10 Mart 2020 Salı

Yangınlar - Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu


Şehir Tiyatroları’nın daha önce ertelenen konuk oyunu Yangınlar’ı bu sefer Muhsin Ertuğrul Sahnesinde izleyebildik. Oyunun başlamasıyla her şey çok tanıdık gelmeye başladı. Yıllar önce izlediğim Denis Villeneuve’ün “Incendies” filmini çok andırıyordu. Kanada’da anneleri ölen yetişkin ikizler, annelerinin vasiyetiyle, daha önce varlıklarından haberdar olmadıkları baba ve kardeşlerini bulmak ve onlara birer mektup ulaştırmakla görevlendirilirler. Ülkenin adı zikredilmese de Lübnan olduğu aşikar, iç savaşlarla kavrulmuş bir ülkeye yolları düşecektir. Filmi izleyeli 10 yıl olmuş ama göçmenlerle dolu otobüsün milisler tarafından yakıldığı, Hristiyan kadının "benim çocuğum" diye yanmaktan kurtardığı küçük kızın, otobüste yanmakta olan Müslüman annesine koşmak suretiyle kimliğini belli ettiği ve vurulduğu, çok çarpıcı sahne hala dün gibi gözümün önünde. Oyunda da bu sahneden bahsedilince eserin aynı yazardan çıkma olduğuna emin oldum.


Konusunu fazla zorlama ve arabesk bulduğum için filmi çok beğenmemiştim, ama kaderde arabesk deyince iyice tam dibine vurmuş halini görmek de varmış. Film ne kadar olabildiğince sakin ve sade anlattıysa hikayesini, oyun o kadar bağırarak ve mübalağa ederek ifade etti kendini. Tüm bunlara, sahnelerin büyük kısmında arka fonda çalan yüksek sesli, duygularımızı iyice paralamak amaçlı, hüzünlü müzikler eşlik edince bir hayli sıkıldım, manipüle edilmeye sıkı bir alerjim var. Üstelik oyuncu mikrofonlarından gelen sesler sahnenin ön hoparlörlerine verilirken, müzikler bizim dibinde olduğumuz arka hoparlörlerden geliyordu, ayağa kalkıp “yeter kesin şu müziği de diyalogları duyabilelim” dememek için zor tuttum kendim. Neyse ki oyunun sahnelenme şekli kanımca aşırı arabesk ve kitsch olduğundan, konuyu da filmden bildiğimden, duyamama konusuna pek de takılmadım. Daha önce İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenmiş olması ve DOT Tiyatro'da rüşdünü ispatlamış Murat Daltaban gibi yıldız bir tiyatro yönetmenine sahip olması itibariyle çok heyecanlandığım oyun, salonun geriye kalanının büyük coşkusuna rağmen, benim için tam bir hayal kırıklığı oldu.


Yazan : Wajdi Mouawad
Çeviren : Ayberk Erkay
Yöneten : Murat Daltaban

Oyuncular : Adem Mülazim, Ayşe Gülerman, Barış Ayas, Batuhan Pamukçu, Gökhan Kum, Melisa İclâl Yamanarda, Mesut Özsoy, Oğulcan Arman Uslu, Oğuzhan Ayaz, Pınar Hande Ağaoğlu, Zeynep Çelik Küreş

7 Mart 2020 Cumartesi

Film Güncesi - Aralık/Ocak/Şubat 2020


Aylık yazmayı hedeflediğim film güncesini 3 ay boyunca ihmal etmişim. Arada Oscar Ödülleri en iyi film adaylarıyla ilgili notlarımı şu yazıda düşmüştüm. Onlara ek, 50 civarında film daha sığdırmışız bu üç aya. Hepsine değinmeyi başarabilirsem, uzun bir yazı çıkabilir ortaya. Gruplayarak çok kısa notlar düşeceğim.


İlk grupta Oscar Ödülleri en iyi film harici kategorilerden filmler var;

En iyi yabancı film adaylarından "Pain and Glory" ve "Parasite"'e daha önceki yazılarda değinmiştim. Bu kategoriden iki film daha izleme imkanım oldu.

Honeyland -  Tamara Kotevska, Ljubo Stefanov - Notum 10 - Esasen çekimleri 3 yıl süren bir belgesel ama müthiş doğallıkta bir kurgu film gibi. Anlatılmaz izlenir, kusursuz.

Corpus Christi - Jan Komasa - Notum 8 - Genç yaşta bir suçlu, kaldığı gözetim evinde dine sarılır, çıktığında rahip olmak ister ancak suç işlemiş olması buna engeldir, o da çareyi küçük bir kasabada kendini rahip olarak tanıtmakta bulur. Güçlü Polonya sinemasından çok özgün ve kaliteli bir yapım daha.

Diğer kategorilerde adaylıkları olan filmler;

Judy - Rupert Goold - Notum 8 - Renée Zellweger'ın Oscar'ı çok hakkıyla kazandığı filmde, adeta Judy Garland'ın kendisini izledik. Kariyerinin son günlerinde, onu ölümüne götüren yolda, Holywood'un çarklarının ne kadar acımasız olduğuna, gözlerimiz yaş dolu bir kez daha şahit olduk. 

Bombshell - Jay Roach - Notum 7 - Gerçek bir hikayenin anlatıldığı film, bir televizyon kanalında kadın çalışanlara yapılan seri istismarların ortaya çıkmasını anlatıyor. Filme inanamayıp, sonrasında internetten okumam gerekti. İncelediğimde aynı zamanda film boyunca dikkatimi aşırı dağıtan Kidman ve Theron'un plastik makyajlarının gerekçesini de anladım, meğer gerçek kahramanlara benzetmeye çalışmışlar, ne gerek vardıysa. İbret verici filmin, nice diğer istismarların ortaya çıkmasına vesile olmasını dileyelim.

J'ai perdu mon corps - Jérémy Clapin - Notum 8 - En iyi animasyon dalında yarışan bu film, bir yetişkin gözünden kesinlikle ödülü almalıydı. Kopuk bir elin ait olduğu vücudu arayışını izlerken, geriye dönerek, kahramanın başına gelecekleri izliyoruz. Yetişkinler için neden bu tarz özgün animasyonların daha fazla üretilmediğini sorgulatan yoğun bir melankoli manzumesi. 

Knives Out - Rian Johnson - Notum 7 - Yıldızlar geçidi şeklinde olan film başarılı ve tempolu bir cinayet gizemi. Mirasının kime kalacağın merak konusu olan zengin bir yazar, ailesini evine topladığı günün gecesinde ölü bulunur. Polisiye türünün iyi bir örneği.

The Two Popes - Fernando Meirelles - Notum 6 - Cidade Deus ve The Constant Gardener gibi muazzam filmlere imza atmış olan Meirelles, bu sefer iki papanın muhabbetleri üzerinden Hristiyanlığın "nerede hata yaptık" babında günah çıkarmasını tasvir ediyor. Teknik ve oyunculuk olarak itirazım yok ama kurumun işlediği suçlar, öyle laf kalabalığı bir günah çıkarmayla affedilebilecek gibi değil.

