18 Mart 2021 Perşembe

Siyahilerin Devrimi

Sinema özgürleştikçe ve belli güç odaklarının etkisinden sıyrıldıkça, sinema tarihi, insanlık tarihine daha bir paralel işlemeye başladı. Artık kangren olmuş sorunlar zaman aşımına uğradıklarında veya  atlatıldıklarında değil, henüz güncel olduklarında da işlenebiliyor, en azından aradaki makasın giderek kapandığı tespit edilebilir. Bir de yüzyıllardır süregelen cinsiyet ayrımı, cinsel tercih ayrımı, ırkçılık gibi konular var ki, on yıllarca adeta yoklarmış gibi filmler üretilirken, artık bu meseleler daha fazla ilginin odağına doğru hareket ettiler.

Evvelki yazım olan kadınların devrimiyle, sinema sektöründe kadınların kamera önünde olduğu kadar, artık arkasında da daha etkin olmaya başladıklarından bahsetmiştim. Bu yazıda ise insanlığın yüzyıllardır kanayan yarası olan ırkçılığa değinen filmlere dikkat çekmek istiyorum. Son bir yılda izlediğimiz kaliteli eserlerde, bu sorun eskiye oranla daha sık ve daha etkili işlenmeye başlandı.

Bu yazıda ABD'de yaşayan Afro-Amerikalıların varoluş ve haklarını arama mücadelesine dokunan filmler bulunuyor. Sinema tarihinde bu listeyi çok iyi şekilde tamamlayabilecek pek çok filmi geçmiş yıllarda izledik, ancak burada sadece son bir senede radarıma giren yapımlara değiniyor olacağım;


One Night in Miami (2020) - Regina King 9/10

Yönetmeninin kadın olması itibariyle, kadınların devrimi yazımda da bahsettiğim bu film, 50'li, 60'lı yıllarda verilen siyahi mücadeleye dair bilgi sahibi olmayan bir izleyici için dahi değerli içgörüler sunuyor. Dönemlerinin önde gelen, birbirlerinden pek çok anlamda farklı dört önemli sembol karakteri üzerinden, Amerika'daki ırkçılık sorununa farklı bakış açılarından bakabilmemiz mümkün oluyor. Siyahilere yönelen nefretin ve şiddetin yanı sıra, kendi içlerinde de fikir birliği içinde değiller.Mesela  Malcom X'in temsil ettiği "Nation Of Islam"'ın ırk sorununa bakışı ve çözüm önerileri, işin içine dini de kattığından dolayı bir diğer önde gelen siyahi hareket olan Kara Panter'lerden ayrılıyor. Sporda, sanatta elde ettikleri üstün başarılarla ırklar üstü bir konuma erişen (ama bunun bir yanılsama olduğu filmde çok güzel veriliyor) şahsiyetler elde ettikleri statüyü kaybetmek pahasına siyahi mücadelenin bir parçası olabilirler mi? Aile nerede durmaktadır, verilecek mücadelenin aileye çıkaracağı faturayı kim ödeyecektir? Bunun gibi sayısız soru, hiç didaktik olmadan, bir otel odasında, bir gecede, bu dörtlünün dostluklarının çerçevesinde çok ustaca işleniyor.

I Am Ali (2014) - Clare Lewins 8/10

One Night in Miami'deki 4 karakter arasında, muhtemelen büyük farkla tüm Dünya'da en çok tanınanı Muhammed Ali olsa gerek. Din olarak (Batı Dünya'sında din konusunda olabilecek en yobaz ülkede) İslam'ı seçerken göstermiş olduğu medeni cesaretin fazlasını, Vietnam savaşına vicdani retçi (hem de ikinci sınıf görülen siyahi bir vatandaş) olarak  gitmeyi reddettiğinde göstermiş. Mahkemeye verilmiş, hüküm giymiş, ama yine de savaşın manasızlığını her fırsatta haykırmış, milyonlarca gence ve barış yanlısına tercüman olmuştur. Dünya şampiyonu olduğu halde, hem unvanı hem de sporcu lisansı elinden alınarak, yıllarca maçlara çıkması engellenmiştir. Ama Muhammed Ali doğru bildiklerini her fırsatta dile getirmekten zerre geri adım atmamış, dimdik durmuştur. Bu belgesel arşivden ses kayıtlarıyla ve görüntülerle, ailesine ne kadar düşkün olduğunun üzerinde de özellikle durarak bu büyük şampiyonun hayatına ışık tutuyor.

The Two Killings of Sam Cooke (2019) - Kelly Duane 8/10

Müziğine bayıldığım, büyük bir hayranı olduğum Sam Cooke'un neden çok genç yaşta öldüğünü merak edip, yıllar önce araştırarak öğrenmiştim. One Night in Miami'yi izleyince, onun hikayesini bir de belgesel olarak dinlemek istedim. Sam Cooke öyle muazzam bir müzik yapıyor ki, ABD'de sadece siyahi halkı değil, aynı şekilde beyaz gençleri de çok etkiliyor. Beyaz ve Siyahilerin aynı otobüse binemedikleri, aynı mekanlara giremedikleri yıllarda, onun gençleri aynı platformda buluşturuyor olması, ırk ayrımının anlamsızlığını apaçık gözler önüne seriyor olması ve dillendiriyor da olması, belli ki bir an önce başının ezilmesi gerektiğini belli güç odaklarına gösteriyor. Öyle karakterine aykırı ve inandırıcı olmaktan uzak bir şekilde öldürülüyor ki, şüphe duymamak mümkün değil. Öldürülmekle kalmıyor, sözde meşru müdafaa sonucu öldüğü iddia edilerek, bizzat kendi ölümünden sorumlu bulunmanın ötesinde, itibarı da yok ediliyor.  Hiçbir ciddi inceleme yapılmadan, soruşturmanın üzeri anında kapatılarak konu örtbas ediliyor. O yıllar maalesef pek çok siyahi liderin ve önde gelenlerinin şaibeli ölümleriyle dolu.

The United States vs. Billie Holiday (2020) - Lee Daniels 7/10

Sam Cooke'la çok benzer bir kaderi de dönemin en önemli caz icracısı Billie Holiday paylaşıyor. O da ırklar üstü bir başarıyı elde ettiğinde, tüm ülkedeki müzikseverler tarafından el üstünde tutuluyor. Plakları yok satıyor, Madison Square Garden gibi en prestijli konser salonlarında kapalı gişe konserler veriyor. Aşk şarkıları meşk etmesi çok sorun edilmezken, seslendirdiği "Strange Fruit" parçası başına bela oluyor. ABD'nin özellikle köleci gelenekten gelen güney bölgelerinde siyahilerin linç edilme eylemleri başta ırkçı klu klux örgütü tarafından olmak üzere devam etmektedir. Ağaçlarda sallandırılan siyahiler parçaya "garip meyveler" ismini ve ilhamını verirler. Bu tabii devletin ve istihbarat örgütü FBI'ın hiç hoşuna gitmez. Uyarırlar onu, o parça bir daha söylenmeyecek diye. Ama Holiday ödün vermez, şarkıyı dillendirmeye devam eder. FBI onun hayatına siyahi ajanları çaktırmadan sokar, hem uyuşturucu kullanımını körükler, hem de komplo kurarak uyuşturucu bulundurmaktan hapse girmesini sağlarlar. Yine ne hayatlar, ne acılar olduğunu gösteren çok çarpıcı bir hayat hikayesinin, ödülleri toparlamaya başlayan Andra Day'in Holiday'i muazzam canlandırmasına rağmen, sinemasal açıdan hak ettiği kalitede beyaz perdeye aktarılamadığını düşündüm. Senaryoda ciddi zaaflar ve dağınıklık söz konusuydu, Holiday'in hayatına giren çıkanları takip etmek mümkün değildi ve uyuşturucu bağımlılığı haddinden fazla odak noktasındaydı kanımca.

