da fena bir film değil.
Büyük bir süpermarkette güvelik görevlisi olarak çalışan "dev" Jara'nın, markette geceleri temizlik işçisi olarak çalışan Julia"ya olan platonik ilgisini ve boş zamanlarında gizlice onu takip etmesini, pek bir olayın olmadığı film boyunca izliyoruz. Sade hikaye herkese hitap etmeyecektir, ama bu tarzın severlerinin ilgisini çekecektir.
Büyük bir süpermarkette güvelik görevlisi olarak çalışan "dev" Jara'nın, markette geceleri temizlik işçisi olarak çalışan Julia"ya olan platonik ilgisini ve boş zamanlarında gizlice onu takip etmesini, pek bir olayın olmadığı film boyunca izliyoruz. Sade hikaye herkese hitap etmeyecektir, ama bu tarzın severlerinin ilgisini çekecektir.
Ilmar Raag ve Klass (2007)
Estonyalı yönetmen Ilmar Raag "Klass" ile çok başarılı bir filme imza atmış. Gus van Sant'ın "Elephant"'ta "nasıl"ına el attığı konunun "niye"siyle ilgileniyor "Klass". İtiraf etmek gerekirse sonuna kadar İsveç'te geçtiğini sandığım hikaye meğerse Estonya'da geçiyormuş, zaten "Klass" da seyrettiğim ilk Eston filmi. Ama anlatılanlar Dünya'nın her ülkesinde geçebilirdi.
Ergenlik çağındaki öğrencilerin bir sınıfta günah keçisi haline gelmiş zayıf bir öğrenciye yaptıkları her türlü işkenceye bir iki öğrencinin liderlik etmesini, diğer öğrencilerin de, faşizmin mikro modeli haline gelmiş bu sınıfta, faşizmin gücünün sırrı olan dışlanmamak için güçlünün arkasında olmayı tercih etmeleriyle olaylar gelişiyor.
Filmin tek zayıf yanını finali olarak görüyorum, tüm yaşananlara rağmen bizzat ikna olduğumu söyleyemem.
Ergenlik çağındaki öğrencilerin bir sınıfta günah keçisi haline gelmiş zayıf bir öğrenciye yaptıkları her türlü işkenceye bir iki öğrencinin liderlik etmesini, diğer öğrencilerin de, faşizmin mikro modeli haline gelmiş bu sınıfta, faşizmin gücünün sırrı olan dışlanmamak için güçlünün arkasında olmayı tercih etmeleriyle olaylar gelişiyor.
Filmin tek zayıf yanını finali olarak görüyorum, tüm yaşananlara rağmen bizzat ikna olduğumu söyleyemem.
Oliver Parker ve Dorian Gray (2009)
Oliver Parker'dan daha önce Oscar Wild'ın çok sevdiğim bir piyesi olan "The Importance of Being Earnest"'ı izlemiş ve okuduğum eserlerin film versiyonlarında uğradığım hayal kırıklığına uğramamıştım.
Parker "Dorian Gray" ile Oscar Wild'ın çok meşhur diğer bir eserine el atıyor, ama bu sefer işi daha zor, çünkü "Dorian Gray" "The Importance of Being Earnest" gibi hoş bir komedi değil, derinliğinin verilmesi çok daha zor, karanlık bir eser. Ruhunu bilgelik karşılığında Mephisto'ya satan Faust'a karşılık, Dorian Gray ruhunu ebedi gençlik ve güzellik uğruna satar ve sonuçlarına katlanır. Onu yoldan çıkaran ise Colin Firth'ün yine başarıyla canlandırdığı Lord Henry'dir.
Ortaya çıkan sonuç kanaatimce çok çok kötü olmamakla beraber başarılı da değil. Orijinal eserin ruhunu ve derinliğini yansıtmaktan bir hayli uzak kalmış.