Uncut Gems - Safdie Kardeşler- Notum 5 - Özgün işler yaptıkları şüphe götürmemekle birlikte, ses getiren diğer filmleri Good Time gibi bu film de bana pek hitap etmedi. Baş döndürücü (kelimenin tam anlamıyla) bir tempoda son sürat ilerleyen film, bahislere meraklı bir kuyumcunun başına gelen olaylar silsilesini nefes dahi almadan ardı ardına sıralıyor, izleyicisini serseme çeviriyor.

Richard Jewell - Clint Eastwood - 7 - Birbiri ardına hukuki skandallar filmlere ve dizilere çekiliyor, çok da iyi oluyor. Bu film Richard Jewell adında annesiyle yaşayan genç bir adamın güvenlik görevlisi olduğu konserde şüpheli bir çantayı bularak, yüzlerce insanın hayatını kurtarmasını ama hiç bir zanlı bulunamayınca pislik medyanın da etkisiyle FBI tarafından günah keçisi olarak suçlanmasını ve yargılanmasını anlatıyor. İzlemek için sağlam sinirlere sahip olmak lazım.

The Lighthouse - Robert Eggers - Notum 7 - Aday olduğu sinematografi konusunda, yanına oyunculukları da ekleyerek hakkını vermek lazım, ama bu karanlık filmden fazla bir şey anlayamadım maalesef. Erkeklik kavramını özgün bir şekilde sorguladığına dair sezişlerim var, ama o kadar işte.

Ad Astra - James Gray - Notum 8 - Filmi de, Brad Pitt'in oyunculuğunu da beğendim. Uzun yıllar önce güneş sisteminin ucuna giderek, bir daha haber alınamayan babasını bulmaya giden bir astronotun hikayesi. Melankolik bilim-kurgu diye bir tür varsa, iyi örneklerinden.

Rocketman - Dexter Fletcher - Notum 8 - En iyi şarkı Oscar'ını hakkıyla alan Elton John'un hayat hikayesi çok iyi kotarılmış. Direk kıyaslamanın yapılabileceği, çok beğendiğim Queen filmine kıyasla, John'un hayatıyla ilgili çok daha fazla detay öğrenebildik. Müzikler de müthişti, filmden sonra bir hafta boyunca Elton John parçaları dinledim.

American Factory - Steven Bognar, Julia Reichert - Notum 8 - En iyi belgesel kategorisinde ödülü alan (Honeyland'in mutlaka alması gerekirdi) yapım, ABD'de bir araba camı fabrikasının Çinli bir milyarder tarafından satın alınmasından sonra, fabrikada yaşanan gelişmeleri tarafsız bir şekilde anlatıyor.

Dolemite Is My Name - Craig Brewer - Notum 7 - Gerçi Oscar adaylığı bildiğim kadarıyla almadı, ama Eddie Murphy'nin bu rolle en azından bir adaylık kazanması gerekirdi. Komedyen ve rap müziğin öncüsü Rudy Ray Moore'un, özellikle siyahi toplumda bir efsane haline gelmesinin öyküsünü izliyoruz.


Amerikan Sineması'nın bakiyesi;

Where'd You Go, Bernadette - Richard Linklater - Notum 8 - Ne çekse mutlaka izlerim kategorisinde olan Linklater'ın son filmi. Ailesi için tutkularından vazgeçen bir kadın mimarın, tutkularının tekrar peşine düşmesinin hikayesini, muhteşem Cate Blanchet'ın yorumundan izliyoruz.

The King - David Michôd - Notum 7 - Genç yaşında hangi filmde oynasa izlerim kategorisini bünyemde yaratmış olan Timothée Chalamet kontenjanından izledim Kral V. Henry'nin hikayesini. 

Roman J. Israel, Esq. - Dan Gilroy - Notum 6 - Amerikan Hukuk Sistemini kıyasıya eleştiren bir diğer film. Emektar ve idealist bir avukat, patronu hastanelik olunca işsiz kalır. Bulabildiği yeni işe ayak uydurabilmek için ise, hukuk sisteminin yıllar içinde evrildiği ahlak dışı noktayı özümseyebilmesi gerekmektedir. Denzel Washington'un iyi oyununa ve elindeki sağlam malzemeye rağmen, potansiyelinin çok altında kaldığı hissini veren biraz sönük bir yapım.

A Ghost Story - David Lowery - Notum 7 - Genç ve birbirini seven bir çiftten erkek olanı ölerek bir ruha dönüşür. Yaşadıkları eve dönerek, yasını tutan sevgilisini izler. Matem üzerine çok sessiz, çok yavaş, azıcık da mizahlı bir yapım. 

The Laundromat - Steven Soderbegh - Notum 7 - Müthiş bir kadroyla, çok önemli bir konuyu (Dünya'daki finansal sistemin çürümüşlüğü, vergi cennetleri...) Soderbergh neden böyle bir absürt komedi tarzında çekmeyi tercih etmiş bilemiyorum. Özgün olmak için mi, geniş kitleler sıkılmadan izlesin, bilgilensin diye mi? Cevap ne olursa olsun, bence bu tercih filmin etkisinden çok şey eksiltmiş.

The Art of Racing in the Rain - Simon Curtis - Notum 8 - Belki Ford vs Ferrari gibi çok havalı çekimleri yok, ama bir yarışçı filmi izleyeceksem bu film tercihim olur. Köpeğin hikayedeki rolü itibariyle de "Marley & Me"'yi hatırlattı. Tabii yine dayanamadım, göz contalarım kaçak yaptı.

High Life - Claire Denis - notum 6 - Melankoli-Gerilim-Bilimkurgu kokteyli olarak betimleyebileceğim film, Claire Denis'in kendi özgün tarzında. Bazı kısımlarını çok beğendim, bazı yönleri yetersiz buldum. Bir baba ve küçük kızının uzayın derinliklerinde hayatta kalma mücadeleleri. 

Luce - Julius Onah - Notum 6 - Beyaz bir çiftin Afrika'dan evlat edinmiş oldukları, okulda çok başarılı oğullarının, yine bir siyah öğretmenle çekişmesi sonucu ortaya çıkan sıkıntılı durumları anlatıyor, ırkçılık, ön yargılar odak noktasında. Konu ve işleniş fena değil ama oyunculuklar bence bir felaket. Halbuki iyi de bir kadrosu var, Naomi Watts, Octavia Spencer gibi, sanırım sorun oyuncu yönetiminde.

John Wick Üçlemesi - Chad Stahelski - Notum 7 - Bu tarz, saniyede 50 kurşun sıkılan aksiyon filmlerini izlemeyi sevmiyorum, ama artık bir film kült haline gelince, sinefil genel kültürünün gereğidir diye izleyiveriyorum. Türünün iyi bir örneği olduğu kesin, üçlemenin her filmi de aynı kaliteyi tutturuyor, DNA'sına sadık kalıyor, renkler, filmin tonu, Keanu Reeves'in çizdiği karakter, hepsi başarılı, üç filmi de sıkılmadan arka arkaya izleyebildim.  