Seberg (2019) - Benedict Andrews 8/10

Billie Holiday'in hayatından yola çıkarak bir benzerlik de oyuncu Jean Seberg'in yaşam hikayesinde bulabiliriz. Sinemada Fransız yeni dalga akımını yaratan sembol filmlerden olan "Breathless"'da Jean-Paul Belmondo ile birlikte yıldızlaşan Jean Seberg'in kariyerinin, sonrasında neden devam etmediğini yine yıllar önce merak ederek araştırmış ve başına gelenlere çok şaşırmıştım. Çünkü bir sarışın beyazın hayatının da, siyahi harekete vermiş olduğu entelektüel destek ile karartılabileceği, benim için yeni bir bilgiydi. Filmde işlendiği üzere, Jean Seberg'ün bir uçak yolculuğunda tanıştığı "Kara Panter" hareketinin liderlerinden Hakim Jamal ile bir ilişki yaşamış, hatta ondan hamile kalmış olduğu iddiaları birer spekülasyondan ibaret olsa da, çek yazarak siyahi haklar mücadelesine finansal destek verdiği, hareketin üyeleriyle iletişimde kalmış olduğu birer gerçek. Sadece bu tavrı dahi FBI'ın radarına girmesi, zihin sağlığını yitirtecek şekilde yakın takibe alınması, kariyerinin mahvedilmesi için yeterli oluyor. Jane Fonda ve Marlon Brando gibi dönemin önde gelen pek çok omurgalı şahsiyeti, sihayilerin vermekte oldukları haklı mücadelelerini açıkça desteklerken, özellikle Hollywood Dünya'sında ve dönemin entelektüel burjuva sınıfında da verilen destekler bir nevi moda haline gelmiş.

Judas and the Black Messiah (2021) - Shaka King 7/10

Bu filme de Holiday ve Seberg filmlerinden paraleller çekmek mümkün. Holiday'in hayatında FBI'ın kullandığı siyahi ajan tarafından bir komploya kurban gitmesi, bu filmde Hristiyanlıkta İsa'nın dostu Judas tarafından ihanete uğraması hikayesine bir benzetme olarak esere adını veriyor; "Judas ve siyahi peygamber" Siyahi peygamber olarak görülen kişi de Seberg filminde başının belaya girmesine sebep olan kara panter hareketinin bir diğer önemli lideri olan eylemci Fred Hampton. FBI suç işlemiş bir siyahiyi, ya hayatını karartacağız, ya da bizim için gizli ajanlık yapacaksın diye tehdit ederek, onu Fred Hampton'ın güvenini kazanacak şekilde ekibine sokuyor. Filmin senaryosu ve ritmi kanımca arada aksıyor. Yapımın ajanlık, macera, heyecan kısmının, konunun ideolojik yönünü biraz baskıladığını, dağınık bıraktığını düşündüm. Böyle bir malzeme, bu kadar iyi oyuncularla çok daha (entelektüel açıdan) vurucu şekilde işlenebilmeliydi. Diğer yandan filme ideolojik açıdan yaklaşmak yanlış olabilir, kendi ırkına ihanet eden bir casusun iç hesaplaşması olarak ele almak belki de eserin hakkını verebilmek için daha doğru bir tercihtir.

Black Panthers (1968) - Agnes Varda 8/10

Judas and the Black Messiah'ta noksan kaldığını hissettiğim yanı , yakın zamanda kaybettiğimiz müthiş yönetmen Agnes Varda'nın bu belgeseliyle tamamlayabilmek için bir 50 sene geriye gitmek gerekiyor. Varda'nın kamerası sayesinde Kara Panterleri besleyen ögeleri daha iyi anlayabiliyoruz. Silahlı bir çatışmada bir polisin ölümüne sebep olan, kara panter hareketinin bir diğer lideri Huey P. Newton'ın sembolleşen yargılanması sürecinde ona destek verenlerin, adliye önünde duruşmayı topluca protesto etmelerini belgelerken onlara sorular yöneltiyor Varda.

The Trial of the Chicago 7 (2020) - Aaron Sorkin 7/10

Eserleri birbirlerine bağlayarak ilerlemeye devam edersek, toplu protestolardan sıradaki yapıma geçebiliriz. ABD'de ana akım iki partiden biri olan demokratların gerçekleştirecekleri kongre esnasında, dikkatleri Vietnam Savaşı'na çekmek, son derece haksızca verilen ve artık yönetimdekilerin dahi anlamlandıramadığı şekilde abesleşmiş ve sırf tükürdüğünü yalamamak adına devam ettirilen bir savaşa dair protestoda buluşmak için toplumun çok farklı muhalif kesimleri bir araya gelmeye karar verirler. Yasaklanan ve engellenmeye çalışılan yürüyüş, tarih boyunca olageldiği üzere istihbaratın ve polisin planlı kışkırtmaları ile şiddete büründüğü anda, belli başlı grupları temsil eden 7 sembolik eylemci kendilerini yargıcın karşısında bulurlar. Yürüyüşün beyaz gruplar tarafından organize edilmiş olmasına rağmen, iktidardakiler kamuoyunun geniş desteğini alabilmek için siyahi grupları davaya müdahil etmek isterler. Siyahilerin başı çektiği bir protestonun içeriği gözden kaçırılabilecek, ve geniş kitlelerce kınanabilecektir. Kara Panterler'in bir diğer kurucu lideri Bobby Seale yürüyüşe katıldığı iddiasıyla davanın parçası haline getirilir, halbuki Seale yürüyüşe katılmamıştır ve bu kadar astarı olmayan bir suçlama karşısında kendini mahkemede savunmayı dahi reddeder. Filmin konusunun ötesinde, sinemasal yönünü yine bazı noktalarda eleştireceğim. Filmde kullanılan ince mizah ve özellikle hippilerin tasvir edilişi, bence adeta filmin namlusuna takılmış susturucu gibi etkisinden eksiltiyor. Bu benim tercihlerimle ilgili bir sıkıntı olabilir, yaşanmış olayların, eğer ideolojik yönleri, ve toplumsal hayata dair söyleyecek güçlü argümanları var ise, dikkat dağıtabilecek ögeler bana göre filmin etkisinden eksiltebiliyor.

Şu ana kadar bahsettiğim filmlerinin tamamına bakınca FBI'ın (ve tabii muadili tüm istihbarat teşkilatlarının, daha büyük kümede tüm iktidarların) nasıl çalıştığı net şekilde gözüküyor. İnsanlar düşünmeyi reddedip koyun gibi yaşadığı sürece hayatlarımızda pek fazla şeyin değişeceğini sanmıyorum. ABD'nin tüm Dünya'da güttüğü kovboyculuk ve (ağacın arkasındaki fil misali) gizli gizli yürüttüğünü sandığı ama neredeyse alenen istihbarat birimlerini maşa yaptığı dış siyaset anlayışının, kendi iç Dünyası'nda da farklı işlemediğini görüyoruz. Bizim gibi bu siyasetin mağduru olan ülkeler, "bak adamlar kendi halkına da eziyet ediyor, yalnız değiliz" diye ne kadar züğürt tesellisi bulabilirler bilemiyorum, yapan yapacağını yapıyor. Buna karşılık bizim yapmamız gereken en önemli icraat halkımızı eğitmek eğitmek eğitmek, biz ne yapıyoruz? Tam tersini...


13 Mart 2021 Cumartesi

Phaidon - Platon

 


Sokrates'in Savunması'nda Platon'un kaleminden Sokrates'in kendini savunduğu monoloğunu okuduktan sonra, genelde yine Sokrates'in başrolde olduğu Platon diyaloglarına Phaidon ile geçiş yaptım. Bu dialoglarda ileri sürülen görüşlerin ne kadarının Sokrates'e, ne kadarının Platon'a ait olduğu bilinemiyor, ama büyük bir ihtimalle ikisinin bir karışımıdır, nihayetinde Platon Sokrates'in en gözde öğrencisi. Ciddi görüş ayrılıkları olsaydı, herhalde Platon tüm görüşlerini diyalog formatında sunarken hocasına bu kadar büyük bir başrol vermezdi.

Diyaloglardan ilk olarak Phaidon'u tercih etmem ne kadar doğru bir tercihti bilemiyorum, ama Sokrates'in idam edilmeden, daha doğrusu kendi eliyle baldıran zehrini içmeden önceki son gününü aktardığından, hemen savunmasının akabinde okumak doğru olur gibi geldi. Diyalog Sokrates'in hapis olduğu mekanda dostlarıyla son saatlerini geçirmesini aktarıyor. Tüm dostları son derece üzgün ve göz yaşlarına hakim olamazken, ortamdaki tek neşeli şahıs Sokrates'tir. Hayatı boyunca doğru bildiği yoldan hiç sapmamış olmanın verdiği vicdani rahatlığa sahiptir. Daha da önemlisi ölümden korkmamaktadır. Ruh ve beden ayrılığına inanmaktadır. Sadece bedeni ölecek, ruhu ise hapis olduğu kusurlu bedenden kurtulacaktır. Böylesi bir özgürlüğe kavuşacak olmaya nasıl sevinmem diye sormaktadır.

