29 Kasım 2013 Cuma

Xavier Dolan ve Laurence Anyways (2012)

Genç yönetmen Dolan'ın filmleri "Les Amours Imaginaires" (2010) ve "J'ai tué ma mère" (2009) 'den önceki yazılarda bahsetmiştim. Bu filmlerindeki daha naif temalardan, bu son yapıtında oldukça zorlu bir konuya geçiyor. Filmin başlarında normal bir hayat sürüyormuş izlenimi veren (ve Melvil Poupaud tarafından çok başarılı canlandırılan) bir erkeğin, bir kadına dönüşmesini aşama aşama izliyoruz. Sinemadan alışageldiğimiz transseksüel hikayelerinden farklı olarak, aşkla bağlı olduğu kız arkadaşına olan duyguları bu süreçte değişmiyor, ancak bir ilişkinin böyle bir dönüşümü kaldırması kolay değil. Yanlış bir vücuda hapsolmuş olduğunu hisseden bir transseksüelin gerçek kimliğine kavuşma mücadelesi, aşkın cinsiyetten bağımsız varlığı, Dolan'ın cesur anlatımıyla birleşiyor. Bu meydan okumanın zorluğu muhtemelen Dolan'ı filmin süresi konusunda sınırlara dayamış. Kesip çıkaracağı her sahnede, hikayeden bir şeyler eksilteceği endişesiyle filmi 3 saate yaklaştırmış olsa gerek, bu da maalesef filmin izlenebilirlik hanesine çok olumlu yansımıyor.

28 Kasım 2013 Perşembe

Julia Loktev ve The Loneliest Planet (2011)

Bu günceye düzenli yazamadığımdan dolayı, sene başından beri bahsedilmeyi bekleyen, mutlaka da not düşmem gereken filmler var. Bunlardan en önemlisi The Loneliest Planet. Benim için tek kelimeyle mükemmel bir film. Hayranı olduğum Nuri Bilge Ceylan'ın jüri başkanı olduğu İstanbul Film Festivali'nden Altın Lale ile dönmesi de tesadüf değil. Son derece sade, yalın, ağır tempolu, ana akım sinema bağımlısı izleyicinin nefret edip, film boyunca hiçbir olayın olmadığını iddia edeceği film, genç bir çiftin ilşkilerinin Gürcistan'ın bakir doğasında sıkı bir sınamadan geçmesini anlatıyor. Uzun süre sadece dağ bayır yürüyorlar, filmin ortalarında çok vurucu bir an var, ve bundan sonra tüm taşlar yerine oturuyor. Betimlemek mümkün değil, mutlaka izlemek gerekir. Filmden o kadar etkilendik ki kendimizi geçen yaz 10 gün boyunca Ermenistan ve Gürcistan'ı gezmeye adadık.

27 Kasım 2013 Çarşamba

John Carney ve On the Edge (2001)

Babasını kaybetmesi üzerine başarısız bir intihar girişiminde bulunan gencin, bir klinikte tedavi görmesi üzerine kurulu film. Karakterlerin hepsi hayata iplikle tutunmuş olan intihar meyilli hastalar, ve tabii bu tür bir malzeme yeterli drama potansiyeli sağlıyor. Başta Forman'ın "One Flew Over the Cuckoo's Nest"'i (1975) olmak üzere sayısız film bu konuyla meşgul olduğundan dolayı yeni bir şeyler söylemek bir hayli güç ki, Carney de kalburüstü bir film yapmakla birlikte bu meydan okumanın altından kalkamıyor. Yine de başta Cillian Murphy olmak üzere oyunculuklar başarılı, ve bir İrlanda yapımı olarak film Hollywood klişelerine mesafe koyma konusunda taviz vermiyor.

26 Kasım 2013 Salı

Urszula Antoniak ve Code Blue (2011)

"Nothing Personal" (2009) ile son yıllarda beni en etkileyen filmlerden birine imza atan Antoniak'ın iki yıl aradan sonra çektiği filmi "Code Blue", anlaşılması ve hazmı bir hayli güç bir film. Özellikle finale gelirken tam bir muamma halini aldı, çözemedim. Yine yalnız ve hayatla ilgili ciddi sıkıntıları olan bir kadın merkezde, ancak travmasıyla ilgili hiçbir ipucu alamadığımız için metaforlarla örülü olduğu çok belli olan olayların gelişimine dair mantıklı bir değerlendirme yapmak da bir hayli güç oluyor, hele final kısmı gerçekten de surata beklenmeyen bir anda yenen tokat gibi. Antoniak şüphesiz çok güçlü bir yönetmen ama bu sefer filmi beni teğet geçti.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Asghar Farhadi ve Le Passé (2013)