Avrupa Sinemasından örneklere gelirsek;

Sorry We Missed You - Ken Loach - Notum 7 - Toplumsal eleştirinin piri yönetmenin imzası anında fark ediliyor. Ailesine daha iyi imkanlar sunabilmek için kendi işini kurmaya kalkışan bir babanın başına, acımasız kapitalist düzende gelmeyen kalmıyor. Diyaloglar o kadar hızlıydı ve o kadar anlamakta zorlandığım bir aksanla konuşuyorlardı ki, takip edebilmek için çırpınırken, filmi hakkını vererek izleyemedim, yoksa notum muhtemelen daha yüksek olurdu.

Le jeune Ahmed - Dardenne Kardeşler - Notum 7 - Çektikleri tüm filmleri bayılarak izlediğim Dardenne kardeşler, bu defa beni biraz üzdüler. Biliyorum Belçika'da radikal İslam çok ciddi bir sorun teşkil ediyor, ama genç Ahmed'i iflah olmaz bir şekilde beyni yıkanmış olarak tasvir etmeleri, hele de modern bir aile içinde, bana fazla abartılı ve oryantalist geldi. Ben mi sübjektif bakıyorum bilemiyorum ama o kusursuz gerçekçiliklerini kendileri lekelediler.  

The Souvenir - Joanna Hog - Notum 7 - Varlıklı bir aileden gelen, sinema öğrencisi genç bir kadının, adeta sanatçı acı çekmelidir düsturuyla, kendini uyuşturucu bağımlısı bir adamla ilişkiye mahkum etmesini izliyoruz.

Pororoca - Constantin Popescu - Notum 7 - Gerçekçi Romanya sinemasından bir parlak örnek daha. Parka oyun oynamaya götürdüğü iki çocuğundan biri aniden kaybolan bir babanın adeta delirmesine irkilerek şahit oluyoruz. Yönetmen, finali olabildiğince uç noktaya götürmeden, biraz daha gerçekçi kalabilseydi, rahatlıkla 8-9 verebileceğim bir film olabilirdi.

Roads - Sebastian Schipper - Notum 6 - Bana biraz Tony Gatlif filmlerini anımsatan Roads, Fas'ta ailesiyle tatilde olan gencin, üvey babasının karavanını kaçırarak Fransa'daki öz babasının yanına gidişini anlatıyor. Yolda karavanına aldığı göçmen Kongolu delikanlı da Fransa'daki kayıp abisini bulmak istiyor. Göçmen sorununu da gözler önüne seren bu klasik yol filminin biraz kafası dağınık, tek seferde birden fazla temayı işlemeye çalışmak, yolda aklına gelen her fikri filme iliştirmek gibi bir hataya düşüyor.

Downton Abbey - Michael Engler - Notum 7 - Hayatımda en keyif alarak izlediğim dizilerden biri olan Downton Abbey, bitmiş olmasına rağmen, bir yılbaşı özel filmiyle geri döndü. Şatolarında bu sefer kral ve kraliçeyi ağırlayan aileyi ve hizmetkarları tam kadro tekrar görebilmek çok güzeldi, ama film formatında çok katmanlı hikayecikler kurgulayıp, ucu açık da bırakamayacakları için, biraz sabun köpüğü bir tekrar buluşma oldu.


Uzakdoğu Sinemasından Örnekler;

The Farewell - Lulu Wang - Notum 7 - Büyükannenin kansere yakalandığını ve çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenen bir Çinli aile, zaman içinde dağıldıkları yerlerden memleketlerine dönerek, büyükanneyi mutlu etmeye gayret ediyorlar. Festivallerde çok ses getiren film, torun rolündeki Awkwafina'ya da pek çok en iyi oyuncu ödülü kazandırdı.

Ash Is Purest White : Zhangke Jia - Notum 6 - Yönetmenin daha önce izlediğim "A Touch of Sin" filmini çok beğenmiştim. Bu film de selefinin izinden gidiyor. Sosyalist Çin'in vahşi kapitalizme hızlı geçişinin toplumda yarattığın derin travmalara ışık tutuyor.

Youth - Xiaogang Feng - Notum 7 - Bu sefer de Çin'de yaşanan "Kültür Devrimi"'nin yarattığı travmaları, askeri dans ve müzik topluluğunda çalışan gençlerin hayatları üzerinden gözlemliyoruz.


Gökkuşağı sineması;

And Then We Danced - Levan Akın - Notum 8 - Gürcü Halk Dansları Topluluğunda eğitim gören fakir bir gencin, topluluğa yeni katılan bir gence tutulmasıyla yaşadıklarını ve Gürcü toplumunda homofobinin ezdiği hayatları anlatıyor bu zarif film.

Portrait de la jeune fille en feu - Celine Sciamma - Notum 7 - Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, bu sene gökkuşağı filmleri içinde en çok ses getireni oldu, festivallerden ödüller topladı, eleştirmenler tarafından övgülere boğuldu, ama beni (belki fazla yükselen beklentimin de etkisiyle) pek kalbimden vuramadı. Bunda, birbirine tutulan iki genç kızdan Noémi Merlant'ın aslan görmüş ceylanvari bakışları, kocaman açtığı gözlerinin beni bir hayli rahatsız etmiş olmasının da etkisi var. Bir "Room in Rome" veya "Blue is the Warmest Colour" gibi boğazıma düğüm üzerine düğümler atılamadı, gözlerime yaşlar hücum etmedi. Ama bir dönem filmi olması, filme konu da olan tablo gibi bir film olması ve gerçekten başarılı finali ile hafızamda yer edecek.

Un Rubio - Marco Berger - Notum 7 - Tüm filmlerini beğenerek takip ettiğim, Gökkuşağı sinemasının en önde gelen yönetmenlerinden Arjantinli Berger, yine kamerasını sade hayatlara çeviriyor. Buenos Aires'in bir banliyösünde çalışan ve aynı evi paylaşmaya başlayan iki marangozhane işçisinin aralarında gelişen ilişkiyi anlatıyor.


Belgeseller;

İzlediğimiz iki Oscar adayı belgesel dışında, son 3 ayda fazla belgesel izlememişiz, böyle bir liste yapmak en azından bu açığın farkına varmamı sağlıyor. 

Marianne & Leonard: Words of Love - Nick Broomfield - Notum 8 - Daha önce Leonard Cohen hakkında "I'm your Man" belgeselini çok beğenerek izlemiştim. O belgesele oranla biraz daha da geriye giderek, Cohen'in henüz müzikle uğraşmazken, Yunanistan'ın Hydra Adası'nda yazar olmaya çalışarak geçirdiği ve Avrupa'dan gelen diğer sanatçılarla bohem bir hayat yaşadığı kesiti izliyoruz. Şarkılarına da ilham veren Marianne ile o adada büyük bir aşk yaşıyor ve ikisinin de hayatları boyunca bu ilişkinin izleri devam ediyor. Eski görüntüler kullanılarak çok iyi kotarılmış bir belgesel.


Çocuklarla sinema;

Star Wars: Episode IX - The Rise of Skywalker - Notum 9 - Bu dönemde sinemada izlediğimiz tek film Star Wars'un son bölümü oldu, ayrı bir yazıda bu konuya değineceğim.