Sokrates gerçekte ne kadar bu görüşteydi bilemiyorum, ama bütün hayatını hiç bir şeyi bilmenin mümkün olamayacağını düşünerek geçiren, hatta bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu söyleyen bir düşünürün, bu kadar kesinliğinden emin görüşlerle ölüme gidiyor oluşu bana pek inandırıcı gelmedi. Belki kendi de bu kadar emin değildi ama dostlarını teselli etmek için kendinden emin görünüyordu. Platon dışında Sokrates'in görüşlerini başka dostları da yazmış, belki onlar teyit ediyordur, bilemiyorum. Sokrates hakkında bende oluşmuş olan, her şeyi son ana kadar sorguladığına dair yargı, bu görüşlerin daha çok Platon'a mal edilebileceğine işaret ediyor. İdealizmin piri Platon'un sürekli referans verilen idealar Dünya'sı, yani kısıtlı algılarımızla elde ettiğimiz, maddeye dair her türlü bilginin gerçek olmadığı, metafizik bir idealar evreninin kusurlu kopyaları olduğu görüşü, esas olanın ruh olduğu görüşüyle örtüşüyor.

Sokrates'in dostu Phaidon ile başlayan diyaloğunda Ruh ve ölümle ilgili görüşler ele alınıyor, sonrasında diğer dostlarıyla da farklı konular hakkında konuşuyor. Benim okumaya başlamadan önce hayal ettiğim şekilde, daha çok Sokrates'in sorular sorması, ve dostlarının o sorular üzerinde düşünerek yeni görüşlere kavuşmalarını sağlaması şeklinde ilerlemiyor bu sohbetler. Daha çok Sokrates neredeyse monologlar şeklinde bir nutuk çekiyor  ve arada "öyle değil midir" şeklinde sorular soruyor. Dostları istisnasız şekilde, hiç itiraz getirmeden onu onaylıyorlar. Şu ana kadar Sokrates hakkında okuduklarım, onun yönteminin farklı olduğunu düşündürttü bana. Çokbilmiş şekilde nutuklar vermek yerine, karşısındakine tüm bildiklerini sorgulatacak biri olarak tahayyül ediyorum onu. Buradan yapabildiğim çıkarım, Platon'un bu diyalogları kullanma şeklinin, daha çok kendi görüşlerini iletme tercihi olduğu yönünde.

Phaidon'un bana düşündürdüğü diğer bir konu, henüz hakkında detaylı okumalar yapmadığım Descartes'ın, kartezyen düalizm ile felsefe tarihinde modern çağı başlattığına farklı kaynaklarda pek çok kez denk gelmiş olmamla ilgiliydi. Mesela Felsefenin Kısa Tarihi'ni okurken, Descartes'ın düalizmi (ruh beden ikiliği) kendi yorumuyla beden ve zihnin ayrı ama (beyindeki epifiz bezi sayesinde) etkileşim içinde olduklarını öne sürdüğü şeklinde açıklanıyordu. Sokrates öncesi filozoflarda takip edebildiğim kadarıyla beden ve ruh ayrımı hiç konu edilmemişti, dolayısıyla Antik Yunan'da sanırım ruh-beden ayrımını ilk dile getirenler Sokrates/Platon ikilisi oluyor ve Descartes'a kadar giden düşüncenin temelini atmış oluyorlardı.

Antik felsefe tarihi okumalarına başladığımda, belli başlı eserleri birincil kaynaklardan yani filozofların kendi kalemlerinden okumak gibi bir hedef koymuştum kendime. Ama gerçekten ilerleyebilmek için fazlasıyla sabırsızlanıyorum ve maymun iştahıma hakim olamayarak çağdaş metinlere de arada dalmadan edemiyorum. Bu noktada ağırlıklı olarak ikincil kaynaklarla ilerlemeye ve belki eksik kaldığımı, anlayamadığımı düşündüğüm anlarda birincil kaynaklara geri dönme metodunun benim için daha verimli olabileceğine kanaat getirdim. 

Muhtemelen zaman ilerledikçe, sürekli yöntem değiştirecek ve benim için en verimli, en keyifli olacak yolları tercih ediyor olacağım. Kesin olan, her okuduğum satırda gerçekten inanılmaz ilham alıyor olduğum. Hayatın düzenine kendimi kaptırdığım yıllar boyunca ihmal ettiğim sorular, yepyeni sorularla zenginleşerek beni yeni okumalar, dinlemeler yapmaya sevk ediyor.


12 Mart 2021 Cuma

Kadınların Devrimi

Kendimi bildim bileli, insanlığın kurtuluşunu kadınların Dünya'ya hakim oluşunda görürüm. Tarihte ne kadar kötülük varsa erkeklerin hanesine yazılması gerektiği çok açıktır. Dünya'ya kadınlar hakim olsa (ama asimile olmuş, iktidar için erkeklerin kurallarıyla oynamak zorunda kalanları kastetmiyorum) savaşlar olur muydu, bu kadar haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, çürümüşlük hakim olur muydu? Bugün iklim krizi dahi gündemimizde olmazdı. Eğer evrende ve doğada ereksellik olsaydı (olabilir de ama ben öyle olduğunu düşünmüyorum) yani evrenin bir amacı olsaydı, doğa kesin zaman içinde kendisini yok etmeye ant içmiş olan erkek milletini bir şekilde bertaraf eder, kadınlara farklı bir üreme şeklini elverecek mutasyonu bahşederdi.

Sinema tarihine dönüp baktığımızda da maalesef (istisnaların kaideyi bozmayacağı şekilde) erkek egemen bir Dünya görüyoruz. Kadınların hakkı zamanında verilse kim bilir sinema sanatı daha ne zenginliklere evrilebilirdi. Feminizmin hayatın her alanında bebek adımlarıyla da olsa güçlenmesi, her anlamda kadın istismarının çok daha fazla gündemde olması önemli bir farkındalık yaratmaya başladı. Sinemaya kalite olarak değilse de hala maddi anlamda hükmeden Hollywood balığın baştan koktuğu bir şer yeriyken, cesur kadınların başlattığı MeToo (ben de tacize uğradım) hareketi taşları yerinden oynatmaya başladı.

Bir filmi izlemeden önce yönetmeninin kim olduğuna bakmak, o yönetmenin daha önce bir diğer filmini izlemiş olup olmadığımı kontrol etmek önem verdiğim bir alışkanlığımdır. Eğer filmi beğenirsem, yönetmene döner bir daha bakar ve izlemediğim başka filmi var mı diye de araştırırım. Son aylarda film izlerken kadın yönetmenlerin sayısı ve çeşitliliği fark etmemenin mümkün olamayacağı şekilde dikkatimi çekti. Özellikle de en çok beğendiğim filmlerin yönetmenlerinin kadın olması beni daha da çok mutlu etti.

Tabii bir filmin yönetmeninden bahsederken kadın - erkek ayrımını yapıyor olmak dahi doğru değil, bu tür bir cinsiyet ayrımının her alanda tamamen anlamsız kalacağı bir Dünya umut ediyorum. Bu anlamda Berlin Film Festivali'nin bu yıldan itibaren en iyi oyuncu ödülünü verirken kadın - erkek ayrımını kaldırmış olmasını çok değerli buluyorum ama sinema sektörü buna hazır mı, Berlin'in peşinden gidebilecek diğer festivallerde bu durum zamanla kadınların aleyhine işler mi emin olamıyorum. Erkeklerin hakimiyetinin devam ettiği her alanda çok dikkatli olmakta fayda var.

Sinemada mini bir kadın devriminin gerçekleştiğini, haklarını teslim etmeye başlayan ödül adaylıklarında da görmeye başlıyoruz. Altın Küre Ödülleri'nde en iyi yönetmen olarak gösterilen beş kişiden üçü, en iyi film adayı beş filmden ikisi kadın yönetmenlere ait idi. En iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini de Chloé Zao çok hak ederek aldı. Bafta Ödüllerinin adaylarında da benzer bir tablo ortaya çıktı. Altı en iyi yönetmen adayının dördü ve beş en iyi film adayının ikisi kadın yönetmenlere ait. Bakalım bu durum Oscar adaylarına ne kadar yansıyacak.

Ülkemiz, Dünya'da gelişen ülkelerle kıyaslandığında, medeniyet seviyesi olarak pek çok noktada sürekli geriliyor. Kadının toplum içindeki konumunun, toplumun medeniyet seviyesiyle doğrudan alakalı olduğu bir teori değil, kanıtlanmış bir gerçeklik. Toplumumuzda kadının konumunun son yirmi senede müthiş bir ivmeyle geri gittiği, kadına şiddetin ve kadın cinayetlerinin gündemimizden hiç düşmediği, kadının toplumdaki yegane görevinin annelik olduğu vurgusunun iktidar sahipleri tarafından düzenli olarak dile getirildiği göz önüne alındığında, ortaya çıkan tabloya şaşırmamak gerekiyor. Pandeminin kadın istihdamında yol açmakta olduğu tahribata, eve kapanmanın sonucunda evde gördüğü şiddetin artışına dair elimizde henüz veriler bulunmuyor, ama vahim durumu tahmin etmek de pek güç değil.

