7 Mart 2019 Perşembe

Cannes 2015

Image result for cannes 2015 poster
Sıra Cannes 2015'e dair notlarımda;

Youth
La giovinezza - Paolo Sorrentino - 10
Favori yönetmenimden bir başyapıt daha, her karesi eşsiz güzel ve anlamla yüklü. Anlatılmaz izlenir.

Dheepan
Dheepan - Jacques Audiard - 8
Kendi ülkelerindeki iç savaşlardan kaçan, ancak kaçarken vardıkları batı ülkelerinde bir diğer yaşam savaşıyla karşı karşıya kalan göçmenlerin dramı Altın Palmiye'ye uzandı.

Mon roi
Mon roi - Maïwenn France - 8
İlişkilerde kadınların her anlamda görebildikleri şiddeti, ancak bir kadın yönetmen bu kadar iyi anlatabilirdi. Emmanuelle Bercot en iyi kadın oyuncu ödülünü çok hak ederek aldı.

La loi du marché
La Loi du marché  - Stéphane Brizé - 8
Zenginlerin sürekli daha da zengin oldukları bir Dünya'da iş bulmanın ve iki yakayı bir araya getirmenin zorlukları çok gerçekçi bir dille anlatılmış. Vincent Lindon da en iyi erkek oyuncu ödülünü hak ederek aldı.

The Lobster
The Lobster - Yorgos Lanthimos - 8
Jüri ödülünü kapan bu tipik Lanthimos filminde müthiş bir metaforla, belli bir sürede hayat arkadaşını bulamayan kişilerin, seçtikleri bir hayvana dönüştürülmeleri anlatılıyor.

Saul fia
Son of Saul - László Nemes - 8
Yönetmen İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin yaptığı katliamı bambaşka bir teknikle anlatıyor. Kameranın gözünü başrol oyuncusundan neredeyse hiç ayırmadan ekranın geriye kalanı bulanık veriliyor. İzleyici toplama kampının tekinsiz ortamını iliklerinde hissediyor. Bu filmi kesinlikle sinemada izlemek gerekirmiş, ama sağ çıkabilir miydim bilemiyorum. Büyük Jüri ödülünü aldı.

Umimachi Diary
Umimachi Diary - Hirokazu Koreeda - 8
Ozu filmlerini ve "Whisper of the Heart" gibi Japon animelerini anımsatan, çok sade ve ruh dinlendiren Koreeda filmi, 3 kız kardeşin, uzun yıllardır görmedikleri babalarının ölümü üzerine, onun ikinci evliliğinden olan yarı kız kardeşlerini yanlarına almalarını anlatıyor.

The Sea of Trees
The Sea of Trees - Gus Van Sant - 7
Ağaçlar denizi diye tabir edilen bir ormana Japonlar gerçekten de intihar etmek için gidiyorlarmış. Böyle bir ormanda yolunu kaybeden bir Amerikalı ile bir Japon'un karşılaşması.

Ci ke Nie Yin Niang
The Assassin - Nie Yin Niang Hou Hsiao-hsien - 7
Bir kadın suikastçinin zorlu görevini yavaş/şiirsel bir tempoyla ve yüksek estetik anlayışla işleyen Hsiao-hsien en iyi yönetmen ödülünü aldı.

Il racconto dei racconti - Tale of Tales
Il racconto dei racconti - Matteo Garrone - 7
Yeni gerçekçi filmleriyle tanıdığımız Garrone birbirine paralel anlattığı 3 masalla çok farklı bir türe imza atıyor. 3 masalı da ilgiyle ve sonlarını merak ederek izledim.

Louder Than Bombs
Louder Than Bombs - Joachim Trier - 7
"Reprise" ve "Oslo, 31 August" gibi bayıldığım Norveç filmleri çeken Trier'in Amerika'ya adımı kalitesinin altında kalmış. Bir baba ve iki oğlunun annelerinin ölümüyle başa çıkmalarını anlatıyor.

Macbeth
Macbeth - Justin Kurzel - 7
İyi oyunculuklara ve görsel gücüne rağmen biraz sıkılarak izlediğimi itiraf ediyorum.

Carol
Carol - Todd Haynes - 6
1950'lerde iki kadının yakınlaşmasını anlatan hikayeyi, kimyalarının tutmadığını düşündüğüm için yeterince ikna edici bulamadım.

Mia madre
Mia Madre - Nanni Moretti - 6
Nanni Moretti maalesef sıradan filmler yapmaya devam ediyor ama anlaşılan ismi hala filmlerini Altın Palmiye adayı yapabiliyor.

Sicario
Sicario - Denis Villeneuve - 5
Mafya filmlerinden gerçekten sıkıldım, yeni bir şeyler söyleseydi belki film aklımda kalırdı, neredeyse tamamen silinmiş.

İzlemediklerim;
Chronic  - Michel Franco
Marguerite & Julien - Valérie Donzelli
Mountains May Depart - Shan He Gu Ren Jia Zhangke 
La Vallée de l'amour - Guillaume Nicloux

Yarışma Harici;

El abrazo de la serpiente Poster
Embrace of the Serpent - Ciro Guerra - 10
Bu nasıl muhteşem bir filmdir, sanki yönetmen zaman makinesine binip geçmişe gitmiş ve amazonları belgelemiş.

Love
Love - Gaspar Noé - 8
Aşkta cinselliği bu kadar cesur ancak Noé işleyebilirdi.

Mad Max: Fury Road
Mad Max: Fury Road - George Miller - 8
Demek ki yeniden çevrimleri, aslının yönetmenine yaptırmak lazımmış. Miller bu distopik anlatının hakkını vermiş, hiç düşmeyen temposu ve bol aksiyonu filmin kalitesini düşürmüyor, arttırıyor.

Amy
Amy - Asif Kapadia -8
Amy Winehouse'un içler acısı sonunu izlerken, aynı hafta izlediğim Nina Simone hakkında belgeselle kıyaslamadan edemedim. Nina Simone delirmekte haklıyken, Amy kendini niye yok etti?