Farhadi son dönem İran sinemasının tartışmasız en güçlü isimlerinden. "A Seperation" (2011) ile de çok hak ederek ödüllere boğuldu. Bu kadar başarılı bir filmden sonra gelecek eserlerle ilgili, beklentiler ister istemez çok yukarı çıkıyor. Le Passé, oyunculuklar dışında benim de bir hayli yükselmiş olan beklentilerimi karşıladı. Farhadi'nin çok sade, günlük, hatta banal denilebilecek hikayeler içerisinde söylenmeyenlerle, bilinmeyenlerle yarattığı gerilimler takdire şayan ve son derece özgün. "A Seperation"'ın güçlü anlatımını, geçeğe son derece yakın ve doğal oyunculuklar beslerken, Le Passé'de (Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almasına rağmen) Bérénice Bejo, ve ondan çok daha beter olarak da Samir rolünde Tahar Rahim yer yer doğallıktan oldukça uzak bir oyunculuk sınavı verdiler. Başrolllerden bekleneni verebilen tek oyuncu kanımca Ali Mosaffe idi. Bu kadar sade ve ağır tempolu bir filmde oyunculuklarda nüanslar dahi çok önemli, hatta bence Rahim nüansların ötesinde yer yer elini kolunu koyacak yer bulmakta zorlandı.
Bu konularda takıntılı biri olarak tabii olan seyir zevkime oldu, ama yine de bu Farhadi'nin çok iyi bir anlatıcı ve yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyor, ondan tek dileğim, kendi topraklarında anadilinde film çekmeye devam etmesi.

24 Kasım 2013 Pazar

Duşan Kovaçevic ve Profesyonel

İstanbul Devlet Tiyatroları'nda kapalı gişe oynayan "Profesyonel"'in yazarı Duşan Kovaçevic, yönetmeni ise Işıl Kasapoğlu. Yetkin Dikinciler'in ve özellikle de Bülent Emin Yarar'ın müthiş oyunculuklarıyla güçlenen anlatım, Yugoslavya'da Tito öncesi ve sonrası toplumsal ve politik hayata ayna tutuyor. Kovaçeviç'in kullandığı özgün kurgu ve çok kıvamında kullandığı kara mizah, duygu paletinin oldukça geniş bir yelpazesini izleyiciye aktarıyor. Bir yandan kahkahalarınıza hakim olamazken, salondan çıkarken boğazınızdaki düğümün çözülmesi için açık havaya ulaşmayı beklemeniz gerekecek.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Deborah Scranton ve The War Tapes (2006)

Irak savaşını bir de askerlerin gözünden izlemek gerek. 3 askere verilen cihazlarla kaydedilmiş videolardan oluşan belgesel, bir insan gönüllü olarak niye savaşa gider, orada neler yaşar, döndüğünde nasıl bir ruh halinde olur sorularına, cevap olmasa da bir fikir veriyor.

22 Kasım 2013 Cuma

Jason Barker ve Marx Reloaded

Vahşi kapitalizmin dört koldan geniş kitleleri ezmesi devam ederken, doğal olan insanların bu düzen sonsuza kadar böyle mi gidecek diye sorgulaması olmalı, ancak herkes durumu kanıksamış gibi (bir tek Güney Amerika'da kıpırdanma var, bkz. Venezuela, Bolivya), sorgulayanlar da marjinal olarak niteleniyorlar. Kapitalizmi eleştirenlerin ortak vardıkları nokta ise, bu sistemin karşısında geniş kitlelerce kabul görecek bir alternatif çıkmadıkça kapitalizm hiç çökmeyecek. Her çöktü denilen krizde, kapitalizm güçlenerek, bir nevi kendini yenileyerek, gençleşerek tekrar çıkıyor karşımıza. İnsanileşeceğine iyicene vahşileşiyor. Bu noktada durup Marks'ın neler söylediğine tekrar bir bakmak gerekiyor. Marks denince "aman komünizm" geliyor reaksiyonu veren geniş kitlelerin bir durup, beslendikleri dogmalardan kurtulup sorgulama antenlerini açmaları gerekiyor. Herkesin aklına hemen sosyalizmin Rusya'da uygulanış şekli geliyor, ama muhtemelen Marx da sosyalizmin bu şekilde yozlaşması ve halktan uzaklaşmasını çok yadırgardı. Kapitalizme sayısız kez şans verilirken, sosyalizme ikinci bir şans dahi vermemek, değişik bir alternatif üzerine düşünememek, bunu söz konusu dahi edememek kapitalizmin ekmeğine yağ sürüyor. Zaten kapitalizmin amiralleri de yarattıkları korku imparatorluğu ile alternatif arayanları başarıyla marjinal durumuna düşürmeyi başarıyorlar. Bu belgesel, adından da anlaşılacağı üzere popüler kültüre ve bu vesileyle geniş kesimlere hitap edebilmeye gayret gösteriyor ve Matrix'teki gibi biri kırmızı biri mavi hap teklif ediyor, hiç bu konulara kafa yormayıp, yorduğunuzu da hatırlamayıp sanal hayata mı devam edeceksiniz, yoksa gözlerinizi tamamen açıp gerçekliğin can acıtan tüm çıplaklığıyla göz göze mi gelmeyi tercih edeceksiniz, karar sizin. Marx'ın "Das Kapital"'ini okumadım, ama sadece belgeselde bahsi geçen "Warenfetisch" kavramı, yani eşya fetişizmi konusu beni o kadar çok düşünmeye sevk etti ki, bir an önce bu açığımı kapamam gerektiğini hissettim.