Parker "Dorian Gray" ile Oscar Wild'ın çok meşhur diğer bir eserine el atıyor, ama bu sefer işi daha zor, çünkü "Dorian Gray" "The Importance of Being Earnest" gibi hoş bir komedi değil, derinliğinin verilmesi çok daha zor, karanlık bir eser. Ruhunu bilgelik karşılığında Mephisto'ya satan Faust'a karşılık, Dorian Gray ruhunu ebedi gençlik ve güzellik uğruna satar ve sonuçlarına katlanır. Onu yoldan çıkaran ise Colin Firth'ün yine başarıyla canlandırdığı Lord Henry'dir.
Ortaya çıkan sonuç kanaatimce çok çok kötü olmamakla beraber başarılı da değil. Orijinal eserin ruhunu ve derinliğini yansıtmaktan bir hayli uzak kalmış.
Hekate'nin Şarkısı
İstanbul Tiyatro Festivali'nin açılış oyunu olan "Hekate'nin Şarkısı"'nda Shakespeare'in sonelerinin türkçe çevirileri, Selim Atakan tarafından müziğe dökülerek projelendirilmiş. Baştan sona müzikal olan eserde Anadolu kökenli bir tanrıça olan Hekate rolünde güzel sesiyle çok başarılı olan Ayça Varlıer'e, şeffaf bir perde arkasında canlı enstrümanlar eşlik ediyor. Güzel bir iki fikire rağmen, eseri pek yaratıcı ve etkileyici bulduğumu söyleyemem ama yine de (maalesef) bir hayli boş kalmış olan salonda çok daha fazla seyirciyi hak ediyordu.
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Felix Van Groeningen ve The Shittiness of Things (2009)
"Hayat Var"'da Reha Erdem'in başaramadığını Van Groeningen "The Shittiness of Things"'de büyük bir ustalıkla başarıyor. Hayat'la aynı yaştaki Gunther'in yaşadıklarını özgün bir sinema diliyle ve bütünlüğü olan gerçekçi bir filmde izliyoruz. Film, İstanbul Film Festivali jürisini de beni etkilediği kadar etkilemiş olsa gerek ki bu sene Altın Lale ödülünü çok hak ederek kazandı.
Yanlış yönetmenin elinde bir kabusa dönüşebilecek arabesk hikaye, yani Gunther'in alkolik babası ve amcalarıyla Belçika'nın flaman bölgesindeki yaşamı, tüm trajik yanlarının yanısıra biraz kara komedi ile harmanlanınca ortaya çok başarılı bir film çıkıyor.
Bazen mükemmel filmlere ödül vermesine rağmen bazen de kanaatimce bir hayli saçmalayabilen İstanbul Film Festivali jürisi bu sene turnayı gözünden vurmuş...
Yanlış yönetmenin elinde bir kabusa dönüşebilecek arabesk hikaye, yani Gunther'in alkolik babası ve amcalarıyla Belçika'nın flaman bölgesindeki yaşamı, tüm trajik yanlarının yanısıra biraz kara komedi ile harmanlanınca ortaya çok başarılı bir film çıkıyor.
Bazen mükemmel filmlere ödül vermesine rağmen bazen de kanaatimce bir hayli saçmalayabilen İstanbul Film Festivali jürisi bu sene turnayı gözünden vurmuş...
Joseph L. Mankiewicz Filmleri
Başarılı bir yönetmenin filmlerini arka arkaya izlemek herhalde en keyifli sinefil hobilerinden biridir. Çok sevdiğim filmlerden biri olan "All About Eve"'in yönetmeni Mankiewicz'in başka hiçbir filmini izlememiş olduğumu fark edince elime geçirebildiğim filmlerini izlemeye koyuldum. Filmlere, beğenme sırama göre bir iki cümle not düşersem;
All About Eve (1950)
Büyük yıldız Margo (Muhteşem Bette Davis) ve filmde onun tahtına göz dikmiş yardımcısı rolünde Eve (Anne Baxter)'in aralarındaki rekabet sanki sadece tiyatro sahnesi üzerinde değil, aynı zamanda bu filmde kim daha müthiş bir performans sergileyecek diye kızışıyor, çünkü ikisi de oyunlarıyla büyülüyorlar. Tek kelimeyle dört dörtlük bir film.