Hrútar
Hrútar - Grímur Hákonarson - 7
Un Certain Regard bölümünde ödül alan bu sade film, İzlanda'da birbirine küs iki koyun yetiştirici kardeşin hikayesini anlatıyor.

Irrational Man
Irrational Man - Woody Allen - 7
Allen fabrikasının 2015 mahsulünde içi kararmış, alkolik bir filozofi profesörünün hikayesi var.

Inside Out
Inside Out - Pete Docter, Ronnie Del Carmen - 7
Beynin içinde duygularımızı yöneten karakterler fikri iyi, uygulama çok parlak değil.

Krisha
Krisha - Trey Edward Shults - 6
Öfkeli ve sorunlu Krisha katıldığı büyük aile toplantısında ortalığı birbirine katıyor.

Mustang
Mustang - Deniz Gamze Ergüven - 6
Muhafazarlık altında boğulan 5 genç kızın hikayesini fazla didaktik ve propagandacı buldum.

L'ombre des femmes
L'ombre Des Femmes - Philippe Garrel - 6
Sıradan ve iz bırakmayan bir aşk üçgeni.

5 Mart 2019 Salı

Charles Ferguson ve Inside Job (2010)

Inside Job Poster

Ferguson'un yazıp yönettiği çarpıcı belgesel, Dünya'yı 2008 ekonomik krizine götüren skandallar silsilesini anlatıyor. Krizin kökeni 80'li yıllara dayanıyor. Finans Dünya'sının lobi işlerine harcadığı milyonlarca dolarla önce politikacılar etki altına alınıyor ve teker teker finans sektörünü kontrol eden yasalar gevşetilmeye başlıyor. 90'lı ve 2000'li yıllarda "finans mühendis"lerinin spekülasyonlara dayanan yeni icatları her türlü denetimin ve sınırlamanın dışında kalıyor. Finans kurumlarına, sermayelerinin onlarca katı borç verme imkanı sağlanıyor. Denetimsizce dağıttıkları mortgage kredilerini sonrasında başka yatırımcı kurumlara satıyorlar, satışını yaptıkları bu fonlar danışıklı dövüş içinde oldukları, paraya boğdukları derecelendirme kuruluşlarınca hep en yüksek not olan AAA ile değerlendiriliyor. Bu da yetmiyor, batacağını bile bile sattıkları fonların batacağına dair de bir nevi bahis oynadıkları düzene deli gibi para yatırıyorlar. Bu saadet zincirinin bir noktada patlayacağını aklı selim her kişi söyleyebilecekken, tek bir kişinin/kurumun dahi sesi çıkmıyor. "Danışmanlık hizmeti" altında pastadan büyük pay alan politikacılar, namlı akademisyenler (Ferguson röportaj vermeyi kabul edenleri çok güzel morartıyor) hayatlarından pek bir memnunlar. Sektördeki aktörlerin yöneticileri ise her sene kendilerine yüzlerce milyon dolar bonus dağıtıyorlar.

Sonunda ne oluyor? Balon patlıyor, politikacılar (karar vericilerin tamamı, batmak üzere olan finans kurumlarının ya eski yüksek düzey yöneticileri, ya danışmanları) bankaların batmasına izin veremeyiz diyorlar, 700 Milyar Dolar kurtarma paketi hazırlıyorlar. Kurtarılan kurumlarda üst düzey yöneticilerin zimmetlerine geçirdikleri yüzlerce milyon dolar yanlarına kar kalıyor, hesap vermiyorlar, tek dolar ceza vermiyorlar, haklarında tek bir dava açılmıyor. Pahalı evlere, arabalara, jetlere, uyuşturucu ve fuhuşa harcadıkları her kuruş, sürekli fakirleşen insanların ceplerinden çıkan vergilerle finanse edilmiş oluyor. Milyonlarca insan evsiz ve işsiz kalıyor. Kriz tabii birleşik devletlerle sınırlı kalmıyor, tüm Dünya'ya sıçrıyor ve bedeli her zamanki gibi piramidin dibindekiler ödüyorlar.

Büyük acılar çekilirken Amerikan başkanlığına aday olan yeni bir lider, tüm bu olanları ağır bir şekilde eleştirerek geniş kitleler için büyük umut oluyor; Barack Obama. Başkan olduğunda ne yapıyor, bu krizin mimarı olan tüm isimleri ekonomi ekibinde topluyor, merkez bankasını yine, göz göre göre gelen krize dair ağzını açıp, tek bir önlem dahi almamış eski başkan Bernanke'ye teslim ediyor, düzen aynen devam ediyor. Obama da gerçekten çok basiretsiz bir lidermiş. Hiç üzülmesinler Trump rezil diye, hiç fark etmiyor, kim gelirse gelsin hiç bir şey değişmiyor.

4 Mart 2019 Pazartesi

James S. A. Corey ve Enginlik Serisi


Enginlik Serisi (The Expanse) ile tanışmam öncelikle tv dizisiyle oldu. Battlestar Galactica'dan bu yana tatmin edici bir bilim kurgu serisi ile tanışamamanın etkisiyle, çekilen bilim kurgu dizilerinin büyük kısmına bir şans veriyor ama genelde bir bölüm sonra memnun kalmayıp bırakıyorum. Enginlik dizisinin ilk bölümünü çok sevdim, ama sonraki bölümler tam sarmayınca bırakmıştım. Dizinin sohbetini bir arkadaşımla yaparken diziye kaynak kitapları okumamı çok tavsiye etti. İlk kitap "Leviathan Uyanıyor"'u gerçekten büyük bir keyifle okuduktan sonra ilk sezon diziyi tekrar izledim. Kitaptan uyarlamalar genelde çok sıkıntılı olur ama dizinin ne kadar başarılı bir uyarlama olduğunu gördüm. Diziyi ilk izlediğimde kaçırdığım tüm detayları ikinci izlememde kitap sayesinde fark edebildim, bu sayede diziden de çok büyük keyif aldım. İlk sezon bitince devamını izlemeden önce ikinci ve üçüncü kitapları sipariş ettim. Önce ikinciyi, geçen hafta sonu da üçüncü kitabı bitirdim ve artık dizinin yeni sezonlarını da izleyebilirim.

Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; insanlığın geliştirdiği teknolojiler uzak yıldızları keşfetmek için henüz yeterli olmasa da, güneş sistemindeki gezegen, uydular, asteroitler kolonileştirilmeye başlanmıştır. Hatta Mars'taki koloni çok gelişip bağımsızlığını kazanmış ve Dünya'ya kafa tutmaktadır. Mars ötesindeki gaz gezegenlerin kaya uydularında ve asteroit kuşağında ise sömürülen topluluklar artık yavaş yavaş başkaldırmaya başlamıştır. İnsanoğlunun gelişen teknolojisine paralel bir gelişme, doğasında maalesef oluşmamış ve iktidar savaşları olanca gücüyle devam etmektedir.

Daniel Abraham ve Ty Franck'ın birlikte yazdıkları seri "James S.A. Corey" takma adıyla yayınlanmış. Sürükleyici bir hikaye, başarılı bir çeviriyle bir çırpıda kendini okutturuyor. Yer çekiminin farklı olduğu gezegen ve uydularda, düşük yer çekimi sebebiyle evrimleşen insanlar, boşlukta uçmanın teknolojisi ve insanlar üzerindeki fizyolojik etkileri detaylarıyla anlatılıyor. Çizilen karakterleri de çok beğendim, her üç bölümde bulunan hikayenin merkezindeki dörtlü ekibin yanı sıra her kitapta iki-üç ek karakter öne çıkıyorlar. Favori karakterim Avasarala ikinci kitapta büyük rol aldığından "Caliban'ın Savaşı" üçlemenin en keyifli kitabı oldu. İlk kitapta dedektif Miller ön plandaydı, o da ilgiyle okunan bir karakterdi. Üçüncü kitaptaki Anna ve Melba karakterleri ise ilgimi çekmediler. "Abaddon Geçidi" aynı zamanda pek inandırıcı bulmadığım bir intikam hikayesi üzerine kurgulandığından benim için üçlemenin en zayıf halkası oldu.

Yazarlar devam niteliğinde yeni bir üçleme daha yazıp yayınlamışlar ancak henüz Türkçe çevirileri yapılmamış. "Abaddon Geçidi"'ni çok fazla beğenmediğimden, İngilizce devam kitaplarını okumaya pek hevesli değilim. Şimdilik 2. ve 3. sezon tv dizilerini izlemekle yetineceğim.

1 Mart 2019 Cuma

Terk - Dasdas Sahne


Günceye ara verdiğim yıllarda güzel oyunlar izlediğim mekanlar arasına Dasdas da katıldı. "Alacakaranlık Kuşağı", "İstila", "When in Rome" orada izlediklerim arasında. Sonra bir yangın geçirerek kapandı. Son tiyatro festivalinde Metropol İstanbul'da yeni mekanlarının açılacağını görünce festival kapsamında sergilenecek ilk oyunları "Timsah"'a bilet edindik. Yeni Salon çok ferah ve güzel olmuş. Ama yönetmenliğini Mert Fırat'ın yaptığı "Timsah" beni hayal kırıklığına uğrattı, belki de fazla aceleye gelmişti.

Aradan geçen 3 ay yaramı tamir edince, bir önceki hatamdan (yani yeni ve yorum almamış bir oyuna gitme) ders çıkarmayarak yine yeni sahnelenen bir oyuna "Terk" gittim. "Timsah" kadar kötü olmasa da yine hayal kırıklığı oldu. Esasında ilk sahne ümit vericiydi. Bir genç kız, erkek arkadaşıyla ilişkisinde orgazm olamadığı şikayetiyle bir psikoloğa terapiye gidiyor. İlk seansın sonuna doğru oyunun nereye gideceğini tahmin ettim, arkası çok da iyi gelebilirdi. Genç kız rolündeki Öykü Karayel çok başarılıydı ama psikolog rolündeki Reha Özcan için aynı şeyi maalesef söyleyemeyeceğim. Haddinden daha lakayt bir psikolog rolü çizen Erdem, özellikle genç kızın muayenehaneden ayrıldığı anlarda çok zorlandı, elini ayağını koyacak yer bulamadı, kendisini sürekli garip şekillerde içkiye vermeye çalıştı, yönetsel olarak bu kısımların daha iyi kotarılması gerekirdi, tempoyu çok düşürdü. Ses kötüydü, kayıtlı seslerden tek kelime anlaşılmadı. Oyuncuların neden mikrofon kullandıklarını da anlayamadım, yanağının yanından uzanan mikrofona Öykü Karayel'in takılan saçı da, ara ara gidip gelen ses de dikkat dağıttı. Sanırım oyunun yazarının nefesi de sadece ilk seansa yetmiş. Devamı metin olarak gerçekten tepetaklak aşağı gitti, 1 saat gibi kısa bir sürede de zorlama bir final sahnesi ile sonlandı. Işıklar kapanmasına rağmen seyirci oyunun bittiğini anlayamadı, zira hikaye hiç bir yere bağlanmadı, ışıklar yanıp da oyuncular selam verince cılız bir alkışla uğurladık.

Yazan: Milay Ezengin
Yöneten: Serkan Salihoğlu
Oyuncular: Reha Özcan, Öykü Karayel

27 Şubat 2019 Çarşamba

Cãlin Peter Netzer ve Child's Pose (2013) ve Ana, Mon Amour (2017)

Pozitia copilului PosterAna, mon amour Poster

Romanya muhteşem yönetmenler ve filmler çıkarmaya devam ediyor. Geçen sene izleme fırsatı bulduğum "Child's Pose", şımarık oğlu içkili araç kullanırken fakir bir oğlanın ölümüne sebep olan, acılı ama oğlunu kanunun elinden kurtarmak için gücünü kullanmaktan çekinmeyen bir anne üzerinden sistemin çürümüşlüğünü anlatıyordu. Berlin'de Altın Ayı ve Fipresci ödüllerini çok hak ederek aldı.