21 Kasım 2013 Perşembe

Charles Ferguson ve No End in Sight (2007)

Büyük bütçeli Hoolywood yapımları, "24" gibi aksiyon dolu diziler, tüm dünyaya sürekli ABD'lilerin ne kadar akıllı, teknolojik olarak ne kadar ileri, müthiş stratejist, süper akıllı, herşeye hakim, kimseye göz açtırmayacak adeta tanrıvari bir güce sahip oldukları yanılsamasını pompalıyorlar. Ne kadar amatör, ne kadar bağnaz, ne kadar akıldan uzak, ne kadar insanlıkdışı yönetildiklerini görmek için bu belgeseli izlemek yeterli. Artık alenen bilindiği üzere tamamen bir yalan üzerine, yani Irak'ın kitlesel imha silahlarına sahip oldukları argümanı üzerine başlattıkları fetihi (ki sanki Irak'ı İran'a karşı o anlamsız savaşta onyıllarca silahlandıran ve bunun üzerinden tüm petrol sermayesini kendi şirketlerine peşkeş çeken ABD değilmişcesine) ne kadar amatörce yönettiğine inanamayacaksınız. Irak coğrafyasında işgalin 1 birim askerle yapılıyorsa, işgal sonrası ülkede asayişin sağlanabilmesi için 2 birim askere ihtiyaç olacağı bilgisinin tecrübeli askerler tarafından önemle vurgulanmasına rağmen Bush yönetimi bunu tamamen göz ardı ediyor, ve ülke esasında göz göre göre bir kaosa sürükleniyor. Ülkenin her köşesi, müzeleri, bakanlıkları, kütüphaneleri talan edilirken hasar görmeyen, çünkü dokunulamayan, çünkü ABD tarafından korunan tek kurum; petrol bakanlığı!!!. İşgalin hemen akabinde görece idealist ABD yetkilileri, Irak güvenlik birimlerinin, asayişin sağlanmasında görevlendirilmeleri gerektiği yönündeki raporlarına rağmen, ABD'nin işgal sonrası ilk icraati, ülkenin en büyük işvereni konusundaki Irak ordusu ve polisini işsiz bırakması oluyor. Bir günden ertesine işsiz kalan bu insanların, ülkenin neredeyse tamamına tekabül eden aileleri büyük bir açlık ve çaresizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Bu da tabii insanların, bu durumdan istifade eden ve şimşek hızıyla büyüyen, güçlenen silahlı cemaatlere yönelmelerine yol açıyor. Farklı etnik kökenler ve mezhepler barından, Dünya savaşı sonrası ingilizlerin bir kalemle (ve tabii kendi emperyalist emelleri ışığında) çizdikleri sanal sınırlarla vücuda gelen Irak'ın dağılması bundan sonra kimseleri şaşırtmamalı. ABD'nin sadece son yüzyılda bu işlediği kaçıncı insanlık suçu, kimse gıkını çıkaramayacak mı, delirmemek elde değil!!!