Sleuth (1972)
Bu filmde de bu sefer erkek oyuncular cephesinin en büyük isimlerinden Laurence Olivier ve Michael Caine'in muhteşem oyunculuklarına tanıklık ediyoruz. Polisiye severlerin bayılacağı filmde egoları yaralanmış iki erkeğin birbirlerine oynayacakları şaşırtmalı oyunları ekrana kitlenerek izliyoruz.
A Letter to Three Wives (1949)
Üç çok yakın kadın arkadaş, bir pikniğe gitmek üzere yola çıkarken, bir diğer arkadaşlarından aldıkları mektupta, bu arkadaşlarının üçünden birinin eşiyle kaçtığını öğreniyorlar. Geriye dönüşlerle her birinin eşleriyle hikayelerini izleyerek bu talihsiz olayın hangisinin başına geldiğini tahmin etmeye çalışıyoruz.
5 Fingers (1952)
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da geçen ajan hikayesinde, İngiliz konsolosunun hizmetkarının gizli belgeleri Alman'lara satmaya çalışmasını izliyoruz. Gerçek mekanlarda çekilen filmin güzel sürprizlerinden biri de son kısmının İstanbul'da geçmesi.
Suddenly, Last Summer (1959)
Tennessee Williams'un oyunundan filme çekilen "Suddenly, Last Summer" sadece Elizabeth Taylor'un oyunu için izlemeye değer. Montgomery Clift'in bu performans karşısında sönük kalmasının yanısıra Hollywood'un eşcinsel temalara geçmişte uygulamış olduğu çok sert sansür sebebiyle, karakterler yer yer bazı kelimeleri söyleyemediklerinden tabu oynar hale geliyorlar.
No Way Out (1950)
Sidney Poitier'ın, Hollywood'da siyahlarla ilgili temaları geniş kitlelere ulaştıran rolleri oynamak gibi büyük bir misyonu var. "In the Heat of the Night"'ta mesleğinde çok başarılı olmasına rağmen siyah olduğu için adam yerine konmayan bir dedektifi canlandırdığı gibi bu filmde de siyah olması sebebiyle başına gelmeyen kalmayan başarılı bir doktoru canlandırıyor.
The Ghost and Mrs. Muir (1947)
Mankiewicz filmlerinden bir tek "The Ghost and Mrs. Muir"'i çok sevemedim. Çekildiği zaman itibariyle belki orijinal bir hayalet hikayesi olabilir ama bugünden bakınca biraz yavan kalıyor. Buna ek olarak, Otto Preminger'in "Laura"'sında çok etkilendiğim Gene Tierney'in bu filmdeki oyunculuğu doğallıktan uzak, biraz yapmacık.
All About Eve (1950)
Büyük yıldız Margo (Muhteşem Bette Davis) ve filmde onun tahtına göz dikmiş yardımcısı rolünde Eve (Anne Baxter)'in aralarındaki rekabet sanki sadece tiyatro sahnesi üzerinde değil, aynı zamanda bu filmde kim daha müthiş bir performans sergileyecek diye kızışıyor, çünkü ikisi de oyunlarıyla büyülüyorlar. Tek kelimeyle dört dörtlük bir film.
Sleuth (1972)
Bu filmde de bu sefer erkek oyuncular cephesinin en büyük isimlerinden Laurence Olivier ve Michael Caine'in muhteşem oyunculuklarına tanıklık ediyoruz. Polisiye severlerin bayılacağı filmde egoları yaralanmış iki erkeğin birbirlerine oynayacakları şaşırtmalı oyunları ekrana kitlenerek izliyoruz.