Dün akşam izlediğim ikinci filmiyle yönetmenin ismi aklıma net şekilde yerleşti. "Ana, Mon Amour" bir kadın erkek ilişkisini çok samimi, çok etkileyici tespitlerle ve zaman dilimlerinde ileri geri giderek anlatıyor. İlişki sıkıntıya girdiğinde bir anda başlara dönüp, ilk aşık anlarını ve farkında olmadan içine düşecekleri durumlarla dalga geçerken bulabiliyoruz çifti. İki oyuncunun da hakkını fazlasıyla vererek oynadıkları eserin finalini de çok beğendim. Bu film de Altın Ayı'ya aday olup, Gümüş Ayı'lardan birini kazanmış. Altın Ayı'yı 2017'de kazanan "Body and Soul" da çok iyi bir filmdi ama bence "Ana, Mon Amour" daha da iyi.

Netzer'in bir sonraki filmini heyecanla bekliyor olacağım.

26 Şubat 2019 Salı

Cannes 2014

Image result for cannes 2014 poster
En son yıllar önce 2013 Cannes filmlerini notlamışım. Favori festivalimin diğer yıllarına da fırsat buldukça değineceğim. 2014 Cannes altın palmiye adaylarıyla ilgili notlarım aşağıda.

Altın Palmiye:


Kis Uykusu Poster

Kış Uykusu - Nuri Bilge Ceylan - 9
Altın Palmiye'yi ve Fipresci ödülünü kazanan, bir Nuri Bilge Ceylan klasiği, ne kadar gururlansak azdır.

Relatos salvajes Poster

Relatos salvajes  - Damián Szifrón - 9
İnsanın çıldırma hallerini 6 kısa hikayede anlatan bu müthiş filmde, özellikle de iki şoförün hali İstanbul trafiğinden muzdariplere çok tanıdık gelecek. Bir de arabası çekilen adamın hikayesi aklımdan hiç çıkmıyor, ne kadar da tanıdık.

Mommy Poster

Mommy - Xavier Dolan - 8
Çok özgün bir ana-oğul hikayesi, çok şükür Dolan kendisi oynamıyor.

Timbuktu Poster

Timbuktu - Abderrahmane Sissako - 8
Din adına yaratılan terörün, batıyı vurduğundan daha şiddetle hiç haberdar olmadığımız hayatları mahvetmesinin adeta belgeseli. Muazzam görüntüler cabası.

Deux jours, une nuit Poster

Deux jours, une nuit - Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne - 8
Sosyal sorunları ifşa etmekten hiç vazgeçmeyen Dardenne kardeşlerin attıkları imzanın her zaman net olduğu kaliteli bir film. Kendisini ve oyunculuğunu çok beğendiğim Marion Cotillard yerine tanınmayan bir karakter oyuncusunu tercih etseler film için çok daha iyi olurmuş.

Leviafan Poster

Leviathan - Andrey Zvyagintsev - 7
Büyük hayranı olduğum Zvyagintsev'in bu filminde adını koyamadığım bir şeyler, diğer başyapıtlarına kıyasla benim için eksik kaldı.

Le meraviglie Poster

The Wonders - Alice Rohrwacher - 7
Gizli kamerayla çekilmiş gibi gerçekçi, etkileyici, sıra dışı bir film, jüri özel ödülünü de kazandı.

Maps to the Stars Poster

Maps to the Stars David Cronenberg - 7
Cronenberg, star geçidi (Ödül de alan Julianne Moore döktürüyor) yapan filminde Hollywood'a ve şaşalı hayatlara sağlam giydiriyor.

Clouds of Sils Maria Poster

Clouds of Sils Maria - Olivier Assayas - 7
İyi bir oyuncunun, gençliğinde oynadığı bir filmin uzun yıllar sonra tekrar çevriminde diğer (daha yaşlı) başrol karakteri canlandıracağı, ama bu geçişi kabullenmekte zorlanmasını anlatıyor. Sanırım Juliet Binoche bu filmde biraz da kendini oynamış.

Foxcatcher Poster

Foxcatcher - Bennett Miller  - 7
Bu türün (güreşçi, boksör vs.) sayısız örneği içinde klişelere bel bağlamayan ama pek fazla iz de bırakmayan bir örneği.

Futatsume no mado Poster

Still the Water - Naomi Kawase - 6
Bir cennet tasviri gibi görüntülenmiş çok güzel bir Japon adasında hayat ve ölüm üzerine şiirsel ama beni çok sarmayan bir film.

The Homesman Poster

The Homesman - Tommy Lee Jones - 6
Hilary Swank'in etkileyici oyununa rağmen ben hikayeye hiç ikna olmadım. O iş öyle değil, şöyle yapılır diye Coen kardeşlerin "The Ballad of Buster Scruggs"'unda (2018) "The Gal Who Got Rattled" hikayesini referans vereyim.

Jimmy's Hall Poster

Jimmy's Hall - Ken Loach - 5
Ken Loach'dan bu kadar zayıf bir film hiç beklemezdim, çok hayal kırıklığına uğradım.

Adieu au langage Poster

Adieu au langage Jean-Luc Godard - ?
Maalesef bir anlam veremedim, emek sarf etmek, okumak, anlamaya çalışmak gerekir.



İzlemediklerim;

Mr. Turner  - Mike Leigh

The Captive - Atom Egoyan

Saint Laurent - Bertrand Bonello

The Search Michel - Hazanavicius

Altın Palmiye harici;

The Salt of the Earth Poster

The Salt of the Earth - Juliano Ribeiro Salgado, Wim Wenders - 10
Tek kelimeyle muhteşem bir belgesel, tarifi imkansız, görmek lazım. Un Certain Regard jüri özel ödülünü almış.

Turist Poster

Turist - Ruben Öztlund - 8
Niye yarışmada olmadığına anlam veremediğim çok iyi bir film. Beklenmedik bir tehlike karşısında verilen bir tepkinin aile içi ilişkileri nasıl sınadığı üzerine.