20 Kasım 2013 Çarşamba

William Lewis ve Beyond Treason (2005)

Şu ara Suriye'de yaşanan trajedide kimyasal silahların kullanılmaması büyük bir zafermiş gibi tüm kesimler tarafından, suratlarda iğrenç bir sırıtmayla kutlanıyor. Kimyasal silahlarla ölen kişi sayısı 1 ise, konvansiyonel silahlarla ölenlerin sayısının 100 olması ise kimseyi bağlamıyor, yani mesaj "tabii öldürün, ama lütfen kimyasal kullanmayın". Tam bir kamera şakası. Bu şakanın baş aktörü ABD'nin körfez savaşı ve Kosova'da kullandığı füzelerin başlığında uranyum bulunduğunu biliyor muydunuz? Doğada uranyumun 3 farklı izotopu bulunuyormuş. Nükleer yakıt ve silahlar için kullanılan 2 izotopun miktarı, çıkarılan tüm uranyumun 1%'inden az. 99%'a tekabül eden izotopa sahip uranyumu da ABD füze başlıklarında kullanarak, füzelerin imha gücünü arttırmak için değerlendiriyormuş. Bu şekilde Irak'ta tonlarca uranyum kullanılmış. Bu uranyumun yarılanma zamanı, yani radyasyon yaymak suretiyle kütle ağırlığının yarısını kaybetme süresi tam 4 milyar yıl, yani bir nevi sonsuza kadar. Yakın mesafe füzelerde de kullanıldığı için, bizzat amerikan askerleri de radyasyona maruz kalmış, çoğu hastalanıp ülkelerine gönderildiklerinde kendi ailelerinde de, yaymaya devam etmekte oldukları radyasyonla, kanser vak'alarına sebep olmuşlar. Tüm bunlar hasır altı edilmiş. Irak halkının durumu ise tam bir facia. Belgeselin verdiği 5 kollu, 3 kafalı veya bir et yığını olarak doğan bebeklerin görüntülerinde ekrana bakamaz hale geldim. Laneeeeeeeeeeeeeeeeeet olsun diyorum bu zihniyete, ömür boyu huzur bulamazlar, beter olurlar umarım. Belgeseli izlerken sinirlerinize hakim olamayacaksınız, insan hakları konusunda her daim ahkam kesen medeniyetlerin olan biten tüm kötülüklere bir gözlerini yummaları karşısında sözler kifayetsiz kalacak.

19 Kasım 2013 Salı

Michael Moore ve Capitalism: A Love Story (2009)

Michael Moore, kendine has mizah anlayışıyla Amerikan toplumundaki en büyük çarpıklıkları gözler önüne sermeye devam ediyor. Bu eleştirilerin her daim merkezinde olan kapitalizmi daha da bir mercek altına alarak konuya damardan giriyor. ABD'nin güçlü şirketlerinin, çalışanlarına gizlice hayat sigortaları yaptırarak, onların ölümleri üzerinden milyon dolarlar kazanmalarından giriyor, 2009'da mortgage krizi olarak da bildiğimiz Wall Street'in çöküşünden, yine esasında her türlü kötülüğün sorumlusu olan bankaların zenginleşmelerinden çıkıyor. İnsanlara sahip oldukları evi ipotek ederek kredi almaya teşvik eden bankalar, insanları o kadar zorluyorlar ki, çok kolay ve hesapsızca borçlanan ve yarınını düşünmeden tüketen geniş kesimler, bu mutluluk zincirinin patlaması üzerine kredi borçlarını ödeyemez hale geliyorlar. Bankalar ise onların gözlerinin yaşına bakmadan evleri boşalttırıyorlar, yüz binler sokaklarda kalıyor, bankalar da bu kadar çok boşaltılan evi satacak kimseyi bulamadıkları için "zorda" kalıyorlar. O dönemde (esasında her dönemde) politikanın içinde hep bu bankaların "eski" yöneticileri bulunduğundan ve/veya politikada aktif olanların çoğunun da bu bankaların sponsorluğunda seçim kampanyalarından çıktıklarından, tüm kongre yoğun bir şekilde banka lobisinin baskısı altında olduğundan, bir anda bankalara 700 milyar dolar kaynak sağlanması, aksi takdirde tüm ülkenin batacağı iddiası/koca yalanı çığırttırılıyor. Buna rağmen kongrenin vicdanına sığdıramıyorlar, öneri önce reddediliyor, ama sonra ne yapıp edip hükümet bir yolunu buluyor ve 700 milyar bankalara peşkeş çekiliyor. Ve aklımın hiç almadığı/alamayacağı konu; bu 700 milyar doların nereye harcandığı/harcanacağı, ne şekilde kullanılacağı hiç bir şekilde sorgulanmıyor, zaten kanunen de sorgulanmayacak şekilde bir düzenleme yapıldığından sorgulanamıyor da. Michael Moore, banka yöneticilerine bu tarihten sonra dağıtılan bonusları, alınan özel jetleri bir yandan gözler önüne seriyor, diğer yandan da boşaltılmaya devam edilen evleri ve sokağa atılan ailelerin mağduriyetlerinin aynen devam ettiğini anlatıyor. Öyleyse ne oldu her kesimin vergileriyle bir araya gelen 700 milyar doların akibeti? İşte vahşi kapitalizmin akıl almaz marifetleri, boşuna dememiş Moore "Bir aşk hikayesi" diye...