Ayrıca her haftasonu çocuklarla patlamış mısır patlatarak bir filmin karşısına geçiyoruz, izeldiklerimizi not etmedim, ama aklıma gelen bir kaç tanesini sıralayayım.

Klaus - Sergio Pablos, Carlos Martínez López - Notum 7 - Noel babanın hikayesi hakkında çok sevimli bir yorum, Oscar ödüllerinde de en iyi animasyon adayıydı.

Aladdin - Guy Ritchie - Notum 7 - Aladdin'in sihirli lambasını bu sefer, Ritchie'nin yönetmenliğinde, cin rolünde Will Smith'le izledik, çocuklar çok keyif aldı.

Maleficient: Mistress Of Evil - Joachim Rønning - Notum 4 - Uyuyan Güzel'in, bildiğimiz klasik masal hikayesinden oldukça farklı yorumunu, ilk filmde de pek beğenmemiştim, ama çocuklar ısrar edince, ikinci film de görev aşkıyla mideye indirildi.

Captain America - The First Avenger - Joe Johnston - Notum 6 - Marvel Dünya'sına giriş denemem başarısızlıkla sonuçlandı, çocuklar kısa sürede sıkılarak, annelerinin kendilerine Astrid Lindgren kitabı (yüzbininci kez) okumasını tercih ettiler. Ben ise tabakta yemek bırakılmaz, arkamdan ağlar diye sonunu tek başıma getirdim.

Spirited Away - Hayao Miyazaki - Notum 9 - Yıllardır sürdürdüğümüz sinema geleneğimizde, çocukların bugüne kadar en beğendiği filmler, hep Miyazaki filmleri oldu. Tüm külliyatı bitirmiş, bir tek ağır gelebilir diye "Ruhların Kaçışı"'nı çocuklar için sona bırakmıştım, onu da büyük beğeniyle dağarcıklarına aldılar.

Mary and the Witch's Flower - Hiromasa Yonebayashi, Giles New - Notum 7 - Elimizde izlenecek Miyazaki kalmadıysa da, çareler tükenmedi, Ghibli Stüdyo geleneğinden gelen yönetmenlerle teselli bulabiliyoruz. Bulduğu narin bir çiçek sayesinde özel "cadı" güçleri kazanan küçük bir kızın hikayesini izliyoruz.


Türk filmlerinden örnekler;

Kelebekler - Tolga Karaçelik - Notum 9 - Büyük bir başarıya imza atarak Sundance'de ödül alan film, Türk sinemasından özgün işler çıkabileceğine dair büyük bir umut doğurdu içimde. Hem sesli kahkahalar attığım, hem de gözlerimin dolduğu bir aile draması. Çok uzun yıllardır görmedikleri babalarını ziyaret etmek için memleketlerine dönen 3 kardeşin hikayesi.

Sen Aydınlatırsın Geceyi - Onur Ünlü - Notum 7 - Kelebekler'i izledikten sonra benzer film arayışına girince, karşıma çıktı bu film. Ege'nin bir kasabasında sade bir öyküyü siyah beyaz görüntüler, mecazlar ve gerçeküstü ögelerle anlatması itibariyle beklentimi de fazlasıyla karşıladı.

Bizim İçin Şampiyon - Ahmet Katıksız - Notum 9 - Daha önce ön yargıyla izlemediğim ama bir arkadaşımın önerisiyle listeme aldığım film, gerçekten çok etkiledi beni. Anlatılan hikayenin gerçek olması ve Ekin Koç - Farah Zeynep Abdullah ikilisinin müthiş canlandırmasıyla, filmi başından sonuna kadar aralıksız ağlayarak bitirebildim. 

Müslüm - Ketche, Can Ulkay - Notum 8 - "Bizim için Şampiyon"'da ağlamak iyi gelince, gözlerime bir acı daha çekeyim dedim. Müslüm'ü izlemeye başladığımda çocuklar lego oynuyordu ama hemen ilgilerini çekti, yanıma iliştiler, beraber izledik, beraber ağladık. Gerçekten de ne acılar çekmiş, insanın kendi sıkıntılarından ölesiye utanası geliyor, umarım çocuklar da biraz kendilerine pay çıkarmışlardır. Timuçin Esen ve Zerrin Tekindor da harikaydılar.

6 Mart 2020 Cuma

Don Pasquale – İdobale


Süreyya Operası’nda bir leziz Recep Ayyılmaz rejisi için daha çocuklarla birlikte locada yerlerimizi aldık. Yaşını almış Don Pasquale evlenmek için genç bir kadın aramaktadır. Yakın arkadaşı ve doktoru Ernesto, kız kardeşini önerdiğinde çok mutlu olur, ama bu esasında kendisine kurulan bir tuzaktır. Doktorun kız kardeşi, kendi yeğeninin sevgilisidir, soylu bir aileden olmadığı için evliliklerine karşı çıkmakta ve yeğenini mirastan mahrum bırakmakla tehdit etmektedir.  


Donizetti’nin müzikleri, çok başarılı solistlerin yorumuyla çok keyifli bir eser oldu. Özellikle başroldeki bass Ali İhsan Onat müthişti. Operada bass pek fazla başrolde olmuyor, olduğu zaman da eğer bass yeterli değilse dinlemek çok zorlaşıyor, neyseki  Don Pasquale’e hayat verirken, notaların da hakkını ziyadesiyle verdi. İyi olan sadece bass değildi, özellikle tenor Alper Göçeri'nin sesini de Malatesta rolünde çok beğendim. Diğer solistler, orkstra ve koro da çok başarılıydı. Pırıl pırıl tınılarıyla kulaklarımızın pasını attılar. 


Genelde Süreyya Operası’na Cumartesi 16:00 seansına bilet alıyoruz ama bu sefer Cuma akşamına bilet ayarlayabilmiştim. Cem zaten çok beğendi ama normalde akşamları saat 21:00 gibi pili biten Dalya’nın dahi ilgiyle eseri sonuna kadar izlemesi beni çok mutlu etti.

Orkestra Şefi : Zdravko Lazarov
Reji : Recep ayyılmaz
Koreograf : Nil Berkan
Koro Şefi : Paolo Villa

Don Pasquale : Ali İhsan Onat
Ernesto : Ufuk Toker
Norina : Özgecan Gençer
Dr. Malatesta : Alper Göçeri
Noter : Utku Bayburt

5 Mart 2020 Perşembe

Hayalî’nin Hayali – Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu


Şehir tiyatrolarının programında konuk oyun olarak gördüğüm Yangınlar’a, daha önce İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenmiş olması ve yönetmeninin de Murat Daltaban olması itibariyle hemen bilet edindim. Oyuna bir iki gün kala, oyuncu rahatsızlığı sebebiyle iptal edildiği, yerine Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu'nun diğer bir oyununun sergileneceği bilgisi geldi. Böylece hızlı davranıp biletleri hemen “Hayali’nin Hayali” olarak 1. sıradan değiştirdim. Oyunun kurgusu ve konusu çok iyiydi. Bir gölge oyunu ustasının, Karagöz Hacivat gibi birbiriyle uğraşan, ama birbiri olmadan da yapamayan, iki topluluğun, yani Türkler ve Yunanlar'ın çekişmelerini bir kukla oyununda anlatmasını izliyoruz. Sahnedeki müzisyenlerin canlı müzikleriyle başlayan oyun, kukla ustasının karakterleri tanıtmasıyla ilerliyor. Bu iki topluluk mübadele yıllarında yurtlarından sürülüyorlar, ancak gidecekleri yere varamadan, düştükleri ıssız bir adayı paylaşmak durumunda kalıyorlar. Birbirine pek çok açıdan benzeyen bu iki topluluk, adayı nasıl paylaşacaklarından başlayıp, karşılıklı kemikleşmiş ön yargılarının etkisinde didişiyorlar.