A Letter to Three Wives (1949)
Üç çok yakın kadın arkadaş, bir pikniğe gitmek üzere yola çıkarken, bir diğer arkadaşlarından aldıkları mektupta, bu arkadaşlarının üçünden birinin eşiyle kaçtığını öğreniyorlar. Geriye dönüşlerle her birinin eşleriyle hikayelerini izleyerek bu talihsiz olayın hangisinin başına geldiğini tahmin etmeye çalışıyoruz.
5 Fingers (1952)
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da geçen ajan hikayesinde, İngiliz konsolosunun hizmetkarının gizli belgeleri Alman'lara satmaya çalışmasını izliyoruz. Gerçek mekanlarda çekilen filmin güzel sürprizlerinden biri de son kısmının İstanbul'da geçmesi.
Suddenly, Last Summer (1959)
Tennessee Williams'un oyunundan filme çekilen "Suddenly, Last Summer" sadece Elizabeth Taylor'un oyunu için izlemeye değer. Montgomery Clift'in bu performans karşısında sönük kalmasının yanısıra Hollywood'un eşcinsel temalara geçmişte uygulamış olduğu çok sert sansür sebebiyle, karakterler yer yer bazı kelimeleri söyleyemediklerinden tabu oynar hale geliyorlar.
No Way Out (1950)
Sidney Poitier'ın, Hollywood'da siyahlarla ilgili temaları geniş kitlelere ulaştıran rolleri oynamak gibi büyük bir misyonu var. "In the Heat of the Night"'ta mesleğinde çok başarılı olmasına rağmen siyah olduğu için adam yerine konmayan bir dedektifi canlandırdığı gibi bu filmde de siyah olması sebebiyle başına gelmeyen kalmayan başarılı bir doktoru canlandırıyor.
The Ghost and Mrs. Muir (1947)
Mankiewicz filmlerinden bir tek "The Ghost and Mrs. Muir"'i çok sevemedim. Çekildiği zaman itibariyle belki orijinal bir hayalet hikayesi olabilir ama bugünden bakınca biraz yavan kalıyor. Buna ek olarak, Otto Preminger'in "Laura"'sında çok etkilendiğim Gene Tierney'in bu filmdeki oyunculuğu doğallıktan uzak, biraz yapmacık.
Daniel Monzón ve Celda 211 (2009)
Monzón "Cell 211" ile sürükleyici bir hapishane filmine imza atıyor. Hapishanede yeni göreve başlayacak olan bir polis memuru, ilk iş gününde çıkan isyanda kazayla hükümlülerin arasında kalarak hapishaneye yeni gelmiş hükümlü rolüne bürünmek zorunda kalıyor. Filmin yönetimi ve oyunculuklar iyi, tempo düşmüyor, karakterler, özellikle de isyanın lideri biraz karikatürize, dolayısıyla "Un Prophet"'in doğallığını ve gerçekçiliğini yakalayamıyor, ama zaten böyle bir iddiası da yok. Bir başeser olmasa da ilgiyle izlenen bir vakit geçirici.
Reha Erdem ve Hayat Var (2008)
Reha Erdem son dönem Türk Sinemasının en parlayan yönetmenlerinden. Filmleri hem olumlu yorumlar alıyor hem de festivallerden ödüllerle dönüyor. Daha önce izlediğim tek filmi vardı; 2006'da İstanbul Film Festival'inde Altın Lale'yi kazanan "Beş Vakit". Açıkçası benim naçizane görüşümce pek ödüllük bir film değildi. Güzel görüntülere rağmen özgün bir sinema dili görememiştim, hatta başta Gus Van Sant olmak üzere pek çok farklı yönetmenin etkisi gözüküyordu. Bir yönetmenden etkilenmek doğal bir şey olabilir ama anlatılan hikayeyi destekleyecek şekilde kendi süzgeçinden de geçirmek gerekir kanaatimce. Filmin konusunu ve tarzını da çok özgün bulduğumu söyleyemem, son dönem Türk filmlerinin büyük kısmının kapıldığı melankolik yavaş ritmin bir tekrarı gibi gelmişti bana. Yavaş filmleri çok severim ama tekrar değillerse.