18 Kasım 2013 Pazartesi

Robert Greenwald ve Iraq for Sale: The War Profiteers (2006)

ABD'nin, sosyalizmin karşısında en uçlara götürdüğü vahşi kapitalizmin savaşlara nüfuz etmesi on yıllardır süregeliyor, ancak en son Irak'ın fethi esnasında, uygulamaların insanlık dışı boyutu iyicene göz ardı edilemez bir hale geldi. Geniş halk kesimlerinin ihtiyaçlarının ortak paydası ihmal edilerek zengin sermaye sahiplerine peşkeş çekmek şeklinde gerçekleşen özelleştirmelerden savaş sektörü de fazlasıyla nasibini aldı. Daha önce ordunun zorunlu askerlerine yaptırdığı tüm hizmetler, birer birer özel firmalara ihale edildi. Tek amaçları kar etmek olan bu firmalar, aldıkları milyar dolarlık ihalelere her türlü dalavereyi karıştırarak, mesela hemen hiçbir eğitim vermeden sokaktan topladıkları işsiz güçsüzleri savaşa paralı asker olarak gönderince, ordu disiplininden tamamen uzak olan bu güruhun Abu Ghraib hapishanesinde uyguladıkları insanlık dışı işkenceleri, bir noktada dünya basını da görmezden gelemedi. Ordudaki askerlerden 5 kat yüksek maaş alan bu paralı askerler, hem de her türlü hukuki işlemden muaftılar. Ordunun askerleri işledikleri suçlar karşısında askeri mahkemelere çıkıp her türlü cezayı alabilirken, bu özel güvenlik şirketlerinin çalışanları sadece ülkelerine geri gönderiliyorlardı, ve bir başka firmada işe girerek tekrar aynı bölgeye geri de dönebiliyorlardı. "Iraq for Sale" belgeseli tüm bunları belgeleri ve tanıklarıyla gözler önüne sererken, ihalelerden en büyük paraları kazanan şirketlerin politikacılarla olan sıkı bağlantılarını da ortaya döküyor. Mesela Bush rejiminin savunma bakanı Rumsfeld en büyük ihaleleri birbiri ardına kazanan KBR şirketinin baş yöneticilerinden biri imiş. Halkın vergilerinin bu şirketlere peşkeş çekilmesinin tek sonucu sadece faali meçhul cinayetler ve faali belli işkence vak'aları değil. Aynı zamanda lojistik, yemek, bina inşaları gibi hizmetleri de ihalede alan şirketler, işleri üçüncü dünya ülkelerinden ithal ettikleri ucuz iş gücüne insanlık dışı ücretlerle ve hiçbir sosyal güvence vermeden yaptırıyorlar. Mesela kamyon şoförlerini, içine girecekleri hayati tehlikeleri tamamen göz ardı ederek, boşu boşuna çöle seferlere gönderebiliyorlar ki, devlete fatura edip paraya para demesinler. Tabii bu sayfalarca, hatta ciltlerce anlatılabilecek kadar bol malzeme içeren bir istismar kabusu. Çok başarılı olan ve mutlaka izlenmesi gereken belgeselde görüşlerine yer verilen Pratap Chatterjee bu konuda çok detaylı araştırmalar yapmış başarılı bir muhabir, konuyla ilgili şu yazısını da okumanızı salık veririm;
http://www.tomdispatch.com/post/175036/pratap_chatterjee_inheriting_halliburton_s_army

17 Kasım 2013 Pazar

Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media (1992)