Fehér isten Poster

White God - Kornél Mundruczó - 7
Yüzlerce sokak köpeğine Budapeşte sokaklarında uzun uzun aksiyon sahnelerini nasıl çektirdiğine hala hayret ettiğim yönetmen, Un Certain Regard ödülünü kapmış. Güzel haber; çekimler sırasında popüler olan sokak köpeklerinin hepsi sahiplenilmiş.

Plemya Poster

Plemya - Myroslav Slaboshpytskyi - 7
İşitsel engelli bir çocuğun, yatılı bir sağırlar okuluna başlaması ve orada bir çeteye bulaşması, bütün filmin altyazısız işaret diliyle işlenmesine rağmen sürükleyici bir tempoda ve çarpıcı bir şekilde anlatılıyor.

Hermosa juventud Poster

Hermosa juventud - Jaime Rosales - 7
Yönetmen, ekonomik kriz içindeki İspanya'da tavan yapan genç kesimdeki işsizliğe ve çaresizliğe belgesel kıvamında işaret ediyor.

Gui lai Poster

Coming Home - Zhang Yimou - 6
Eski filmlerinin hastası olduğum Yimou'nun son yıllardaki zayıf filmlerine eklenen yeni bir halka.

25 Şubat 2019 Pazartesi

Rus Avangardı


Oğlum yürümeye başladığından bu yana, kendi zevk aldığım etkinlikleri, çocuğumla birlikte vakit geçirme misyonuyla birleştirme uyanıklığına başvurarak, onu ve arkasından kardeşini tüm sergi ve müzelere sürüklemeye başladım. Yıllardır bienal ve tasarım bienalini, SSM, Pera, Salt, Arter, Modern'e gelen sergileri kaçırmıyoruz. Tek olumsuz yanı çocuklar fazla sabırlı olmadıklarından yazıları, bilgileri almayı reddedip, görsel olarak besleniyorlar, ben de kaşla göz arası sergiyi baş aşağı etmemeleri için peşlerinden koşturuyorum.


Sakıp Sabancı Müzesi'nde ziyaret ettiğimiz Rus Avangardı sergisinde de çok güzel ve uzun metinler hazırlanmıştı, gönül isterdi ki uzun uzadıya okuyabileyim. Kısa sürede kapabildiğim ilginç bilgiler; 1917 ekim devrimi bir halk ayaklanması değilmiş, Bolşevikler önemli noktaları kan dökmeden ele geçirip yönetime el koymuşlar. Eisenstein'ın devrim görüntüleri, yıl dönümünde kutlama amaçlı yapılan bir canlandırmadan. İşçiler/"Ana"'lar ellerinde ekmekler sokaklara dökülmemişler. Esas kan, sonrasında Bolşevik rövanşizminde dökülmüş. Devrimle beraber ilk başta sanatçılar çok özgür bir ortamda çalışma imkanı buluyorlar, sanat her anlamda, ve dolayısıyla Rus avangardizmi coşuyor. Sonrasında özellikle Stalin yönetiminde "devrim"'e hizmet etmeyen, yani propaganda olmayan her türlü sanatsal faaliyet tehlikeli olarak addediliyor. Moskova'da yaşayan Yunanlı bir ailenin çocuğu olan ve Yunan konsolosluğunda şoförlük yapan George Costakis, yasaklanmalarıyla birlikte değersizleşen Rus avangardizminin önde gelen eserlerini toplamasa, belki hepsi yakılacak bugüne kadar ulaşamayacakmış. Çok etkileyici bir koleksiyoner hikayesi. Eserler de hikayeleri kadar etkileyici.


Bir gün bu satırları okuyacakları için çocukların en çok ilgilerini çeken eseri de not düşeyim. Rus avangardizmi sadece resim alanında değil sanatın pek çok dalında etkili olmuş. Yukarıdaki tiyatro sahne tasarımını, Cem ve Dalya dikkatlice inceleyerek, odalarına nasıl sığdırabilecekleri konusunda uzun uzun fikir teatisinde bulundular. Bol bol fotoğrafını çektirdiler, bir gün yeterince büyük bir odaları olunca inşa edeceklermiş.

22 Şubat 2019 Cuma

Oscar Ödülleri 2019 - En iyi Film

Oscar ödüllerinin açıklanmasına az bir zaman kala adaylarla ilgili notlarımı düşeyim. 2018'de izlediğim en iyi film Pawel Pawlikovski'nin "Cold War"'u idi, ille amerikan yapımı olacaksa da Bo Burnham'dan "Eighth Grade" olabilirdi. Bu filmlerin aday olmamalarına şaşırmadım ama çok beğendiğim Roma'nın aday olmasına çok sevindim, gönül rahatlığıyla yılın en iyi filmlerinden diyebilirim. Bu senenin adaylarında Roma dışında çok iyi sıfatına layık bir film benim görüş açımdan gözükmüyor ama sevindirici olan adaylar arasında kötü film olmaması. Yani sırf Oscar'a aday diye acı çekerek izlediğim bir film olmadı.

****************
Roma Poster

Alfonso Cuarón ve Roma (2018) - 9
Çok geniş kitlelerin hemfikir oldukları üzere Roma çok çok iyi bir film. Oyunculukları, dili, anlatımı, sinematografisiyle bir kusursuzluk yapıtı.

****************
The Favourite Poster

Yorgos Lanthimos ve The Favourite (2018) - 8
Lanthimos'tan daha sıradışı filmler izlemeye alışığız, daha farklı bir dönem filmi izlemeyi arzu ederdim ama filmin her anlamda kalitesine söyleyecek söz yok. 3 kadın oyuncunun üçü de en iyi kadın oyuncu kategorisinden aday olabilirlerdi.