Benzer şeyleri hatta daha da yoğun olarak "Hayat var" için düşündüm. Sanki bir sinefilin izlediği pek çok filmlerden parçalar alıp, alabildiğine uç notada dramatize edilmiş bir senaryoya iliştirmesi gibi geldi bana. Filmin isminde ucuz kokan metaforun işaret ettiği muhtemel olaylar sırasıyla vuku buluyor. Annesi tarafından terkedilmiş (eşcinsel) babasıyla ve alkolik ve oksijen tüpüne bağlı yatalak büyükbabasıyla derme çatma bir kulübede yaşayan Hayat, yeniden evlenmiş ve bebek sahibi olmuş annesi ve üvey babası tarafından istenmiyor, çok güzel bir kız olmasına rağmen okulda dışlanıyor, vakit geçirdiği neşeli komşu teyzesinin tacizine uğruyor, gündüz vakti girdiği mahalle bakkalında bile tecavüze uğruyor. Küçük Emrah / Küçük Ceylan hikayelerini aratmayan senaryo, Ertem Eğilmez'in Yeşilçam klişelerini ti'ye aldığı "Arabesk"'ini hatırlatıyor ama maalesef bir de kendini pek bir ciddiye alıyor. En uçta arabesk konuları işlemenin de bir usülü vardır, özellikle Avrupa sineması bunun mükemmel örneklerini vermiştir. (Mesela bu sene Altın Lale'yi kazanan film gibi) Bu tür filmler beni çok derinden etkiler, birkaç gün etkilerinden çıkamam ama maalasef "Hayat var"'dan zerre kadar etkilenmedim, bana inanılmaz zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bir de "Hayat var", izlenirken Gus van Sant'tan Lars von Trier'e kadar o kadar fazla yönetmeni ve filmi hatırlatıyor ki, sanki reçeteyle yapılmış, ama uyumlu uyumsuz tüm baharatlar katıldığı için tatsız olan bir yemek gibi.
Bu filmi övgülere boğan o kadar çok sinema eleştirmeni var ki, herhalde bende ciddi bir terslik olsa gerek.
Benzer şeyleri hatta daha da yoğun olarak "Hayat var" için düşündüm. Sanki bir sinefilin izlediği pek çok filmlerden parçalar alıp, alabildiğine uç notada dramatize edilmiş bir senaryoya iliştirmesi gibi geldi bana. Filmin isminde ucuz kokan metaforun işaret ettiği muhtemel olaylar sırasıyla vuku buluyor. Annesi tarafından terkedilmiş (eşcinsel) babasıyla ve alkolik ve oksijen tüpüne bağlı yatalak büyükbabasıyla derme çatma bir kulübede yaşayan Hayat, yeniden evlenmiş ve bebek sahibi olmuş annesi ve üvey babası tarafından istenmiyor, çok güzel bir kız olmasına rağmen okulda dışlanıyor, vakit geçirdiği neşeli komşu teyzesinin tacizine uğruyor, gündüz vakti girdiği mahalle bakkalında bile tecavüze uğruyor. Küçük Emrah / Küçük Ceylan hikayelerini aratmayan senaryo, Ertem Eğilmez'in Yeşilçam klişelerini ti'ye aldığı "Arabesk"'ini hatırlatıyor ama maalesef bir de kendini pek bir ciddiye alıyor. En uçta arabesk konuları işlemenin de bir usülü vardır, özellikle Avrupa sineması bunun mükemmel örneklerini vermiştir. (Mesela bu sene Altın Lale'yi kazanan film gibi) Bu tür filmler beni çok derinden etkiler, birkaç gün etkilerinden çıkamam ama maalasef "Hayat var"'dan zerre kadar etkilenmedim, bana inanılmaz zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bir de "Hayat var", izlenirken Gus van Sant'tan Lars von Trier'e kadar o kadar fazla yönetmeni ve filmi hatırlatıyor ki, sanki reçeteyle yapılmış, ama uyumlu uyumsuz tüm baharatlar katıldığı için tatsız olan bir yemek gibi.