Buna paralel olarak, kadının konumunun zayıfladığı bir ülkede, sinemada kadının güçlenmesini beklemek en hafif tabiriyle naiflik olacaktır. Türk sinemasında kadın yönetmen deyince aklıma ilk Yeşim Ustaoğlu ve Pelin Esmer geliyor. Birkaç ay önce Pelin Esmer'in "İşe Yarar Bir Şey"'ini izledik, ama onun haricinde son bir senede maalesef yeni filmini izleyebildiğimiz bir kadın yönetmenimiz bulunmuyor.

Son aylarda izlediğim kadın yönetmenlerin filmlerinden 9 adetine alfabetik sırayla kısa notlar düşüp, kalanını listeleyeceğim.

My Happy Family (2017) Nana Ekvtimishvili, Simon Groß 9/10

Üç nesil bir arada yaşamakta olan Gürcü bir ailenin tüm yükü, annenin sırtına binmiş durumdadır. Yılların getirdiği yorgunluk ve bıkkınlıkla bir gün evin annesi, evden ayrılarak kendi evine çıkmaya karar verir. İş ve aş arasında kaybolmuş milyarlarca kadını o kadar sade, sessiz ve etkili betimliyor ki bu film, gizli kalmış bir mücevher.

Nomadland (2020) Chloé Zao 9/10

Bu sene hakkıyla tüm ödülleri silip süpüreceğini düşündüğüm bu film, evsizliğe, yurtsuzluğa, insanın yalnızlığına dair çok değerli tespitlerde bulunuyor. Frances McDormand'ın her zamanki ince işçilik oyunculuğuyla taçlanan bu manzume, kapitalist çarkların çiğneyip tükürdüğü göçebe hayatlara ufak bir pencere açıyor.

One Night in Miami (2020) Regina King 9/10

Muhammad Ali, Malcolm X, Sam Cooke, ve Jim Brown (filmden önce tanımıyordum, çok ünlü bir Amerikan futbolcusuymuş) gibi zamanlarının en önde gelen siyahi kimlikleri, Muhammed Ali'nin Dünya şampiyonluğunu aldığı gece bir otel odasında bir araya gelirler. Hikayenin bu kısmı gerçek, ancak tabii o odada neler konuşulduğu bilinmiyor. 60'lı yıllarda güçlenen siyahi harekete dair, o odadaki her karakterin üstlendiği çok önemli roller bulunuyor. Odanın içine adeta gizli bir mikrofon yerleştiren Regina King ve tabii filmin senaristi Kemp Powers duyulması gerekenleri bizlere iletiyorlar. 

The Forty-Year-Old Version (2020) Radha Blank 9/10

Kendi yazan, yöneten, oynayan auteur kadınlar Dünya'yı şekillendirmeye devam ediyorlar. Onlara (Lena Dunham, Phoebe Wallar-Bridge, Michaela Coel, Billie Piper ve daha niceleri)  hayranlığımı ve şükranlarımı bu güncede sık sık dile getiriyorum. Radha Blank New York'lu bir yazar olarak kendini canlandırdığı bu filmle listeye en üst sıralardan girdi. New York'ta siyahi bir yazar olmak, hem de prensip sahibi dürüst bir yazar olmak üzerine söyleyeceği çok samimi sözleri var.

Elisa y Marcela (2019) Isabel Coixet 8/10

Favori yönetmenlerimden Isabel Coixet en son Foodie Love ile beni can evimden vurmuştu. Yine bir aşk hikayesini ele alıyor. 19. yüzyılın sonlarında iki kadın aşklarını savunmak ve bir arada kalabilmek için çok cesur bir mücadele veriyorlar. Gerçek bir hayat hikayesinden alıntı olarak, verdikleri hukuki mücadeleyle İspanya'da ilk eşcinsel evliliği gerçekleştiren çifti izliyoruz.

First Cow (2019) Kelly Reichardt 8/10

1800'lerin başlarında Amerika'da, insanlar dönmeye başlayan kapitalizm çarklarında dişli olabilmek için çırpınırken, hakim süren vahşi ve acımasız ortamda yaşayan iki evsiz fakir, dayanışarak birlikte varoluş mücadelesi verirler. Dönemin iktidar sahibi komutanı, bölgeye ilk ineği getirttiğinde, bu iki kafadar geceleri gizlice ineğin sütünü sağarak ve gündüzleri de tatlılar üretip satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Reichardt çok sade ve özgün bir dostluk hikayesine imza atıyor.   

My Octopus Teacher (2020) Pippa Ehrlich, James Reed 8/10

Bir diğer özün dostluk hikayesi ise belgeselci Craig Foster ile Günay Afrika'daki evinin önündeki denizde yaşayan bir ahtapot arasında. Evet yanlış yazmadım, gerçekten bu ikilinin arasında çok çarpıcı bir dostluk oluşuyor. Denizde hüküm süren doğal avcı-avlanan aritmetiğinde sürekli yaşam mücadelesi veren minik ahtapotun bir insana duyduğu güven, çok duygu yüklü bir belgesel izlememizi sağlıyor.  

Never Rarely Sometimes Always (2020) Eliza Hittman 8/10

Kürtaj konusu maalesef günümüzde kadın/insan hakkının en çok kanayan yaralarından biri. Kürtajın ebeveyn iznine tabi olduğu bir eyalette yaşayan ergen bir genç kız, ailesine de açılamadığı için çareyi gizlice New York'a gitmekte bulur. Ona destek veren bir arkadaşıyla birlikte başından geçenler, her türlü sansasyondan uzak bir şekilde verilirken, biz sürekli diken üzerinde, başlarına her an kötü bir şey gelebileceği korkusuyla izleriz. Muhtemelen anlatılamayan milyonlarca benzer hikayeye tercüman oluyor Hittman'ın filmi.

Promising Young Woman (2020) Emerald Fennell 8/10

Last but not least'i dilimize, son olarak ama bir o kadar da önemli diye beceriksizce çevirerek, kadın hakları konusunda listenin sesini en yüksek oktavdan veren filmine geliyoruz. Umut veren genç kadın olarak çevirebileceğimiz filmin başlığı zaten her şeyi söylüyor. Erkeklerle eşit fırsatlar verilse, onlardan fazlasını verebilecek sayısız "umut veren genç" kadın, uğradıkları haksızlıklar, tacizler ve tecavüzlerle sindiriliyor, ondan sonra da hayatın çoğu alanında erkeklerin kadınlara üstün oldukları arsızca dillendiriliyor. Yönetmen Fennell, kadınların, ailelerin kadınlara yaptığını da kenara not düşerken, erkeklerden intikamını, müthiş bir oyun ortaya koyan Carey Mulligan vesilesiyle alıyor. 


Şu iki muhteşem filme daha önceki şu yazıda değinmiştim;

Systemsprenger (2020) Nora Fingscheidt 9/10

Birds of Passage (2018) Cristina Gallego, Ciro Guerra 8/10


Bakiye Filmler;

Babyteeth (2020) Shannon Murphy 7/10

Mary Queen of Scots (2018) Josie Rourke 7/10

On the Rocks (2020) Sofia Coppola 7/10

Professor Marston and the Wonder Women (2017) Angela Robinson 7/10

Sand Storm (2016) Elite Zexer 7/10

The Art of Loving (2017) Maria Sadowska 7/10

The Assistant (2019) Kitty Green 7/10

Atlantique (2019) Mati Diop 6/10

Farewell Amor (2020) Ekwa Msangi 6/10

Işe Yarar Bir Sey (2017) Pelin Esmer 6/10

Kajillionaire (2020) Miranda July 6/10

Madeline's Madeline (2018) Josephine Decker 6/10

Outside In (2017) Lynn Shelton 6/10

Shirley (2020) Josephine Decker 6/10

Yeh Ballet (2020) Sooni Taraporevala 6/10

I'm Your Woman (2020) Julia Hart 5/10


8 Mart Kadınlar Günü Kutlu Olsun!

8 Mart 2021 Pazartesi

Sokrates'in Savunması - Platon

İlkçağ Felsefe Tarihinin Sokrates ve Platon'a yer veren ikinci cildine geçmeden, önce birkaç metin okumaya karar verdim. İlk olarak Sokrates'in Savunması'ndan başladım. Atina'nın gençlerini dinden/baştan çıkardığı iddiasıyla Sokrates, Atina halk jürisi tarafından yargılanır ve orada meşhur savunmasını verir.