Bu aralar maymun iştahıyla özellikle yakın tarihteki siyasi ve tarihi olaylara ışık tutan düşünürlerin kitaplarını paralel olarak okumaya çalışıyorum, bir kitabın bir bölümünde verilen bir referans üzerine birden o diğer kitaba geçiyor ve daldan dala konuyorum. İnsanoğlunun özünde kötü olduğuna olan inancım gittikçe pekişmekle birlikte ve esasında yaşanan korkunç olayların bu kadar göz önünde olmasına rağmen kimsenin farkında olmamasının verdiği son derece melankolik ve karamsar ruh haline rağmen adeta çivi çiviyi söküyor ve gözüme indirilmiş olan perdeler kalktıkça, resim berraklaştıkça hayatla daha baş edebilir ve daha güçlü hissediyorum kendimi.
Düşündükleriyle ve yazdıklarıyla başka bir boyuttan bizimle iletişiyormuş hissini veren Noam Chomsky'nin "How the World Works"ünü okurken, medyanın nasıl hükümetlerin icraatleriyle ilgili kamuoyunu yönlendirme amacıyla kullanıldığını, bu çarkların nasıl işlediğini bir bölümde özetlemesi ve de diğer bir kitabı "Manufacturing Consent"e gönderme yapmasıyla, bir anda o kitaba zıplayıverdim. Ülkemizde de çok güncel olan bir konu, ve "en iyisini ben bilirimci" tüm yönetimlerde benzer şekilde işleyen bir olgu. Kısa bir araştırma ile bu malzemenin filme de çekildiğini görünce hemen edinip izledik. Filmin fazlasıyla 80'ler kokan ve dağınık bir izlenim veren kurgusu eleştirilebilir, ancak içerik Chomsky'nin kitabı ve söylevleri üzerine kurulu olduğu için mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Contemporary İstanbul 2013

Contemporary özelinde 2011 ve 2012 yıllarındaki yazılarda vurguladığım bienal - contemporary kıyaslaması bu sene de aklımı en çok kurcalayan konuydu. 2013 bienaline tepkili olmam (bkz. Bienal 2013) üzerine Contemporary'e de farklı bir gözle bakmaya başladım, zira bu sene benim tamamen öznel görüşüme göre eserlerde (biraz hayal gücünüzü de zorlarsanız) sosyal ve toplumsal eleştiri vardı, ve eserler bunu son derece estetik bir dille ifade ediyorlardı. Tabii ki tüm galeriler politik eserler sergilemiyordu, burada tek amaç zenginlerin duvarlarını, koleksiyonlarını beslemek, kendimizi kandırmayalım. Ama belli ki o kesimde de böyle bir talep var, veya sanatçılar araya bir iki mesaj sıkıştırmadan eser yapamaz hale geldiler. Sonuç itibariyle kendimi oldukça sık "İşte benim hayalimdeki bienalde bulunacak bir eser" diye hayıflanarak gezinirken buldum.

On History - Tariq Ali and Oliver Stone in Conversation

Yönetmen Oliver Stone, ABD'nin anlatılmamış/anlatılmayan tarihiyle ilgili bir belgesel çekmeye karar verdiğinde düşünür/yazar Tariq Ali'yle bir dizi röportaj gerçekleştiriyor. Sonrasında bu konuşmaları bir kitapta toplanıyor. Şu notumda bahsettiğim üzere Tariq Ali'yi Salt Galata'da canlı dinleme fırsatını bulmuş, ve sonrasında da bulabildiğim youtube videolarını dinlemiştim. Yanlış hatırlamıyorsam Rothko Chapel'da yaptığı etkileyici konuşmada, New York'ta Oliver Stone'la görüşmesinin akabinde oraya geldiğini aktarıyor ve röportajlardan bahsediyordu. Ben de izlenecekler/okunacaklar listeme not düşmüştüm. Kitabı elime geçirince bir nefeste okudum. Düşüncelerini olabilecek en berrak bir dille anlatma yeteneğine sahip olan Tariq Ali'nin ağzından yakın tarihin çok net bir özetini almak ve mesela Dünya savaşlarının niye gerçekleştiğiyle ilgili alternatif ve çok mantıklı bir fikir sahibi olmak istiyorsanız, emperyalizmin Avrupa devletlerinden ABD tekeline geçerken nasıl evrildiğine dair notlar okumak istiyorsanız bu kitabı kaçırmayın.