Oyun eğlenceli başladı, ancak bir süre sonra ortaya çıktığını hissettiğim bir tempo sorunu, oyunun 3 saate yakın süresiyle birleşince beni kaybetti. Buna bir önceki gece canımın çok sıkkın olmasının uykumu kaçırmış ve sabaha karşı sadece 2 saat uyuyabilmiş olmamın da çok etkisi var, belki de oyuna haksızlık ediyorumdur. Oyun bir hayli uzun olunca, özellikle ikinci yarıda kafam sürekli önüme düştü. Bir de salonun aşırı soğuk olması eklenince, oldukça acı çektiğimi not düşmeliyim. Oyuncular çok iyiydi, dekor ve kostümler başarılıydı, ama oyun hakkında sağlıklı bir yargıya varamayacak kadar yorgundum. Ertelenen Yangınlar oyunu için ise yeni tarihler belirlendi, hatta o tarih, ben bu notu düşene kadar da geldi, dün gece uykuma dikkat ettim, oyundan önce de kahveyi ihmal etmeyeceğim, ve bu akşam oyunun keyfini çıkarmaya gayret edeceğim.


Yazan : Burçak Çöllü

Yöneten : Yiğit Sertdemir

Oyuncular : Adem Mülazim, Ayşe Gülerman, Barış Ayas, Batuhan Pamukçu, Gökhan Kum, İbrahim Ersoylu, Melisa İclâl Yamanarda, Mert Tiryaki, Mesut Özsoy, Oğulcan Arman Uslu, Oğuzhan Ayaz, Pınar Hande Ağaoğlu, Zeynep Çelik Küreş

2 Mart 2020 Pazartesi

Hayal-i Temsil - Şehir Tiyatroları



Afife Jale'nin sahneye çıkan ilk müslüman Osmanlı kadını olduğunu biliyordum ama o büyük cesaretin başına ne işler açtığını ve hayatını mahvettiğini bilmiyordum. Bedia Muavvit ise ünlü bir tiyatro oyuncusuyla evlenmek suretiyle onunla birlikte sahneye çıktığından, durum büyük bir namus tartışması yaratmıyor, dolayısıyla Afife Jale'nin açtığı yoldan ilermeyi ve çok uzun yıllar şehir tiyatrolarına büyük bir emek vermeyi başarabiliyor. Sahnede hiç bir arada olamamış bu iki cesur kadının hayatlarını "hayali" bir temsil üzerinden izliyoruz. 3 müthiş oyuncuyla çok iyi kurgulanmış bir oyun, çok keyif alarak, yer yer gözlerimiz dolarak izledik. Çocuklar da çok beğendiler, özellikle de sahne kurgusunu, katlanır açılır masal kitapları gibi sahnedeki dekoru çok yaratıcı bir şekilde hızla değiştirebiliyorlardı.


Yazan:               Ahmet Sami Özbudak
Yöneten:           Yiğit Sertdemir
Oyuncular:        Hümay Güldağ, Şebnem Köstem, Yiğit Sertdemir

1 Mart 2020 Pazar

Ay, Carmela! - Şehir Tiyatroları



Şubat tatilinde izlediğimiz oyunlardan sonuncusu, İspanya'daki iç savaş döneminde faşistlerin esir aldıkları bir sanatçı çifti ele alıyor. Franco için sahneye çıkıp onu ve askerlerini eğlendirmek zorunda kalan çiftten erkek olanı hayatta kalmak için boyun eğmeyi tercih ederken, kadın baş kaldırmak istiyor, bu durum da çiftin ilişkilerini zor bir sınavdan geçiriyor. Başrolde Ada Alize Ertem onurlu ve cesur kadın sanatçıyı müthiş bir karizmayla canlandırırken, Çağatay Palabıyık iyi bir performans sergilemekle birlikte fiziki olarak bence role tam uyamamıştı, partnerinin fazlasıyla gölgesinde kaldı, bu da oyunun etkisini bir hayli azalttı. Çocuklara İspanya iç savaşını ve faşizmi özetlemeye çalıştım ama zaten oyunun arka planını anlasalar da, bir çiftin sınavdan geçen ilişkileri henüz ilgi alanlarına girmiyordu.




Yazan   :             Jose Sanchis Sinisterra
Çeviren :            Yalçın Baykul
Yöneten:            Naşit Özcan
Oyuncular:        Ada Alize Ertem, Çağatay Palabıyık

9 Şubat 2020 Pazar

Şahane Züğürtler - Şehir Tiyatroları


Okulların ara tatilinde izlediğimiz opera ve tiyatro eserlerine Şahane Züğürtler ile devam ettik. İlk haftayı hastalık sebebiyle pas geçen Cem de, ikinci hafta Muhsin Ertuğrul Sahne'sinde aramıza katıldı. Jacques Deval‘in yazdığı oyun, Rus Çarı’nın Bolşevik devrimiyle devrilmesinden sonra, onun servetini devrimcilerden korumak için Avrupa’ya getiren, bir general ve eşi kontesi anlatıyor. Çok onurlu olan bu çift, paranın bir kuruşuna dahi dokunmamakta kararlı olduklarından, fakirlikle boğuşuyorlar ve tamamen parasız kaldıkları noktada, geçinebilmek için sonradan görme burjuva bir ailenin yanında hizmetçiliğe başlıyorlar. Pek kibirli bu aile, evlerinde verdikleri bir yemekte Avrupa’lı soyluları ağırladıklarında, hizmetçi olarak çalıştırdıkları kişilerin gerçek kimlikleriyle ilgili bilgi sahibi olmaya başlıyorlar ve (traji)komik durumlar birbirini izliyor. Usta Haldun Dormen’in yönetmenliğinde, çok deneyimli ve değerli tiyatrocularımız (Özellikle Müge Akyamaç müthişti) hakkını vererek sergiliyorlar eseri. Çocuklar tahmin ettiğim kadar gülüp eğlenmediler, oyunun yüzleşme kısmı komik olmakla beraber, 2,5 saate yakın süren eserde çoğu bölümde nostalji/melodram ağır bastı. Ben oyundan çok keyif aldım, çocuklar ise sıkılmadan izlemekle beraber, bayılmadılar.