****************
A Star Is Born Poster

Bradley Cooper ve A Star Is Born (2018) - 8
Sayısız kez yeniden çevrilmiş bir malzemeyi, ne olacağını bile bile keyifle izletmeyi başarmış olması filmin en büyük başarısı. Lady Gaga da çok iyi ve bence en iyi kadın oyuncu ödülünü hak ediyor. Her ne kadar Glenn Close'u çok sevsem de filmi "The Wife" bence kötü bir film, ve kötü bir filmde, iyi oyunculuk harcanıyor. Yine de rivayete göre sırası geldi, çok da aday oldu, hiç alamadı diye ödül ona gidecek.  

****************
Bohemian Rhapsody Poster

Bryan Singer ve Bohemian Rhapsody (2018) - 8
Böyle filmler çıkacaksa müzik üzerine filmler çekilmeye devam edilsin. Müzikleri çıkarırsak geriye film anlamında çok bir şey kalmasa da dillere pelesenk parçaların çıkış hikayelerini izlemek dahi çok keyifli. Rami Malek en iyi erkek oyuncu ödülünü hak ediyor.

****************
BlacKkKlansman Poster

Spike Lee ve BlacKkKlansman (2018) - 7
Bir "Do the Right Thing" (1989) olmasa da, Spike Lee kendi mizah üslubuyla yine ırkçılık temasını işliyor.

****************
Black Panther Poster

Ryan Coogler ve Black Panther (2018) - 7
İlk defa bir süper kahraman filmi en iyi film kategorisinde aday gösteriliyor. Bunu aksiyon malzemesinin ötesinde derinliği olan bir hikayesi, politik bir söylemi olduğu için hak ediyor. Afrika'nın kaynakları emperyalist güçler tarafından acımasızca sömürülmeseydi, Wakanda gerçek olabilir miydi?

****************
Green Book Poster

Peter Farrelly ve Green Book (2018) - 7
En iyi film için favori gösteriliyor, ama bence gerçek ve çarpıcı bir hikayeye yaslanmasına, iyi oyuncuklar (özellikle Mahershala Ali ödülü hak ediyor) barındırmasına ve iyi de kotarılmış olmasına rağmen "En iyi" olabilecek bir film değil.

****************
Vice Poster

Adam McKay ve Vice (2018) - 7
Dick Cheney gibi adamların daha sık ifşa edilmeleri gerekir. Genelde çok izlenmeyen belgeseller bu görevi layıkıyla yapıyorlar, ama Oscar adayı olunca tabii daha çok ses getiriyor. Filmi biraz dağınık buldum, zaman dilimini kısıtlayıp, belki Bush Jr. dönemine odaklanılsa daha vurucu olurdu.


21 Şubat 2019 Perşembe

Gaspar Noé ve Climax (2018)


Daha önceleri günce yazmakta zorlanmamın önemli sebeplerinden biri, çok film seyrediyor ama hepsine not düşecek vakti bulamıyor oluşumdu. Yazılmadan biriken filmler nedense bunaltıyordu beni. Artık öyle yapmayacağım, zaten istesem de yapamam, keza neredeyse her akşam bir film seyretmeye devam ediyorum. Ağırlıklı olarak hatırlamak istediklerime değineceğim, kısa notlu listeler halinde de bazılarını sıralayacağım.

Dün akşam izlediğim "Climax" her Gaspar Noé filmi gibi çok etkileyiciydi, aynı zamanda kolay sindirilebilir, kolay unutulabilir bir film değildi. Noé'den daha önce şu yazıda bahsetmişim, yazdıklarım bu film için de birebir geçerli. "Enter the Void" ile bu film arasına bir de yine çok başarılı "Love" (2015) girmişti, aşk öyle değil böyle anlatılır diye yine sinema takipçilerini ortadan ikiye bölmüştü. Noé'nin tüm filmleri "Ya Sev, Ya Nefret Et" kategorisinde.

"Climax"'a gelince film kuşbakışı etkileyici bir sahne ile açılıyor ve bir iki dakika içinde bitiyor, yazılar çıkmaya başlıyor. Noé sonu almış, başa yapıştırmış, sonra göreceğiz ki film pat diye bitiverecek. Finalin devamında, bir dans eseri için yapılan seçmeler aracılığıyla karakterler hakkında kısa bilgi sahibi olduktan sonra gerçekten MUHTEŞEM bir dans sekansı izliyoruz. Madonna'nın müthiş Vogue klibindeki dansların hızını 10'la çarpıp, çeşitlendirmiş şeklinde çıkan dans ve dansçılar inanılmaz, müzikler de çok iyi. Sürpriz-bozan vermeden filmden bahsetmek oldukça zor, ama her bünyeye göre olmadığını belirtmek lazım, Noé'nın kamerası hiç rahat durmuyor, her zamanki gibi sürekli ters köşe yapıyor, bir de pek çok uzun sahnenin tek çekim olması çok etkileyici. Dansçılardan Ömer'e yapılan yargısız infazla, hızlıca pek de çaktırmadan verilen politik mesajı da not düşerek bu yazıyı kapatayım.

20 Şubat 2019 Çarşamba

Sevgili Arsız Ölüm Dirmit - Tiyatro Hemhâl




Son yazıda monologlardan oluşan bir oyunu eleştirince, bir de bu tarzın iyi bir örneğinden bahsetmek istedim. Latife Tekin'in romanından uyarlanan oyun, Nezaket Erden'in tek kişilik muhteşem oyunuyla bu sene seyrettiklerim arasında en iyisi. Dirmit köyden şehre gelmiş kalabalık bir ailenin en küçük kızı. Büyük şehirde gördüğü hayatla, ailesinin geleneklere bağlı yaşam görüşleri arasında sıkışıp kalmış. Annesini, babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını onun dilinden dinliyoruz. Nezaket Erden o karakterlere de hikayesini anlatırken hayat veriyor. Karakterler arasında o kadar rahat geçiyor ki, oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Hiçbir karakter birbirine karışmıyor, ufacık nüanslarla kimin ne söylediği çok rahat anlaşılıyor. Müthiş bir metin, müthiş bir performans, bravo!

Tek kişilik oyun deyince Tehlikeli Oyunlar'ı da hatırlamakta fayda var.