Sokrates arkasında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun görüşlerini, düşüncelerini öğrencilerinin notlarından öğreniriz. Savunmasını da en meşhur öğrencisi Platon kaleme almıştır. Sokrates hayatı boyunca öğretilerini, yetersiz bulduğu yazı yerine sözle yaymıştır. Onun için önemli olan sahip olduğu bilgileri tek yönlü bir şekilde aktarmak değil, sorular sorarak karşısındakini düşünmeye yönlendirmek, sahip olduğu zincirlerden/dogmalardan kurtararak gerçek bilginin yolunu göstermektir. Sokrates, 2500 yıl sonra bugünkü eğitim sistemimizi görse, ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğrardı.

Maalesef paketlenmiş bilgileri hap şeklinde sunduğumuz, hiçbir sorgulama, çözümleme, bilgileri sentezleme, yeni bilgiler üretme, mantık yürütme gibi yöntemler hakkında en ufak bir deneyim dahi yaşatmayan bir eğitim sistemine sahibiz. Çocukların kısa dönem hafızalarına yoğun bir yükleme yapıyoruz ama işletim sistemlerine sıfır yatırım yaptığımızdan dolayı, o ram'a (bilgisayarda kısa hafıza) yüklenmiş bilgiler, her yeniden başlat tuşuna bastığımızda sıfırlanıyor. İlk, orta ve lisedeki çarpık öğrenme sistemi, üniversitelerde de bilgi talep etmeye, bilgi üretmeye dönüşmüyor, yöntem bilmeyen öğrenciler ne yapsın, talebe (talep eden) olamıyorlar.

Hele şu sıralar çok güncel olan, ama kimsenin de pek umurunda olmadığı üzere, üniversiteler tamamen bir siyasi görüşün hegemonyasına girince, geleceğe dair bir umut kırıntısı dahi kalmıyor. Gençlerin önündeki tek çözüm; imkanları var ise veya kendi imkanlarını yaratabilecek bir iradeye sahip iseler, yurt dışına gitmek oluyor. Kendi çocuklarıma dönüp baktığımda mevcut eğitim sisteminde ne kadar köreldiklerini çok üzülerek görüyorum. Üniversiteyi yurtdışında okuyabilmeleri için elimden geleni yapacağım. Ama belki bir daha buraya dönmek istemeyecekler, belki orada aşık olacaklar, ret edemeyecekleri iş teklifleri alacaklar, veya kendilerine çizecekleri akademi sanat gibi alanlarda buraya zaten dönme seçenekleri olmayacak.

Ben de ilk üniversiteye ülkemizde girdiğimde tam bir şok geçirmiştim, Alman Lisesi'nden sonra tam bir kültür şoku olmuş ve iki üç hafta içinde tereddütsüz bir şekilde, imkanlarım hiç elvermediği halde Almanya'ya gitmem gerektiğine karar vermiştim. Çok şükür üniversite ücretsizdi, yaşamak için de hem ailem büyük fedakarlık yapmak zorunda kaldı, hem de ben bütün üniversite hayatım boyunca çalıştım. Geceleri kar kürekledim, gündüzleri gazete dağıttım, kütüphanedeki kitapların dijitale geçirilmesinde ve farklı firmalarda IT departmanlarında çalıştım. Gözüm hep iş ilanlarında oldu, ne iş olsa yaparım düsturuyla Ornella Mutti'nin bir filminde "Kreuzberg'te arka planda yürüyen Türk" rolünde figüranlık yapmışlığım dahi vardır. Üniversite hayatım boyunca, firmalarla işbirliği içinde gerçekleşen çalıştaylarda ve yaptığım stajlarda iş teklifleri aldım, kabul etseydim iç huzurumu bilemem ama şu an yaşadığım maddi koşullarla kıyaslanamayacak derecede daha iyi imkanlara sahip olabilirdim. Eğer Berlin'de bir Türk olarak yaşamanın bedeli ve benliğimde açtığı yaralar olmasaydı veya hayatımın aşkı Nina benimle Türkiye'ye dönmeyi kabul etmeseydi, belki de hiç dönmeyecektim.

Bu topraklarda şu an yaşanan beyin göçü akıl alır gibi değil, benim yakın arkadaşlarımdan Türkiye'de neredeyse kimse kalmadı. Tamamı artık yurtdışında yaşıyorlar. Bu günlerde üniversite özelinde vücuda gelmekte olan inatlaşmanın, uzun vadede bu ülkeye vereceği zararı iktidardakilerin umursamamasına şaşırmıyorum, çünkü onlar zaten onlardan olmayanların ülkeyi terk etmelerini, geldikleri noktada arzu ediyorlar. Bu tuzağa düşmemek, mücadele etmek lazım diyeceğim ama ne pahasına? Herkes bu Dünya'ya bir kez geliyor ve mücadele edenlerin başlarına gelenler malum, en basitinden bir barış çağrısının altına sadece bir imza atan sayısız akademisyen işsiz kaldı ve büyük kısmı da (pasaportlarını kaptırmayanlar) yurt dışına gitti. Yurtdışından ülkemize özlemle bakan, aralık bir kapı gözetleyenler de o hasreti sessizce yüreklerine gömdüler, artık nasıl dönebiliriz diye bile bakmıyorlar.

Sokrates diye girip yine bir denemeye çeviriverdim bu yazıyı ama Sokrates'in yargılanması ve savunmasının gözler önüne serdikleri, beni aşırı derecede üzecek şekilde hala çok güncel, tarih maalesef tekerrürden ibaret, ve biz de çarkta dönen fare misale boşa koşturup duruyoruz. En son Sokrates'in gençleri sorarak düşünmeye sevk etmesi diyordum. Sokrates sadece gençlere soru yöneltmiyor, çok bildiğini düşünen dönemin önde gelen şahsiyetlerine de sorular yöneltiyor. Ustalaştığı metoduyla her önüne çıkanı, aslında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Anlaşılan o ki, hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişi Sokrates'in kendisiymiş. Hele bir de bu "kral çıplak" tespitlerini halkın gözü önünde, açık alanlarda, meydanlarda, pazar yerlerinde yapıyor. Dolayısıyla çok "güçlü" kişilerin ayağına basıyor ve tehlikeli düşmanlar kazanıyor.

Savunmasında kendisine yöneltilen suçlamalara, başta da gençleri dinden çıkaran bir tanrıtanımaz olduğuna yönelik suçlamalara cevap veriyor. Ama tabii kastedilen muhtemelen dinin kendisini tanımamaktan çok, gençlere vermekte olduğu sorgulama yetisinin, tüm dogmatik düşünceleri yıkacak bir potansiyeli barındırıyor olması, ama bu dillendirilmiyor. Çok tanıdık geliyor, değil mi? Sokrates'i ölüme götüren bu süreçte, kendisinin de kendi kaderine dair katkılarını not düşmekte fayda var. Halk jürisine hitap ederken, "sizlere yaranmaya hiç çalışmayacağım" diyor. "Bana acımanız için buraya ailemi getirmeyeceğim, sizlere onların gözyaşlarını göstermeyeceğim. Benden duymak istediğiniz hiçbir şeyi söylemeyeceğim, af dilemeyeceğim, ben yanlış bir şey yapmadım" buyuruyor. 

Halk jürisine tuttuğu aynanın ters tepeceğini bilmesine rağmen, en ufak bir geri adım atmıyor ve dik duruyor, sözünü esirgemiyor. 500 kişilik jürinin yarısı lehine, diğer yarısı aleyhine karar verirken, sadece 30 civarında bir oy farkıyla suçlu ilan ediliyor. Atinalıların yargı sisteminde suçluluğa karar verilince, uygun bir ceza belirlenerek tekrar oya sunuluyor. Önce hüküm giyene soruluyor, kendine nasıl bir cezayı uygun görürsün diye. Sokrates belki de makul bir para cezası ödemeyi kabul etse ki, tüm dostları önermesi için yalvarıyor ve cezayı bizzat karşılayacaklarını da söylüyorlar, hayatına devam edebilecek. Sokrates ne yapıyor? Hayır diyor, ben bir suç işlemedim, cezayı kabul etmek suçu kabul etmektir. Kendisine ceza yerine, halkı aydınlatmak için verdiği emeğe karşılık sürekli yemek verilmesini öneriyor. Onun bu onurlu duruşu jüriyi etkilemek bir yana da daha da çok sinirlendiriyor ki, ölüm cezasını oyladıklarında çok daha büyük bir oy farkıyla ölüme mahkum ediliyor. Mahkumiyeti sonrasında kendisine teklif edilen tüm kaçma tekliflerini de reddederek, idam zehrini kendi elleriyle içiyor. Herhalde tarih boyunca "doğal seçilim" ile bu karakterdeki prensip sahibi insanlar elene elene, insanoğlu bugünkü çürümüş noktasına evirilebildi.