Bu filmi övgülere boğan o kadar çok sinema eleştirmeni var ki, herhalde bende ciddi bir terslik olsa gerek.
Robert Kenner ve Food, Inc. (2008)
Michael Moore'un "Bowling for Columbine"'da silah endüstrisine veya "Sicko"'da Amerikan sağlık sistemine yaptığı sert eleştirilerin bir benzeri Robert Kenner'dan gıda sektörüne geliyor. Vahşi kapitalizmin en uç noktalara ulaştığı bu sektörde tüm piyasaya hakim birkaç şirketin daha fazla kar etmek için nasıl halkın sağlığıyla oynadıkları, küçük üreticileri nasıl sindirip yok ettikleri çok net bir şekilde ortaya dökülüyor. İşin en acıklı, daha doğrusu en tehlikeli yanı ise bu firmaların çok güçlü bir lobiye sahip olmaları ve aleyhlerine hiçbir yasal düzenlemenin yapılmasına müsaade etmemeleri. Bu firmaları denetlemesi gereken kuruluşlar da tamamen bu firmaların kontrolü altında.
Bu ürkütücü gidişata dur demenin tek yolu var, o da tüketicilerin bilinçlenmesi, bu belgesel de bu yolda önemli bir adım atıyor, yeter ki insanlar izlesin...
Bu ürkütücü gidişata dur demenin tek yolu var, o da tüketicilerin bilinçlenmesi, bu belgesel de bu yolda önemli bir adım atıyor, yeter ki insanlar izlesin...
Kerem Gibi, Nazım Hikmet'le 35 Yıl
İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Genco Erkal'dan Nazım Hikmet'i dinledik. Nazım Hikmet'in dizelerinden kendi hayatını, görüntüler ve fotoğraflar eşliğinde izledik. Uğradığı büyük haksızlıkları, hiç eksilmeyen memleket hasretini her dizeyle ürpererek, gözlerimize hücum eden yaşlara hakim olmaya çalışarak hissettik.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
Münchner Kammerspiele ve Dava
Yine kelimelerimin anlatmakta son derece kifayetsiz kalacağı bir şaheseri yazıya dökmeye çalışıyorum. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğimiz "Dava" (Der Prozess) o kadar kusursuz ve etkileyiciydi ki, "nereden başlasam, nasıl anlatsam" kararsızlıklarıyla bir kaç gündür oturup bu yazıyı yazamıyorum. Herhalde günce blokajı (varsa böyle bir kavram) böyle bir şeydir. Ama fark ettim ki, araya ne kadar zaman girerse yazmak da bir o kadar zorlaşıyor, dolayısıyla kendimi iyi ifade edemeyeceğim endişesini (kesin inancını) bir yana bırakıp, en azından ne gördüğümle ilgili yüzeysel bir kaç cümle not düşeyim.
Tiyatro Festivali'nin biletlerini Biletix soygununa !!! maruz kalmamak için erkenden alamadık (Bu haddinden fazla kurnaz firma, Lale kart indirimli biletlerin, indirimsizlerle beraber alınmasına müsade etmediği gibi, birden fazla etkinliğe de tek seferde bilet aldırmıyor, her seferinde her bilet için ayrıca hizmet bedeli, zart bedeli, zurt bedeli talep ediyor, ne kadar kızgın olduğumu anlatamam, şu anda bu satırları yazarken bile kan beynime sıçradı), bir ara IKSV'ye uğrarız derken de zaman geçti ve ilk tercihimiz olacak oyunlara bilet bulamadık. Hayatta her işte bir hayır olduğu gibi, bunun da hayrını çok istekli olmadığımız "Dava"ya bilet alarak gördük. Almanya'nın en köklü tiyatro kurumlarından biri olan Münchner Kammerspiele'nin oyunu olmasına rağmen çok istekli değildim, çünkü Kafka'nın "Dava"sını hem çok çok beğenerek okumuş, hem de Orson Welles'den film versiyonunu izlemiştim. Tiyatro festivali deyince yeni bir şeyler izleme, şaşırma isteği hasıl oluyor. Ama çok iyi bilinen bir eser de insanı kendinden alacak kadar mükemmel bir şekilde yorumlanabiliyormuş.