Yazan: Latife Tekin
Uyarlayan- Yöneten: Hakan Emre Ünal
Uyarlayan- Oynayan: Nezaket Erden

19 Şubat 2019 Salı

Killology - Craft Tiyatro


Genelde çok beğenilen bir oyunu beğenmeyince kendimi bir garip hissediyorum, acaba beklentim mi yüksek kalıyor diye şüpheye düşüyorum. İstanbul şu anda sahnelenen oyun sayısı anlamında gerçekten şaşırtıcı derecede çok iyi bir noktada, çok da güzel oyunlar çıkıyor, yine de vakit gözü karartıp rastgele oyunlara gidemeyecek kadar değerli. Genelde izleyecek oyun seçerken diğer güncelere ve ekşiye çok göz ucuyla bakıyorum, sürpriz-bozanlarla karşılaşmamak için ilk ve son cümlelere şöyle bir bakıp bir ipucu yakalamaya çalışıyorum. Bir arkadaşım Killology önerisi getirdiğinde ekşinin ilk sayfasına 20 saniye kadar bakıp tamam dedim.

Oyun baba - oğul ilişkilerini ve erkeklerin şiddet eğilimini odak noktasına almış. Tek bir sahne dışında birbirleriyle diyaloğu bulunmayan 2 oğul ve bir babanın monologları üzerinden hikaye anlatılıyor. Hikaye düz ilerlemiyor, hikayenin parçalarını karışık bir sırayla görüyoruz, sıkıntı da benim açımdan burada başlıyor; ilk sahnedeki karakterin ne yapmak istediğini, nasıl bir ruh halinde olduğunu anlayamadım, bu sonraki parçalarla tabii ki anlaşılıyor, burada bir sıkıntı yok ama şayet yap-boz çözülüp sahneler doğrusal sıralansa, bu kısım çok eğreti duracak. Bu sahnenin, devamını merak ettirir, seyircinin kafasında soru işaretleri oluşturur bir gerilim yaratması gerekirdi ama çok sönüktü. Genel olarak, oyuncuların bulundukları durumlardaki ruh hallerini ve davranış şekillerini metinden rahatlıkla anlayabilmekle birlikte, sahnelenme şekilleriyle tam bağdaştıramadığımı düşünüyorum. Özellikle 2 oğul rolündekilerin çok iyi oyunculuk potansiyeli barındırdıkları rahatlıkla hissediliyor ama iyi yönetilmediklerini düşünüyorum. Baba karakteri keşke daha baba görüntülü olabilseydi, en azından orta yaşlı bir oyuncu canlandırsaydı. Sorunlu babaların oğullar üzerinde açtıkları öfke seli anlaşılır, ama bu öfkeyi anlatırken biraz da metne güvenmek lazım, seyirciyi yerinden zıplatmaya meyilli çığlık çığlığa bir oyun bana fazla manipülatif geliyor (less is more). Hele oğullardan birinin kendi monologlarını striptizci direğinde dönerek anlatmasının (kendisi bilgisayar programcısı) hikayeye katkısını hiç anlayamadım. 2,5 saat süren oyunun neredeyse tamamının monologlardan oluşmasının seyirciyi sıkabileceği endişesi veya yaratıcı reji olsun gibi bir gerekçesi vardı ise, benim açımdan maalesef tam ters bir işlevi oldu, sadece dikkatimi dağıttı.

İyi bir malzeme ve iyi oyuncuların hakkının verilemediğini düşünerek, sorumluluğu yönetmene havale etmeye meyletmekle birlikte, çoğunluk beğendiğine göre sorun belki de bendedir.

Oyunun künyesi;

Yazan: Gary Owen
Yöneten: İbrahim Çiçek
Çeviren: Hira Tekindor
Oynayanlar: Güven Murat Akpınar, Ozan Dolunay, Serkan Altunorak

14 Şubat 2019 Perşembe

Efe Demiral ve Uyku Pansiyon


Günceye tekrar döndüğümden beri sürekli aklımdan yazılar yazıyorum, bu aralar okuduğum kitaplar, dinlediğim müzikler, izlediğim filmler buralara işlenmeyi bekliyor. Zihni günlük sıkıntılardan da uzak tutmak adına iyi bir alıştırmaymış meğer.

Takip ettiğim bir günce sayesinde geçen hafta keşfettikten bu yana neredeyse aralıksız dinlediğim bu albümü de buraya not düşeyim. Önder Focan'dan sonra ikinci bir yerli Pat Metheny'miz daha varmış; Efe Demiral. Uyku Pansiyon albümündeki tüm parçalar müthiş, Uyku Pansiyon ve Dalyan favorilerim. Ruhu dinlendirmek için birebir, gözlerinizi kapayıp dinlediğinizde güzel rüyalar vaat ediyor.

Albümde emeği geçenler;
Klasik ve Elektrik Gitar : Efe Demiral
Kontrbas ve Elektrik Bas : Eren Turgut
Davul ve Ziller :Mertcan Bilgin, Berke Can Özcan
Trompet : Gunnar Halle
Saksafon : Tamer Temel
Vokal : Deniz Özçelik

Dijital çağda elimizin altında sonsuz müzik kaynağı olduğundan bir albüme hakkını verecek zamanı ayırmak gerçekten çok zor ama işte bazen bazı albümler kendilerini tekrar tekrar dinletiyorlar. Spotify'ın önerdiği benzer sanatçılar listesini de sırayla dinleyeceğim, ilk sıradaki trompetçi Barış Demirel'in son albümünü de dinleyip çok beğendim, o da yerli "İbrahim Maalouf"'umuz olmuş :) Albümde gitarı da yine Efe Demiral çalmış. Müthiş bir genç nesil geliyor anlaşılan, takip etmek lazım.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Şirin Soysal Quartet Caz



Geçen Cuma bir arkadaşım akşama vaktin var mı, elimde bir konsere fazla bilet var deyince, sürpriz bir dinletiye yelken açtım. Şirin Soysal ve ekibiyle Yeldeğirmeni Sanat'ta keyifli bir caz akşamı oldu. Şirin'in sesinin rengi de, canlı performansı da çok iyiydi. Kendi albümlerinden birkaç parça seslendirdikten sonra, Jacques Brel'den Amsterdam, Edith Piaf'tan şansonlar, Şirin'in tanımıyla John Lennon'dan belki de Dünya'nın en öfkeli şarkısını seslendirdi.