Erken Cumhuriyet dönemimizin çok değerli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bu ve sayısız diğer edebi ve felsefi eseri dilimize kazandırılmasını sağlamış, hala o çevirileri okumaya da devam ediyoruz. Bu topraklardaki aydınlanmayı tetikleyebilecek bu eserleri tüm halkımıza yayabilmek için de Köy Enstitüleri'ni açmış, ama Anadolu'nun dört bir yanına ekilen o tohumların ne şekilde sarartıldıklarını çok iyi biliyoruz. Düşünebiliyor musunuz, bıraksalardı, çiçeklenebilselerdi o tohumlar, gençlerimiz, köylülerimiz Sokrates'in Savunmasını ve nicelerini okuyabilselerdi, bugün kara cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede yaşıyor olur muyduk?

Evet tarih boyunca gerçek bilgelik hep yargılanmış, cezalandırılmış ve son sürat de yargılanmaya, ezilmeye, yok edilmeye devam ediyor...


6 Mart 2021 Cumartesi

İlkçağ Felsefe Tarihi - Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi

Felsefe Tarihi okumaya ilkçağdan başlamaya karar verince, hemen yerli kaynak araştırmaya başladım. Bir tercüme faciasıyla karşılaşmamak ve okuduğumu anlayamadığımda bunun benden kaynaklanıp, tercümeden kaynaklanmadığından emin olmak için en doğru adım bu olacaktı. İlkçağ felsefe tarihi deyince izlediğim vlog ve dinlediğim podacast'lerde sık sık referans verilen kaynaklardan biri Ahmet Arslan'ın 5 ciltlik kitabı oldu. Paralel okuma yapabilmek için seçtiğim ikinci kaynak ise Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi oldu. Cevizci'nin oldukça kalın kitabı, ilkçağdan başlayarak felsefe tarihinin izini 20. yüzyıl Baudrillard'a kadar sürüyor. Böylece her döneme dair okuma yaparken başvurabileceğim ikinci bir kaynağım olacak.

Bu süreçte öğrendiğim bilgilerin neredeyse tamamı benim için o kadar yeni ve ilham verici ki (neredeyse her yeni bilgide internete dalma ihtiyacı duyuyorum), bunları kısa sürede unutacağım düşüncesi beni çok üzüyor. Çünkü gerçekten de, topladığım bilgileri kısa hafızamdan uzun hafızama geçirmekte büyük zorluklar yaşıyorum. Bilgileri hafızada daha kalıcı yapabilmenin en verimli yolu (her ne kadar yazmayı gerçekten hiç sevmesem de) notlar, özetler çıkarmak olsa gerek. En azından denemeliyim.

Antik Yunan filozofları deyince aklıma hemen Sokrates, Platon ve Aristoteles gelirdi, ancak meğer onlardan önce gelen ve Sokrates öncesi olarak nitelenen filozoflar grubu, Antik Yunan felsefesinin temelini atmışlar. Ahmet Arslan, kitabının ilk cildinde bu filozoflara yer veriyor. Felsefe Tarihi'nin başlangıcını da İÖ. 6 yüzyıl olarak Thales'le başlatıyor. Felsefenin neden Antik Yunan'da başladığına dair argümanları okurken açıkçası pek ikna olmadım. Felsefe olarak kabul edilmeyen Çin ve Hint düşünce sistemleri, neden felsefenin en önemli sorularından biri olan "insan nasıl daha iyi yaşar"'a yanıt veremesin ki? Bir başka görüş alabilmek için, Ahmet Cevizci'nin kitabına geçtiğimde Thales'le aynı dönemde yaşamış olan Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Zerdüşt'ün ve Lao Tzu'nun pek tabii ilk filozoflar olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Bu düşünce akımlarının çıkış noktalarını (şimdilik) üstünkörü araştırdığımda, bir din olarak ortaya çıkmadıklarını, insanların, toplumun daha iyi yaşam koşullarına ulaşması için öneriler getirdiklerini gördüm.

Tüm felsefe tarihinin Antik Yunan'la başlatılması, tarihi güçlülerin yazmasının, dolayısıyla da kendini oldum olası medeniyetin beşiği olarak gören batı Dünya'sının bir kabullenmesi olduğunu düşündüm. Antik Yunan felsefesinin öncülü olan Yunan mitolojisinin, teolojisinin (din anlayışı) ve kozmonolojisinin (evrenin nasıl yaratıldığı) de ne kadar yoğun şekilde kendisinden önceki kültürlerden beslendiğini okuyunca bu kanım güçlendi. 

Yunan mitolojisinin ozanları Homeros ve Hesiodos'tan tam 1000 yıl önce yazılmış olan Sümerlerin Gılgamış Destanı mesela çok önemli bir ilham kaynağı olmuş. Gılgamış Destanı'nı incelerken öğrendim ki, destanda anlatılan tufan hikayesi Semavi dinlerdeki Nuh Tufan'ıyla neredeyse birebir aynı. Yani etkileri binlerce yıl devam etmiş, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar nüfuz etmiş. Aynı şekilde Antik Yunan filozofları astronomi, matematik, geometri gibi alanlardaki bilgilerini büyük ölçüde Mezopotamya, Pers,  Mısır gibi antik çağın ileri medeniyetlerinden alıyorlar. Mesela ilk filozof olarak nitelenen Thales bizzat Mısır'a giderek geometriyi öğreniyor, ve bugün hala Thales teoremi olarak okuduğumuz bilgiler, köklerini Antik Mısır'dan alıyorlar. Sonra deniyor ki, Mısırlılar geometriyi bir bilim olarak ele almadılar, sadece her yıl taşan Nil nehrinin değiştirdiği coğrafyada ihtiyaçları olan hesaplamalar için kullandılar. Ancak dikkate alınmalı ki, o dönemde bilim ve felsefe ayrımı yapılmıyordu, bilginin her türü felsefe sınıflaması altındaydı.

Ancak Yunan filozofların haklarını da teslim etmek gerekiyor. Topladıkları tüm bilgileri bir sistem içine yerleştirmeye çalışmaları itibariyle, bugünkü bilim anlayışımızın temellerini atmışlar. Çevrelerini, doğayı çok detaylıca incelemişler. Evrenin, maddenin, hayatın temel yapı taşlarını keşfetmeye çalışmışlar. Bu anlamda gerçekten de sadece pratik bir amaç için değil de, kendilerine sordukları felsefi soruları yanıtlayabilecek ve meraklarını tatmin edecek şekilde bilgi üretmişler. Bu noktada bir parantez daha açmakta fayda var. Aynı dönemde, muhtemelen daha ileri bir "bilimsel altyapı"'ya sahipken, neden diğer kültürlerden benzer bir Dünya'yı kavrama çabası ortaya çıkmıyor. Bu noktada sayılabilecek çok sayıda argüman bulunuyor. Evreni kavramaya çalışırken, içlerinde bulundukları kültürü, evrenin nasıl var olduğunu ve din anlayışını da sorgulamak gerekiyor. Güçlü bir rahip sınıfının hükmünde olan dogmatik bir din anlayışının, kendi iktidarını sarsacak bir görüşe/sorgulaya izin vermeyeceği çok açıktır. Diğer toplumların aksine Yunanlılarda bu şekilde bir rahip sınıfı bulunmuyor. Aristokratlar, gayet antromorf (insan şekilli) mitolojik bir din anlayışını devam ettirirken, halkın daha alt kesimlerinde eski Pagan inançlar hüküm sürüyor. Zeus'un baş tanrı olduğu din anlayışında tanrılar açıkça eleştirilebiliyor, çocukça kavgalarıyla dalga geçebiliyor, hatta mitolojisinde insanlar tanrılara meydan dahi okuyabiliyorlar.

Toplumların yönetim şekli de önemli bir rol oynuyor. Mutlak hükümdarlar, hayatı ve yaşama şekillerini sorgulayan düşünürleri ve düşünceleri baskılarken, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan'da bu konuda son derece özgür bir ortam var. Coğrafi olarak dağlarla çevrili olan Antik Yunan şehir yönetimleri (merkezi bir yönetim bulunmuyor) korunaklı olmaları ve o dönem için önemli olan geniş tarım alanlarına sahip olmamaları itibariyle de komşu hükümdarlar tarafından işgale uğramıyorlar. Tarım alanlarına sahip olmamaları onları deniz ticaretine yönlendiriyor ve kısa sürede zenginleşiyorlar. Zenginleşen toplumda, tüm gün çalışmak zorunda kalmayan ve düşünmeye meyleden insanlar, düşünmeye vakit bulmaya başlıyorlar.