Yazan : Jacques Deval

Yöneten : Haldun Dormen

Çeviren : Asude Zeybekoğlu

Oyuncular : Müge Akyamaç , Can Başak, Arda Alpkıray, Barış Çağatay Çakıroğlu, Besim Demirkıran, Caner Bilginer, Ceylan Çete, Çağrı Hün, Damla Cangül Yiğit, Engin Akpınar , Onur Şirin, Özgün Akaçça, Süeda Çil

8 Şubat 2020 Cumartesi

Son - Şehir Tiyatroları


Şehir tiyatrolarında, özellikle de Haldun Taner Sahnesi’ne bilet bulmak o kadar güç ki, bu oyuna kalan son 4 bileti gördüğümde hiçbir inceleme yapmadan direk aldım. Ancak biletleri aldıktan sonra oyunla ilgili yorumlara bakabildim. Ağırlıklı olumsuz yorumlar, ve ağır bir distopya olduğuna dair özetler görünce de biraz endişelendim, çocuklara ağır gelebilirdi. Cem, sömester tatilinin ilk haftasını hasta geçirdikten sonra, ateşi düşmüş olmasına rağmen, halsizdi, gelmek istemedi, biz de Dalya’yla gittik. Ona önce distopyanın ne olduğunu anlattım. Oyunun yazarı Özgür Kaymak, favori kitaplarım arasında olan Orwell’in 1984’ü ve Radburry’nin Fahrenheit 451’inin yoğun etkisi altında kalmış diye tahmin ediyorum, zira oyunda her iki kitaptan da bloklar halinde ögeler vardı. Toplumu yöneten ve gözetleyen bir yönetim, her türlü basılı bilgiyi yok etmek ve yasaklamak suretiyle, tarihi ve gerçekleri kendi arzu ettiği şekilde yeniden yazmayı amaçlıyor. Buna karşı mücadele veren, “farkında” olan asiler ise yer altındaki imha depolarında bulabildikleri her türlü bilgiyi, imha edilmeden önce kayıt altına almak için mücadele veriyorlar. Kitapların ötesinde film ve dizilerle de işlenmiş bir konu olduğu için, iyi oyunculuklar ve başarılı bir sahnelemeye rağmen oyun beni pek etkilemedi, ama distopya Dünya’sına ilk adımını atan Dalya beni çok şaşırtarak oyunu çok beğendiğini söyledi. Bir kaç yıl daha geçsin, 1984 ve Fahrenheit 451’i baş ucunda buluverecek.



Yazan : Özgür Kaymak
Yöneten : Özgür Kaymak
Dramaturg : Sinem Özlek
Müzik : Akın Sevgör
Sahne Tasarımı : Rıfkı Demirelli
Kostüm Tasarımı : Duygu Türkekul
Işık Tasarımı : Mustafa Türkoğlu
Efekt Tasarım : Harun Özdamar
Video Tasarım : Emre Turgaylı
Oyuncular  : Ahhan Şener, Aslı Menaz, Aslı Şahin, Ayşem Yağmur Ulusoy, Can Alibeyoğlu, Emre Çağrı Akbaba, Ercan Demirhan, Neslihan Ayşe Öztürk, Onur Demircan, Özgür Atkın, Tarık Köksal, Volkan Öztürk, Zeki Yıldırım

7 Şubat 2020 Cuma

Faust - İdobale



Süreyya Operası’nda Recep Ayyılmaz’ın müthiş rejileriyle pek çok opera eserinin modern sahnelenmesini izleme imkanım oldu, bazılarını da bu günceye not düştüğümü hatırlıyorum. Yine müthiş bir yorumu gözlerimize, kulaklarımıza çekme fırsatımız oldu. Programda Faust’u gördüğümde hemen klavyeye sarıldım, zira opera hastası Cem’in çok sevdiği bir eser. Karne gününün ertesi günü müthiş bir karne hediyesi olacaktı. Ama karne gününe bir gün kala yüksek ateşi çıktı. Yıllardır hastalanmayan oğlumu muhtemelen bir virüs ele geçirmişti. Cumartesi kendini iyi hissetmediği halde, benim zorumla operaya geldi. 3,5 saat sürecek eserin ilk perdesini öksürük krizleriyle geçirdikten sonra, Nina’yla eve döndüler. Hem onu zorladığım hem de ilk perdeye bayılan Nina’yı da onunla birlikte eve gönderdiğim için kendime çok kızdım. Tesellim, ilk perdeyi çok beğenmiş olan rock’çı Dalya’nın 3,5 saatin tamamını izlemek istemesiydi. Baba kız büyük keyifle eserin sonunu getirdik. Dekor, ışık, sahneleme, orkestra, solistler, hepsi çok iyiydi. Bir ayağı çukurda Faust’un gençliğini geri almak için şeytanla yaptığı anlaşmayı Charles Gounod’un muhteşem müzikleriyle, izledik, dinledik.



Orkestra Şefi : Zdravko Lazarov
Sahneye Koyan : Recep Ayyılmaz

Dekor : Efter Tunç
Kostüm : Şerife Gizem Betil
Işık : Yakup Çartık
Koreografi : Beyhan A. Murphy
Koro Şefi : Aydın Karlıbel

Le Docteur Faust : Erdem Erdoğan
Méphistophélès : Zafer Erdaş
Valentin : Alper Göçeri
Wagner: Utku Bayburt
Marguerite : Gülbin K. Günay
Siebel: Emıne Özge Kalelioğlu
Marthe : Neslişah Pekin

4 Şubat 2020 Salı

12. Gece - Şehir Tiyatroları


Çocukları sahne üstünde Shakespeare eseri ile tanıştırmak üzere Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yolunu tuttuk. Yolda eserin karmaşık hikayesinden bahsetmek istediğimde, Cem konuyu bildiğini söyledi. 2-3 sene önce ingilizce dersinde animasyon versiyonunu izlemişler. Konuyu hatırlamasının ötesinde karakterleri de isimleriyle hatırlıyordu. Fırtınada batan bir gemiden kurtulan ikiz kardeşlerden kız olanı, kardeşinin de hayatta olduğundan habersiz yeni bir hayata atılıyor. Çalışabilmek için erkek kılığına girmesi, emrine girdiği (ve aşık olduğu) kişinin aşk mesajlarını taşıdığı kontesin de, erkek kılığındaki kendisine aşık olması üzerine komik durumlar ortaya çıkıyor. Shakespeare'in yüzlerce yıl önce cinsel kimlikleri sorgulaması, tartışılmaz dehasına bir kez daha işaret ediyor. Eserde erkeğe aşık erkeği, kadına aşık kadını, erkek-kadın arasında aşkı, dolayısıyla aşkın kimlik tanımamasını izliyoruz. Bu sezon şehir tiyatrolarının programında izlediğimiz ilk oyundu, açıkçası çok emin değildim, zira Shakespeare kötü sahnelendiğinde bir acıya dönüşebiliyor, çocuklar da hızla alerji geliştirebilirlerdi, ama çok olumlu yönde şaşırdım, yönetmen Serdar Biliş'i tebrik etmek lazım, müthiş bir yapım hazırlanmış. Çok modern bir sahneleme, çok iyi oyuncular (özellikle başroldeki iki kadın Bennu Yıldırımlar ve Senan Kara), çok yaratıcı fikirler, araya müzikler de eklenerek, ışığı, dekoru çok yerinde kullanarak harika bir iş çıkarılmış. 