Bugün işyerimde Şirin Soysal'ın mevcut 3 albümünü dinledim, ama melankoli dozu bana biraz fazla geldi, son albümünün ismi de "Mutlu Melankolik", melankolinin arasında mutluluğa denk gelmek için belki de daha sık ve çalışmazken dinlemek gerekir. Sahne performansının ve sahnedeki sesinin enerjisinin albümlerden daha iyi olduğunu naçizane düşünüyorum.

Kendi şarkılarından en çok konserde de seslendirdiği "Daha Yaşamam Lazım"'ı sevdim.




Konserdeki ekip;

Vokal: Şirin Soysal

Gitar: Şevket Akıncı

Kontrbas: Baran Say

Çello: Duygu Demir

8 Şubat 2019 Cuma

Kim bilir


Son yazı 2014’te takılı kalmış, takip ettiğim sayısız diğer günce gibi bu günce de internetin tozlu raflarına kalkmış. Hala sıkı bir blog takipçisiyim, şu anda takip ettiklerime baktığımda ağırlıklı olarak ekip işi olduklarını görüyorum. Sinema üzerine yazılar yayınlayan birkaç amatör siteden çok nazik teklifler gelmişti, ama öyle bir sorumluluğun altına girmeye, hem kendimi yetersiz bulduğumdan hem de yeterli zamanı ayırabileceğimi düşünmediğimden cesaret edememiştim.
Uzun yıllar sonra dün takip ettiğim blogları yeniden sınıflamaya ve elemeye kalkışınca, kendi güncem gözüme çarptı, satırlarda dolaşmaya başlayınca, günceyi yazmaya başlama sebebimi hatırladım; izlediğimi unuttuğum tiyatro oyunları, dinlediğimi unuttuğum konserleri, seyrettiğimi unuttuğum filmleri ve daha önemlisi bana hissettirdiklerini hatırladım, çok duygulandım, 70 yaşını beklememe gerek yokmuş, aradan 5-6 yıl geçince de insan nostalji denizinde dalgalara kapılabiliyormuş. Çoğu satırı yazdığımı da hatırlamadığımdan, 5 yaş genç versiyonum sanki farklı biri ve ben onu tanımaya, hatırlamaya çalışıyorum.
Hele bir de çocuklarımın büyümeye başladığını düşününce, beraber filmler, diziler izlemeye başladık, biraz daha da büyüyünce bu satırlarla buluşacaklar, babamın bu filmi izlediği, bu kitabı okuduğu yaştayım diyecekler J
Kim bilir belki de bu geçici bir heves, bir dahaki yazı için 2024 olması gerekecek, belki de bu son KELİME.

6 Ekim 2014 Pazartesi

Michelangelo Antonioni ve Il Grido (1957)


İtalyan klasiklerinde yaptığımız gezintide gelelim Antonioni'ye, kendisini kısaca hüznün, melankolinin yönetmeni olarak tasvir etmek mümkün. Antonioni deyince ilk akla "L'avventura" (1960) gelir, ancak benim için "en" filmi "La Notte" (1961)'dir, seyredeli herhalde bir 20 sene oldu, ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. İzlemiş olduğum diğer filmleri kronolojik sırayla "Cronaca di un amore" (1950), "L'eclisse" (1962), "Blowup" (1966) ve Jack Nicholson'lı "Professione: reporter" (1975). Sevgili imdb'ye danışınca, bir de "Il Grido"'yu izle dedi.
İtalya'da taşrada uzun bir beraberlik sonrası terk edilen bir adamın "kayboluş" hikayesinin anlatıldığı dramada görsellik, yönetsel başarı ve Antonioni "hüznü" bir araya gelince büyük bir başyapıt çıkabilirdi, ancak başroldeki Amerikalı aktör Steve Cochran gözleriyle içinde kopan fırtınayı anlatmakta oldukça yetersiz kalıp sürekli sigara tüttürmekle yetinince sıkıntılar başlıyor, illa Amerikalı olacaksa (filmdeki karakter İtalyan bir köylü!) bir Burt Lancaster olsaydı, film bambaşka bir yerlere götürebilirdi insanı. Buna bir de diyaloglardaki ve detaylardaki özensizlikler, mantık hataları eklenince bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Olsun, kalan yine de çok değerli.

5 Ekim 2014 Pazar

Vittorio De Sica ve Il giardino dei Finzi Contini (1970)


De Sica, 2. Dünya savaşı arifesinde döneme farklı ve mecazi bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Finzi Contini ailesi son derece varlıklı bir Yahudi aile ve muhteşem bahçelerinde gençler bir araya gelerek tenis oynuyor partiler veriyorlar. Ailenin güzel kızına aşık olan orta halli bir aileden Yahudi bir genç var, ama aşkına karşılık alamıyor. Bu basit malzemeyi, İtalya'nın faşist baskı altındaki dönüşümünü tasvir etmekte ustalıkla kullanıyor De Sica. Ustalıkla diyorum, ancak özellikle filmin ilk çeyreğindeki yönetsel karmaşa, amatör çekim hissi veren sallamalar (yoksa dogma akımına ilham mı veriyordu?) video-kamera hissi veren yakınlaştırma-uzaklaştırmalar oldukça dikkat dağıtıyordu. Yine de filmin değerinden eksilten ögeler değil bunlar. Sadece savaş esnasında Yahudi ve diğer azınlıkların yaşadıklarını değil, oraya giden yolu, zenginlerin, fakirlerin, sokaktaki insanın duruşunu, yavaş başlayan ama gelen faciayı hissettiren değişimi anlattığı için değerli.