Thales'le başlayan Antik Yunan felsefi düşünce sistemi bir nevi ilerlemeci bir anlayışla sürüyor. Fenikelilerden öğrendikleri yazı sayesinde öğretileri kuşaklardan kuşaklara geçiyor, ve diyalektik bir düşünme şekliyle yeni sentezler ortaya çıkmaya devam ediyor. Bir parantez de buraya; felsefe tarih boyunca tabii ki bilimde olduğu şekilde ilerlemeci sürmüyor. Zaten soyut bir düşünce sistemi olarak düşünülürse, mutlak bir hakikat olmaması ve o mutlak hakikatlerin peşinden giderken son derece öznel yorumlara açık olması itibariyle bu durum çok doğal. Hele ortaçağda dinlerin son derece dogmatik baskısıyla öyle bir duraklama ve gerileme dönemine giriyor ki, bir Aristoteles seviyesine geri gelebilmesi iki bin yıl alıyor.

Thales'le birlikte İyonya Okulu, Batı Anadolu'daki Milet'te başlıyor. Anılan 3 önemli filozoftan diğer ikisi Anaksimandros ve Anaksimenes. Doğayı incelediklerinde evrenin yapı taşının ne olduğu sorusuna 3 farklı cevap veriyorlar. Thales cismin 3 şekline de (katı, sıvı, gaz) rahatça dönüşebilen suyun temel yapıtaşı olduğunu, doğada gözlemlenebilen her nesnenin sudan oluştuğunu söylüyor.  

Anaksimandros hocasına katılmıyor, suyu hem nitelik hem de nicelik olarak evreni açıklama noktasında yetersiz buluyor. Temel yapı taşının çok farklı maddeleri açıklayabilmesi için niteliksiz ve miktar olarak sınırsız olması gerektiğini düşündüğü için evrende soyut bir temel yapıtaşı olması gerektiğini öne sürüyor ve buna apeiron ismini veriyor.

Anaksimenes ise Thales'in görüşüne geri dönerek, evrenin temel yapı taşını yine somut bir madde olarak havayla açıklar. Ona göre hava sıklaşarak veya seyrelerek diğer tüm maddelere dönüşebilmektedir. Ayrıca canlılara canını veren nefes de yine havadır.

İyonya Okulu'na paralel oluşan diğer önemli bir ekol ise Güney İtalya'da ortaya çıkan Pisagor Okulu'dur. Pisagor Okulu'nun en önemli farkı, onların salt anlamak ve bilmek için değil, daha arı bir yaşama şekline kavuşmak ve evren ruhuyla birleşmek için saf bilginin peşinden gitmeleridir. Tabii bu durum onların hızla bir tarikata dönüşmelerine yol açar. Ruh ve beden ayrımına, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Evreni İyonya Okulu'nda olduğu gibi maddeyle değil, formla açıklamaya çalışırlar. Formları meydana getiren matematiksel sayılardır. Bu sayılar noktalarla ifade edilir, ve o noktalar da bir araya gelerek formları oluştururlar. Bütün cisimleri, canlıları sayılarla ifade ederler. Aynı zamanda müzik teorisinin temeli harmoniyi de matematiksel olarak ilk modelleyen onlar olmuşlardır.

Felsefenin benim için anlaşılması en zor ve yorucu alanı olan varlık felsefesinin temel tartışma noktasını anlayabildiğim kadarıyla Elea Okulu'ndaki Herakleitos ve Parmenides ortaya atıyorlar. Evrendeki değişim olgusunu tartışıyorlar. Herakleitos varlığın değişmez bir yapı olarak ele alınamayacağını, tam tersine sürekli değişim, dönüşüm içerisinde olacağını ileri sürüyor. Örnek olarak meşhur aynı nehre iki kez girilemeyeceğini söylüyor, zira nehir akarken sürekli değişmektedir. Ona göre varlık yoktur, oluş vardır. Parmenides ise bunun tam tersini iddia ederek, beynimizi yakacak şekilde "Varlık vardır, var olmayan var değildir" diyecektir. Onun öğrencisi Elea'lı Zenon da onun teorisini savunmak için meşhur paradokslarını öne sürmüştür. Sonuç olarak Herakleitos ve Parmenides'in Oluş-Varoluş çatışması kendilerinden sonra gelecek olan filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.

Evrenin yapı taşını tek bir maddeyle açıklamaya çalışan tekil filozoflardan sonra Empedokles, Anaksagoras ve Demokritos gibi çoğulcu filozoflar ortaya çıkmıştır. Empedokles evrenin değişmez maddelerini toprak, hava, su ve ateş olarak açıklar. Tüm varlıkların sadece bu dört maddeyle açılanamayacağını düşünen Anaksagoras ise, evrende her maddenin kendi temel yapıtaşının bulunduğunu, dolayısıyla sınırsız sayıda töz olması gerektiğini ileri sürer. Demokritos ise doğada var olan tüm nesnelerin atom (bölünemeyen demektir) diye tabir ettiği küçük ve bölünemez bir parçacıktan meydana geldiğini söyler.

Çok kabaca Antik Felsefe Tarihi'nin Sokrates öncesi filozoflara dair ilk cildinden aklımda kalanlar bunlar. Felsefe Tarihi'nde okumalara devam ettikçe, muhtemelen bu kaynaklara tekrar tekrar dönmem gerekecek, belki de pek çok bilgiye, özellikle de oluş-varoluş sorunsalına başka pencerelerden bakma imkanım olacak. İkinci cilt olan Sofistler, Sokrates ve Platon'a çoktan daldım bile, bitirince ona dair de bir özet çıkarabilmeyi umuyorum.


1 Mart 2021 Pazartesi

Diziler Mayıs 2020 - Şubat 2021

Günceye dizi notlarımı en son geçen nisan ayında şu yazıda düşmüşüm. Her ne kadar aradan geçen zamanda daha az dizi izlemeye gayret etsek de, listeleyince 40 tane dizi çıktı, her birine birkaç satır da olsa değerlendirme yapmaya enerjim yetmeyeceğinden, içlerinden beğendiğim 15 tanesini cımbızladım, onlara alfabetik sırayla değinirken, kalanların sadece isimlerini sanal belleğime işleyeceğim.

Criminal: UK 8/10

Tek mekanda, bir polis merkezinin sorgu odasında geçen, her bölümü farklı zanlılarla, farklı bir suçu ele alan, sadece sorgulamaları gerçekleştiren dedektifler üzerinden bir bütünlük oluşturan bu dizi, çok güçlü yazılmış senaryosuyla bir çırpıda izleniyor. Her bölümünde ayrı usta oyunculardan, etkileyici performanslar izlediğimiz dizinin Almanya, Fransa, İspanya gibi uyarlamaları da var. Biz büyük heyecanla izlediğimiz Birleşik Krallık versiyondan sonra daldığımız Almanya yorumunda büyük hayal kırıklığına uğrayınca, kumandayı yavaşça yere bıraktık.

Defending Jacob 9/10

Varlıklı savcı bir baba ile eğitmen bir annenin ergen oğulları, bir parkta işlenen cinayetin baş şüphelisi haline geldiğinde bu çekirdek ailenin varoluşu temelinden sarsılıyor. İnsanın kendi çocuğunu koruma içgüdüsüyle, gerçeğin ne olduğu arasında sıkışmasını, bu durumun aileyi toplumdan dışlanmaya götürecek kadar sarsmasını müthiş başarılı ve tansiyonu bir an için bile düşmeyen bir kurguyla veriyor.


Emily in Paris 8/10

Evlerde hapis bulunduğumuz şu pandemi döneminde, kendimizi Paris'in rengarenk sokaklarına bırakmanın çok kafa dağıtıcı bir yöntemi olarak diziyi keyifle izledik. Kendi yüzeyselliğiyle de dalga geçmesini bildiği için, bir tüketim toplumu reklamı gibi akması affedilebilir duruyor. Episodes dizisinde Britanya/Amerika kültür farklılıklarını izlediğimiz tarzda, bu sefer de Amerikan pragmatizminin Fransızların sofistike yaklaşımlarıyla çakışmasına tanıklık ediyoruz. Pek derine inmeyen, Sex and the City formüllü, romantizm soslu bir seyirlik.


I Hate Suzie 8/10 

Ünlü bir kadın oyuncunun telefonu hacklenip, telefonundaki sex videosu medyanın eline geçince tüm Dünya'sı alt üst olur. Sarsılan kariyerinin yanı sıra, videonun kocasını aldattığını da göstermesi itibariyle, ailesi de dağılma tehlikesine girecektir. Diary of a Call Girl'de çok hayran olarak izlediğim Billie Piper bu sefer kendi yarattığı, yapımcılığını yaptığı dizide yine döktürüyor.