Tek sıkıntımız, biletleri zar zor en arka sıradan bulabilmiş olmamdı. Muhsin Ertuğrul Sahnesi bir tiyatro salonu için bence fazla büyük ve arka sıralar sahneye çok uzak kalınıyor, bunun ötesinde salonu çok ısıttılar, ısınınca yükselen hava da en arka (dolayısıyla en üst) sırada nefes almayı iyice zorlaştırdı. Bir ara salon çok hareketlendi, herkes telefonlarına sarıldı, ben ön sıralarda birinin bayıldığına kanaat getirmiştim ama meğer oyun esnasında Silivri merkezli 4,7 şiddetinde deprem olmuş, oyuna kendimi fazla kaptırmışım herhalde fark etmedim. Oyuncular da ya fark etmediler, ya da profesyonelce oyuna devam ettiler. Uzun da süren eserin sonunda, tüm karmaşık hikayeye rağmen çocuklar oyunu çok beğenmişti, bu da beni çok mutlu etti. Hayatları boyunca umarım çok keyif alacakları nice Shakespeare yorumları izlerler.

Yazan: William Shakespeare

Çeviren: Zeynep Avcı

Yöneten: Serdar Biliş

Müzik: Çiğdem Erken

Sahne Ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş

Işık Ve Video Tasarımı: Cem Yılmazer

Hareket Yönetimi: Candaş Baş

Efekt Tasarım: Özgür Yaşar İşler

Ses Çalıştırıcı: Susan Maın

Yönetmen Yardımcıları: Berk Samur, Doğan Şirin, Dolunay Pircioğlu

Oyuncular: Bennu Yıldırımlar,  Senan Kara Tutumluer, Doğan Şirin, Emrah Özertem, Ersin Umulu, Gözde İpek Köse, Haluk Levend Öktem, İsmet Şahin, Kamer Karabektaş, Kubilay Penbeklioğlu, Neşe Ceren Aktay, Nilay Bağ, Özge Özder, Seda Fettahoğlu, Tolga Yeter

20 Ocak 2020 Pazartesi

Diziler 2019


Günceye tekrar yazmaya başladığımda, yazmadığım yıllara dair boşluğu şu yazıyla doldurmaya gayret etmiştim. O listeden 2019'da izlemeye devam ettiğimiz diziler Big Little Lies, Black Mirror, Broad City, Fleabag, Friends from College, Game of Thrones, La Casa del Papel, Mindhunter, Modern Family, The Affair ve The Big Bang Theory.

Big Little Lies'ın ikinci sezonu yine çok iyi olmakla beraber ilk sezonunun biraz gerisinde kaldı, yönetmen değişikliği net hissediliyor, oyuncular da ilk sezondaki kendi müthiş performanslarının üstüne çıkamadılar, Meryl Streep de fazla katkıda bulunamadı, ama Laura Dern tek kelimeyle muhteşemdi, herkesten rol çaldı.

Fleabag'in ikinci sezonu ise unutulmazlar arasına girdi, hayatımda seyrettiğim en iyi dizi sezonlarından biriydi, Phoebe Waller-Bridge haklı olarak bu aralar tüm ödülleri süpürüyor.

Game of Thrones ise hayatımda kesinlikle izlediğim en kötü sezon finalini (çoğunluğun kıyasladığı Lost finali böyle kötü değildi) verdi. Yayınlamayıp diziyi iptal etseler daha az üzülürdüm, ne kadar kötü olduğunu tasvir etmek dahi çok güç. O kadar para harcayıp, gözümüzü bol efektlerle boyamak yerine, tek mekanda da geçse, yıllarca gelişimlerine şahitlik ettiğimiz karakterlerin hak ettikleri sonları verebilselerdi keşke.

Pek sevgili The Affair bizi hiçbir sezonunda üzmedi, her sezon üstüne ekleyerek geldi, Ruth Wilson'un (haklı olarak, kadın - erkek ücret eşitsizliği sebebiyle) diziden ayrılmasından sonra dizi hakkında çok ümitli değildim ama final sezonu yine tek kelimeyle harikaydı, son yıllarda yayınlanmış en iyi aile dramlarından birini daha çok güzel duygularla arkamızda bıraktık.

The Big Bang Theory finali için ise kelimeler yetmeyecek. Hayatımıza girdiğinde iki afacanımız henüz Dünya'da dahi değildi, hayatımız, bizler değiştik, tabii dizideki karakterler de değişti ama bu enfes komedi, kalitesi anlamında zerre değişmedi. 12 yıl boyunca bizi kahkahalara boğduktan sonra beni finalinde hıçkıra hıçkıra da ağlatmayı başardı. Leonard, kendisini hayatı boyunca takdir etmeyi başaramamış, psikolog olmasına rağmen kendi öz oğlunun en temel ihtiyacını karşılamaktan imtina eden annesine onu affettiğini söylediği sahnede gerçekten dağıldım, kendime de uzun süre gelemedim, hala o sahneyi hatırladıkça gözlerime yaşlar hücum ediyor. Darısı ebeveynlerinden o takdiri boşuna bekleyen milyarların başına diyeyim, halbuki bu kadar zor olmasa gerek, genetiğimizde çocuklara özgüven aşılamak daha sağlam yazılmış olsa, eminim Dünya ve insanlık bugün bambaşka bir noktada olurdu. Benim çocuklarım da bir gün bu satırları okuduklarında beni yargılayacaklar, umarım bu konu kalabalık eksi hanemde değil, cılız artı hanemde olur, onların adına bunu yürekten diliyorum ve elimden geleni de yapacağıma söz veriyorum.

Dizi konusuna geri dönersem, yeni keşfettiğimiz dizileri alfabetik sıraya göre, yine notlayarak aşağıya iliştiriyorum.


Altered Carbon - 7

Dizilerin arasında iyi bir bilim kurgu bulmak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, genelde fragmanlardan, veya ilk bölümün ilk dakikalarında elemek durumunda kalıyorum. Son yılların en iyisi "The Expanse"'ın yeni sezonu geçen ay yayınlandı, ama henüz izleyemedim, öncesinde dördüncü kitabı okuyup okumama konusunda kararsızım. Altered Carbon bilim kurgu açlığıma (doyurmasa da) güzel bir çerez oldu. Her şeyden önce Blade Runner'ı andıran görselliğiyle izlenmeyi hak ediyor. İnsanlar biyolojik bedenlerini değiştirerek (öldürülmezlerse ve paraları yeterse) sonsuza kadar yaşayabiliyorlar. Özgün konu ve görsellik, senaryoya da olumlu yansıyabilseymiş, çok iyi bir dizi çıkabilirmiş ortaya.