Perde açıldığında, göz şeklindeki (evet Joseph K. biri seni gözetliyor) dekorun içinde Joseph K.'nın yatak odasında oyuncular izleyicinin bakış açısından kuşbakışı görülüyordu. Joseph K'nın içeriğini bilmediği ve hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir sebeple tutuklandığı haberini alacağı sahnede, kuşbakışı perspektifin yanısıra, aynı sahne bir de sahne üzerine inen oyuncuların yan perspektiften izlenebiliyordu. Aynı karakteri aynı anda iki farklı perspektiften nasıl görebileceğimiz sorusu da oyunun bir diğer dehasıyla açıklanıyor. Joseph K.'yı tek bir oyuncu canlandırmıyor, oyundaki herkes (4 kadın ve 4 erkek oyuncu) Joseph K.'nın izdüşümleri, sadece arada bazıları yan rolleri üstleniyorlar ve sonra tekrar Joseph K. oluyorlar.
Her şeyi son derece karmaşık hale getirebilecek bu konsept tam tersine o kadar mükemmel bir şekilde işliyor ki, Joseph K.'nın çok katmanlı kişiliği kusursuz bir şekilde vücut buluyor. Eserin sahnelenişindeki sayısız yaratıcı fikir bunlarla da bitmiyor; o anda sahne üzerinde aktif rolü olmayan oyuncular, arkada kendi aksı çevresinde oyun boyunca hiç durmadan dönen, yatay ve dikey pozisyonlara geçen platform üzerinde müthiş bir performans sergiliyorlar. Oyunun metaforlarına benzersiz göndermeler yapan bu koreografilerde bazen bir çarkın içinde fare misali dönüp duranları, bazen zamanın akışını görebileceğimiz bir saatin akreple yelkovanını izliyoruz.
İddialı dekorun sadece bir gösteriş unsuru olmadığı, oyunun sahneleşinde eserin derinliğinin verilmesine inanılmaz bir katkı sağladığı, dekorun yanısıra kullanılan ışığın da bunu mükemmel bir şekilde tamamladığı, oyunun finalindeki Joseph K.'nın idam sahnesinde bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Münchner Kammerspiele'nin oyuncularının performansı o kadar benzersizdi ki, 180 dakika süren oyun eğer 560 dakika da sürse gözümü kırpmadan izleyebilirdim. Son sürat konuştukları almancalarında artikülasyon tek kelimeyle mükemmeldi, tek bir hece, tek bir harf yutulmadı, tek bir dil sürçmesi olmadı. Hele ressam karakterinin öyle bir uzun monoloğu vardı ki, tüm salon hipnotize olduk, oyun arasında gelen tek (fazlasıyla hak edilmiş) alkış da bu monoloğun sonunda koptu, ben hayatımda böyle bir performans görmedim.
Uzun lafın kısası, ne benim sığ cümlelerim, ne de bu yazıya iliştirdiğim fotoğraflar oyunun büyüsüyle ilgili en ufak bir ipucu vermekten uzak, zaten tiyatronun sırrı da canlı izlenmesinde değil mi...