20 Ekim 2013 Pazar

Bienal 2013

2013 Bienal'inin "Anne, ben barbar mıyım" olan ana teması, ücretsiz olmasının da etkisiyle Gezi olayları sonrası büyük bir ihtimalle ziyaret rekorları kırdı ve her zamankinden daha fazla ses getirdi. Daha önce bienal yazılarında bahsettiğim üzere bienallerin toplumsal ve siyasi sorunlar üzerine düşünmeye sevk etmesi "toplum için sanat" anlayışı içinde olumlu, ancak her seferinde daha minimalistleşen sanat anlayışı bence artık sanatla bağını koparacak kadar uç bir noktaya geldi. Bir düşünceyi bir duruşu anlatırken kullanılan mecranın estetikten uzak ve özenilmemiş hali, bana şunu sordurtuyor; evde oturup belgesel izlesem, kitap okusam Dünya'da ters giden her konuda çok daha sağlıklı ve verimli bir şekilde kendimi bilgilendirmiş olmaz mıyım? Tam bu düşüncemi destekler şekilde bu sene bienal video olayını feci şekilde abartmış, neredeyse her iki eserden biri video, oturup hepsini izlemeye kalksanız günlerce bienal mekanlarından çıkamazsınız. Zaten deli gibi duvarlara iliştirilmiş yazıları okumak, ve hemen her eserde birşeyler anlayabilmek için katalogda dolanmak gerekiyor. Tüm armutlar pişsin ağzıma düşsün demiyorum, ama olay sadece entellektüel bir etkinliğe dönüştüğünde diğer tüm duyularımız yaya kalmıyor mu? Nerede şekiller, formlar, renkler, kokular, tınılar, nerede yaratıcılık, nerede özgünlük? Varsa yoksa yazı ve video.
Bienalle ilgili diğer bir sıkıntım ise İstanbul bienalini "İstanbul bienali" yapan otantik ve özgün mekanlardan niye koparıldı bu etkinlik? Sermayeye ait Salt'a Arter'e bu etkinliği tıkıştırmanın ne anlamı var? Facebook'ta paylaşılması üzerine okuduğum Ali Artun'un esaslı eleştiri yazısıyla sizleri başbaşa bırakayım;
"Anne Ben Hıyar mıyım?"

15 Eylül 2013 Pazar

Rock'n Coke 2013

Zamane gençliğinin festivali olarak Rock'n Coke'a, kendi gençliğimin beni dans pistlerinde en gaza getiren grubunun çıkacağını öğrenince bir "Hezarfen Havaalanı" gerçeğine rağmen yollara düştüm. Metrobüs kullanmama rağmen 3 saate yaklaşan bir yolculuk sonrası vardığım festival alanında parti tam hız gidiyordu. Arkadaşlarla sahnelerden sahnelere zap'leyerek kurtlarımızı döktük. Adını sanını duymadığım sayısız grupla coştum, bu arada aynı anda paralel olarak 4-5 sahnede konserlerin devam etmesine rağmen seslerin birbirine hiç karışmaması oldukça şaşırttı beni. Mp3 dünyasına geçtiğimizden beri müziği hiç hakkını vermeden tükettiğimiz gibi, her taraf konser olunca da aynı tüketim modeli bu sefer zamane festivallerine nüfuz etmiş. Birkaç saat içinde kaç konseri tam algılayamadan tükettiğimi kendim de sayamadım, hiçbir grubun adını da aklımda tutamadım. Arada beni festivale VIP sokan dostumda sırf sahne önü bileti var diye Teoman konserine de girdik, keşke müziğe hiç dönmeseymiş, hiper detone sesine 30 saniye kadar dayanabilip hemen zap'ledik. Saat gece 1'e yaklaşırken ve bizim bateri beni şarja tak diye çığırırken beklediğim "The Prodigy" sahneye çıktı. Muhteşem bir sahne ışığı eşliğinde, aradan geçen 20 seneye rağmen enerjilerinden zerre ödün vermemiş elemanlar hepimizi coşturdu. Çok şükür ki hemen başlarda "Firestarter"'ı çaldılar, çünkü onsuz çıkmam abi modunda olduğumdan konserin sonuna kadar bekleyebilir ve zaten pazartesi sabahı saatlerine yaklaşan festival ortamından uzaklaşmayı konser bitmeden kabul etmeyebilirdim.

18 Ağustos 2013 Pazar

Richard Linklater ve Before Midnight (2013)


Favori yönetmenlerimden Linklater'dan en son şu yazıda bahsetmiştim. "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'te izlediğimiz ve bir nevi platonik aşkın sembolü haline gelen kahramanlarımız, meğer sonu açık kalmış olan "Before Sunset" sonrası bir arada kalmışlar, Ethan Hawke Amerika'ya dönüş uçağını kaçırmış (esasında binmemiş) ve Paris'te kalarak Julie Delpy'le olan gençlik aşkını yaşamaya karar vermiş. Aradan geçen 9 yılda ikili bir de ikiz çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk sahibi olmanın bir ilişkiyi nasıl sınadığını, yaşamış olanlar bilir. Bu sefer Yunanistan'da geçirdikleri yaz tatilinin finalinde, çocukları dostlarına bırakarak baş başa bir gece geçirecekler. Hep olduğu gibi uzun yürüyüşlerin eşlik ettiği muhteşem diyaloglar, ilişkilerini içten ve sorgulayarak yaşayan tüm gönül gözü açık insanların duygularına tercüman oluyorlar.
Benim kuşağım özellikle çok şanslı, çünkü "Before ..." serisinin kahramanları, filmler gösterime girdiğinde hep bizimle yaşıt oluyorlar, bizim o günlerde hissettiklerimizi hissediyorlar, bizimle birlikte büyüyor, yaşlanıyorlar. Bir sonraki "Before ..." bölümünü heyecanla bekliyor olacağım.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