*************


After Life - 9

Ricky Gervais'nin bu müthiş dizisine şu yazıda not düşmüştüm:

*************


Broadchurch - 8
Çocuk cinayeti temasının gerçekten suyu çıktı ama kadroda Olivia Colman ve Phoebe Waller-Bridge'i görünce dayanamadım, iyi ki de öyle yapmışım, türünün çok iyi bir örneğiyle karşılaştık. Finalinden memnun kalmasam da, sadece Colman için dahi izlemeye değer.

*************


Chernobyl - 9

Başı ve sonu bilinen Chernobyl nükleer patlaması ancak bu kadar sürükleyici ve çarpıcı anlatılabilirdi. Sovyet sisteminde insanın değersizliği, yaşananlar insanın izlerken gerçekten de öfke krizine tutulmasına sebep oluyor. Tüm oyuncuları da çok takdir edilesi.

*************


Crashing - 7

Fleabag'den o kadar etkilendim ki, Phoebe Waller-Bridge ne yazdıysa izlemeye karar verdim. Fleabag'in ipuçlarının bulunabileceği Crashing de çok özgün ve keyifle izlenen bir yapım. Boş kalan kamu binalarını işgal eden bir grup bohemin hayatlarından bir kesit izliyoruz.

*************


Dark - 9

İlk sezonu düğümlenmekle, ve düğümleri çözmeye çalışmakla geçirdikten sonra o kadar müthiş bir ikinci sezon geldi ki, bir taraftan düğümleri çözerken, diğer taraftan yeni düğümlere maruz kalmaktan mazoist bir zevk almaya başladık. Tam bir Alman disipliniyle mantık boşluğu, hikaye açığı, zamanı geldiğinde cevaplamadan geçilmeyen soru bırakmayarak örüyor ağlarını. Zaman içinde yolculuk teması bundan daha iyi işlenemez.

*************


Dogs of Berlin - 6

Alman televizyonlarında haddinden fazla oryantalizme ve çarpıtılmış Türk/Doğulu resmine maruz kalmış biri olarak hiç izleyesim yoktu ama Berlin'de gerçek mekanlarda geçiyor olması ve ikinci evime özlemim bir şans vermeme vesile oldu. Kaliteli bir yapım olmasına rağmen, bolca klişe ve önyargı mevcuttu, hatta şehrin bir kısmı Lübnan mafyasının kontolünde polisin dahi giremediği bir bölge olarak tasvir edilmiş. Bunu dengelemek ve daha modern gözükmek adına muhtemelen başroldeki Türk dedektifi eşcinsel olarak çizmişler, doğu kökenlilerin şiddetini gözler önüne sererken de, aşırı sağcı neonazileri de sakınmamışlar. Anafikir şöyle çıkıyor, şu yabancılar ve neonaziler olmasalar Berlin'de hayat ne de güzel olacak.

*************


Euphoria - 8

Zamane gençliğini çarpıcı resmeden Skins dizisini hatırlatan Euphoria, uyuşturucu batağında bir liseli genç kızı anlatıyor. Bölümler ilerledikçe, anlatım da, karakterler de çok kıvamında derinleşiyor. Bir grup gencin büyümekle başa çık(ama)malarını, yetişkinliğe geçme yolunda tökezlemelerini çok başarılı bir dille izliyoruz. Oyunculukların hepsi çok iyi ama özellikle başroldeki Zendaya geleceğin büyük yıldızı olacak, inanılmaz bir oyuncu.

*************


Killing Eve - 7

Radarıma yine Phoebe Waller-Bridge vesilesiyle giren Killing Eve, esasında izleyeceğim türde bir dizi değildi. Psikopat bir kiralık katilin, mizahi! bir dille işlediği cinayetleri ve onu yakalama görevini fazlasıyla kişiselleştiren bir dedektifi izliyoruz. Başroldeki ikilinin başarılı oyunları ve Waller-Bridge'in sağlam mizahı diziyi bir şekilde izlettiriyor.

*************


Modern Love - 8

6 adet birbirinden bağımsız aşk hikayesi, kimi hikaye diğerinden daha özgün, daha etkileyici ama hepsi sevdiğimiz oyunculardan.

*************


Russian Doll - 7

Doğum günü partisinin akabinde ölerek, partinin başladığı noktaya geri dönen, tekrar tekrar ölüp dirilen ve bu döngüyü kırmaya gayret eden bir kadının hikayesini izliyoruz. Başyapıt Groundhog Day'den aldığı fikri daha karanlık bir tonda işliyor. Başrolde hayatı fazla ciddiye almayan alaycı kadın kahramanımız rolünde Natasha Lyonne çok başarılı. Dizinin sloganı da çok iyi ve diziye uygun;  "Ölmek kolay, zor olan yaşamak"

*************


Succession - 9

2019'un en beğendiğim yeni dizisi Succession oldu. Medya devi bir ailenin içinde şirketin başına kimin geçeceği sorusuyla başlayan çalkantılar, sayısız dalavere, hesap kitap, ayak kaydırmalarla temposunu hiç düşürmeden alıp başını gidiyor. İyi bir dizinin olmazsa olmazı oyunculuklar da yine bol ödül toplayacak türden.

*************

The Morning Show - 8

Reese Witherspoon'un ön ayak olduğu Big Little Lies'ın tadı hala damağımızdayken, yine onun başı çektiği The Morning Show'dan beklentilerimiz yüksekti. ABD'de yıllardır yayında olan bir sabah programını sunan ikiliden erkek olanın kariyeri cinsel istismar sebebiyle tepetaklak oluyor. Yerine kimin geçeceği, kanal içinde büyük bir itiş kakışa yol açarken, kovulan sunucu rolünde Steve Carell koltuğunu geri almak için mücadele veriyor. Hollywood'da başlayan metoo hareketinin gerekçelerini etraflı bir şekilde masaya yatıran dizi, yıldız dolu kadrosuyla da gözleri kamaştırıyor. Big Little Lies'ın özellikle ilk sezonundaki büyüyü yakaladıklarını söyleyemem, Reese Witherspoon da oyuncu olarak kendi gölgesinde kalıyor, Jennifer Aniston üstüne yapışmış rolü Rachel'lığı üzerinden fazla atamamış,ama yine de tereddüt etmeden sonuna kadar kendini izlettiren bir yapım çıkmış ortaya.

*************

Years And Years - 9

Bu senenin en iyi yeni dizilerinden Years and Years yakın gelecekte başlayıp, zamanı her bölümde biraz daha ileri götürüyor. Bu geçen zaman zarfında bir yandan teknolojinin, diğer yandan siyasetin etkisiyle değişen toplumu izliyoruz. Black Mirror'daki fütüristik ögelerin ön değil arka planda olduğu, ön planda ise bir ailenin tüm bu değişimlerden nasıl etkinlendiğini gözlemleyebildiğimiz etkileyici bir dram. Emma Thompson'ın başarıyla canlandırdığı, sağcı popülist politikacının yakın zamanda dalga geçilen, ciddiye alınmayan halinin, zaman içerisinde, özellikle de göçmen akımlarının yoğunlaşmasıyla, nasıl da onu iktidara taşıyacağına şahit olacağız.