Tiyatro Festivali'nin biletlerini Biletix soygununa !!! maruz kalmamak için erkenden alamadık (Bu haddinden fazla kurnaz firma, Lale kart indirimli biletlerin, indirimsizlerle beraber alınmasına müsade etmediği gibi, birden fazla etkinliğe de tek seferde bilet aldırmıyor, her seferinde her bilet için ayrıca hizmet bedeli, zart bedeli, zurt bedeli talep ediyor, ne kadar kızgın olduğumu anlatamam, şu anda bu satırları yazarken bile kan beynime sıçradı), bir ara IKSV'ye uğrarız derken de zaman geçti ve ilk tercihimiz olacak oyunlara bilet bulamadık. Hayatta her işte bir hayır olduğu gibi, bunun da hayrını çok istekli olmadığımız "Dava"ya bilet alarak gördük. Almanya'nın en köklü tiyatro kurumlarından biri olan Münchner Kammerspiele'nin oyunu olmasına rağmen çok istekli değildim, çünkü Kafka'nın "Dava"sını hem çok çok beğenerek okumuş, hem de Orson Welles'den film versiyonunu izlemiştim. Tiyatro festivali deyince yeni bir şeyler izleme, şaşırma isteği hasıl oluyor. Ama çok iyi bilinen bir eser de insanı kendinden alacak kadar mükemmel bir şekilde yorumlanabiliyormuş.
Perde açıldığında, göz şeklindeki (evet Joseph K. biri seni gözetliyor) dekorun içinde Joseph K.'nın yatak odasında oyuncular izleyicinin bakış açısından kuşbakışı görülüyordu. Joseph K'nın içeriğini bilmediği ve hiçbir zaman öğrenemeyeceği bir sebeple tutuklandığı haberini alacağı sahnede, kuşbakışı perspektifin yanısıra, aynı sahne bir de sahne üzerine inen oyuncuların yan perspektiften izlenebiliyordu. Aynı karakteri aynı anda iki farklı perspektiften nasıl görebileceğimiz sorusu da oyunun bir diğer dehasıyla açıklanıyor. Joseph K.'yı tek bir oyuncu canlandırmıyor, oyundaki herkes (4 kadın ve 4 erkek oyuncu) Joseph K.'nın izdüşümleri, sadece arada bazıları yan rolleri üstleniyorlar ve sonra tekrar Joseph K. oluyorlar.
Her şeyi son derece karmaşık hale getirebilecek bu konsept tam tersine o kadar mükemmel bir şekilde işliyor ki, Joseph K.'nın çok katmanlı kişiliği kusursuz bir şekilde vücut buluyor. Eserin sahnelenişindeki sayısız yaratıcı fikir bunlarla da bitmiyor; o anda sahne üzerinde aktif rolü olmayan oyuncular, arkada kendi aksı çevresinde oyun boyunca hiç durmadan dönen, yatay ve dikey pozisyonlara geçen platform üzerinde müthiş bir performans sergiliyorlar. Oyunun metaforlarına benzersiz göndermeler yapan bu koreografilerde bazen bir çarkın içinde fare misali dönüp duranları, bazen zamanın akışını görebileceğimiz bir saatin akreple yelkovanını izliyoruz.
İddialı dekorun sadece bir gösteriş unsuru olmadığı, oyunun sahneleşinde eserin derinliğinin verilmesine inanılmaz bir katkı sağladığı, dekorun yanısıra kullanılan ışığın da bunu mükemmel bir şekilde tamamladığı, oyunun finalindeki Joseph K.'nın idam sahnesinde bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Münchner Kammerspiele'nin oyuncularının performansı o kadar benzersizdi ki, 180 dakika süren oyun eğer 560 dakika da sürse gözümü kırpmadan izleyebilirdim. Son sürat konuştukları almancalarında artikülasyon tek kelimeyle mükemmeldi, tek bir hece, tek bir harf yutulmadı, tek bir dil sürçmesi olmadı. Hele ressam karakterinin öyle bir uzun monoloğu vardı ki, tüm salon hipnotize olduk, oyun arasında gelen tek (fazlasıyla hak edilmiş) alkış da bu monoloğun sonunda koptu, ben hayatımda böyle bir performans görmedim.
Uzun lafın kısası, ne benim sığ cümlelerim, ne de bu yazıya iliştirdiğim fotoğraflar oyunun büyüsüyle ilgili en ufak bir ipucu vermekten uzak, zaten tiyatronun sırrı da canlı izlenmesinde değil mi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)