E.S.T. Symphony


Albümlerini çok beğenerek dinlediğim E.S.T'nin kurucusu, isim babası, beyni, herşeyi olan Esbjörn Svensson'un 2008 yılında vefatı üzerine grubun diğer elemanları bir şekilde ürettikleri projelerle, ismin yaşamasına ve festivallerin parçası olmasına vesile oluyorlar. İyi mi yapıyorlar pek emin değilim, bana biraz ismin mirasını tüketiyorlar gibi geliyor. Geçen sene Magnus Öström Caz festivalinde çaldığında yine kendi isminden çok E.S.T'nin adı ön plandaydı, ve o konseri pek beğenmemiştim.
Bu sene E.S.T'nin eserlerinin merkezde olması tabii çok daha cazipti. Ancak beğenilen eserlerin ille bir senfoni düzenlemelerinin yapılmasını, hele de yeterli hazırlık olmaz ise çok zorlama buluyorum. Koca bir orkestranın toparlanması ve müziği özümseyerek provalar yapılması madden mümkün olamayacağı için, o günlerde müsait olan müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturulan bir orkestra muhtemelen sadece bir iki prova ile konsere çıkıyorlar. Bu durumda hep ekşi ve zorlama bir tat alıyorum. Bu konserde de benim açımdan öyle oldu. Bir de kendi bir hatamı itiraf etmeliyim, konser biletleri numarasız olunca, en ön sıra da protokole ayrılmamış olunca, marifet gibi gidip en öne oturduk. Haliç Kongre merkezinin küçük salonunda en ön sıraya oturunca, zaten sahneye zor sığmış olan orkestra elemanları dibinizde oluyor, ve düz baktığınızda oturduğunuz yerden 60 çift ayak izliyorsunuz. Bir ayak fetişiniz yoksa oldukça rahatsız edici bir görüntü ve tabii çok dikkat dağıtıcı. Ayrıca önümüzdeki viyolonsellerden arka taraftaki hiçbir solisti görmek mümkün olmadı, durumun akustik dezavantajları da ayrı bir hikaye.
Söylenmeyi bırakıp biraz da müziğe gelirsem, cazla senfoninin bu düzenlemelerde buluşması bana hitap etmedi, bir tek bir iki rock sound'unda parça vardı, onlara orkestra yakıştı. Bol solistli konserde (bkz. Jacky Terrasson, Michael Wollny, Marius Neset, Dan Berglund, Magnus Öström), kendisini göremesem de gitarını çok net ayırt edebildiğim Sarp Maden'in tınıları da kulak zarımdaki en hoş titreşmelere vesile oldu.

16 Ağustos 2013 Cuma

David Sanborn Bob James Feat. Steve Gadd James Genus “Quartette Humaine”


Nerede kalmıştık?
Bu seneki İstanbul Caz Festivali, yaşanan olaylar dolayısıyla çok karambole geldi, ama biletleri edinen dostum sağ olsun, iki noktasından yakalamayı başardım.
İlk olarak çok uzun yıllardır Saksafon denince ilk akla gelen isimlerden ve caz dinleyicilerinin dışında da kitlelerle buluşmayı başarmış olan David Sanborn isim olarak öne çıktığı konseri, 9 temmuzda maalesef bir konser mekanı olarak hiç ısınamadığım, muhtemelen de hiçbir zaman ısınamayacağım Haliç Kongre Merkezi'nde dinledik. Beni konserde etkileyen David Sanborn'dan daha çok, uzun yıllardır birlikte projeler ürettiği ve müziğiyle bu konser vesilesiyle tanıştığım piyanoda Bob James oldu. Onlara basta eşlik eden James Genus da harikaydı. Konser boyunca kendisini arka planda tutan bateride Steve Gadd ise bis parçasında öyle bir solo attı ki, hem uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek, hem de etkinlik, otoparktan beş dakika erken çıkabilmek için, konserin biteceğini hisseden festivale özendimsilerin (kelime şu anda icat edilmiştir, tek hücreli, garip mahlukatları tasvir eder, bkz. terliksiler) depar atarak salondan çıkmaları ile sadece hak edenlerin dinleyebileceği özel bir ana dönüşmüştür.
Kısacası gezi semptomlarını tamamen silemese de bir hayli azaltmış, müthiş bir konser olmuştur.