I May Destroy You 8/10

Yine yazan, yaratan, oynayan güçlü bir kadın karakter, Michaela Coel, çok vurucu bir esere imza atıyor. Arkadaşlarıyla dışarı çıktığı bir gecede, içeceğine uyuşturucu katılarak tecavüze uğrayan yazar karakterimiz, olanları hatırlayamamaktadır. Olanları yavaş yavaş idrak ederken başından geçenleri çok çarpıcı bir üslupla izletiyor. Kadınların kalemlerinden çıkan, birbirinden etkileyici kadın hikayeleri, ardı ardına bizlerle buluşmaya devam ediyor. Bu yazıda bahsettiğimiz I Hate Suzie gibi, Phoebe Waller-Bridge'in Flebag'i gibi, bu diziyle yakın akraba olduğunu düşündüğüm Lena Dunham'ın Girls'ü gibi.

Master of None 8/10

Dizi ve sinema sektöründe beyaz erkek baskınlığı çok şükür biraz zayıflarken, eskiye kıyasla çok daha fazla sayıda kadına dair hikayeler izlemeye başlamışken, hep ihmal edilegelmiş azınlık hikayeleri de ekranlara gelmeye başladı. Bunun en güzel örneklerinden biri, New York'da yaşayan hindistan kökenli bir oyuncu olan Aziz Ansari'nin kendi evrenini anlattığı Master of None. Çok tatlı bir mizahı olan bu dizi, ikinci sezonunda dümeni İtalya'ya kırarak bir dolce vita havasına bürünüyor.


Mrs. America 8/10

1950'lerde, 60'larda izlediğimiz Amerikan filmlerinde çizilen kadın portresi, genelde kadının toplumdaki konumu açısından oldukça ürkütücüdür. Son derece beyaz erkek egemen bu toplumda kadının yeri evinde mutfaktadır, ulaşabileceği en yüksek mertebe iyi bir ev kadını olmaktır. Günümüzde kadın, olması gerektiği noktadan hala çok uzakta olsa da, bir kıyaslama yapıldığında arada bir yerlerde bir devrim olmuş olsa gerekir diye düşünüyor insan. İşte bu dizi ABD'de feminist hareketin gerçekleştirmiş olduğu devrimi çok güzel özetliyor. Feminist hareketin önündeki en büyük engelin (tabii erkeklerin cepheye sürdüğü) muhafazakar kadınlar olması, insanlığın klasik ikilemlerinden biri. Muhafazakar kadınların liderliği rolünde Cate Blanchett yeteneğiyle parmak ısırtıyor.

Normal People 9/10

Zengin kız, fakir erkek aşkını yüz milyonuncu kez nefes almadan izlemenin temel sırrı, Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal özelinde müthiş bir kimya uyuşmasıyla açıklanabilir. Küçük kasabada okul futbol takımının yıldızı olmasıyla da çok popüler olan erkeğin annesi, kasabanın az dışındaki malikanede yaşayan ve okulda dışlanan "şehirli" zengin kızın evinde temizlikçi olarak çalışmaktadır. İkisi arasında başlayan romans adeta bir yasak aşk gibidir, erkek karizmayı çizdirmemek adına bu ilişkiyi açık olarak yaşamaktan imtina etmektedir. Okul bitip, büyük şehre üniversiteye gittiklerinde, bu sefer kız kendi evinde, taşralı erkek deplasmandadır. Bu klişe gibi gelen konu, o kadar incelikli ve kıvamında işlenmiş ki, dizi 500 bölüm sürse, hipnotize şekilde, aşk büyüsünü tüm hücrelerimde hissederek izlemeye devam edebilirdim.


Stateless 8/10

Günümüzde insanlığın kendinden en çok utanması gerektiği, ama ürkütücü bir umursamazlık içerisinde olduğu konulardan biri göçmen sorunu olsa gerek. Konu artık tamamen kanıksanmış durumda, ve Dünya'nın dört bir yanında yaşanan trajedi, tamamen gündem dışında. Batılı ülkelerin göçmen sorununa karşı takınmış olduğu son derece iki yüzlü tutum inanılmaz mide bulandırıcı. Kendi sömürgeciliklerinin mahvettiği, çıkarları için manipüle ettikleri ve silahlarla donattıkları diktatörlüklerin zulmünden kaçan milyonlar yollarda sürünürken, ölürken, onlara tüm kapılarını sonuna kadar kapatmalarıyla bir gün yüzleşecekler mi, hiç sanmıyorum. Eminim hala kendilerini sütten çıkmış ak kaşık, demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak görmeye devam edecekler. Bu noktada Stateless, kendisine denk gelen vicdanları temelinden sarsacak bir gerçek hikayeyi anlatıyor. Yolu Avustralya'ya düşen göçmenlerin, hapishaneden beter kamplara kapatılmalarını, ve hiçbir suç işlemedikleri halde yıllarca oradan çıkamamalarını anlatıyor. 

The Crown 8/10

Bir kraliyet ailesinin hikayesinden bana ne diye, uzun süre izlemeye direndiğim The Crown, beni çok olumlu yönde şaşırttı. Paparazzi çerçevesinden görerek, bildiğimizi sandığımız Dünya'larının, arka planda ne kadar  farklı dinamiklerle işlediğini gözler önüne seriyor bu dizi. Favori dizilerimizden Downton Abbey'in final yaptığı dönemden devralarak, onun yarattığı boşluğu çok güzel doldurdu. İlk sezonlarda Claire Foy'un canlandırdığı genç kraliçe profilini müthiş isabetli bulurken, bayrağı ondan devralan Olivia Coleman'ın fazla neşeli ve mizahi yorumunu biraz abartılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama o açığı Margaret Thatcher'ı canlandıran Gillian Anderson çok iyi kapattı. Aynı şekilde Elisabeth Debicki de Diana tasvirinde çok başarılı.

The Eddy 8/10

Netflix'in en "hak ettiği değeri alamayan" (underrated için daha kısa ve net bir tabir icat etmeliyiz) dizisi olduğunu düşünüyorum. Hiçbir ortamda bu diziden bahsedildiğini duymadım. Paris'te bir caz kulübü ekseninde geçen dizi, sadece muazzam müzikleri için bile izlenmeye değer. Amerikalı ve Arap iki dostun sahibi olduğu bu kulüp, işlenen bir cinayet üzerine zor bir zaman geçiriyor. Bu cinayetin eksenindeki polisiye hikayenin yanı sıra, kulübün Amerikalı sahibinin kızıyla ilişkisi odak noktasında. Pek çok yan hikayecik de mevcut, tüm bu hikayelerin ele alınış şekillerinin bir hayli dağınık olduğunu kabul etmek gerekiyor, ancak diğer yandan bu kafası karışık ruh halinin, dizinin kimyasına ve caz müziğine aykırı düşmediğini düşünüyorum.

The Queen's Gambit 8/10

Biçimsel olarak çok ana akım bir dizi olarak niteleyebileceğim bu yapım, layıkıyla yapıldığında ana akım bir eserin ne kadar değerli olabileceğini gösteriyor. Satranç gibi çerçevesi, kuralları çok belli bir oyunu, bu kadar çekici ve sürükleyici bir anlatıma baş malzeme yapabilmek gerçek bir maharet ister. Kusursuz bir sanat tasarımı ve müthiş başrolü Anya Taylor-Joy başta olmak üzere, her şey doğru yapılmış. Erkek egemen bir satranç evreninde, öksüz bir genç kızın yükselmesini ağzımız açık izliyoruz.

The Staircase 8/10

13 bölüm süren bu belgesel dizi, Michael Peterson isimli bir adamın, karısını öldürdüğü zannıyla yargılandığı, toplamda 16 yıl süren hukuki mücadelesini anlatıyor. Karısı evde merdivenden yuvarlanarak ölür, ancak bunun kazayla mı, yoksa kasıtla mı olduğu belirsizdir. Belgesel yıllar boyunca Michael'in merceğinden ilerlediğinden, seyirci olarak çok nesnel bir pencereye sahip olamayız. Ancak Michael'in biseksüelliğini ciddi bir motif olarak algılayan savcılığın, iddiasını ispatlamak için adalet sistemini sonuna kadar çarpıtması, sistemdeki yozlaşmayı gözler önüne seriyor. Michael'in masumiyeti konusunda ailenin bölünmesi, Michael'in geçmişindeki karanlık noktalar, kurgu senaryo olsaydı bu kadar çarpıcı olamazdı dedirtecek kadar diziyi sürükleyici kılıyor.

The Undoing 8/10

Defending Jacob'da, oğullarının cinayeti işleyip işlemediğini bilemeyen aile ve izleyici, bu sefer de iyi bir doktor, baba ve eş olan adamın (Hugh Grant) işlenen cinayetin faili olup olamayacağını sorguluyor. Adamın psikolog eşi rolünde Nicole Kidman, bu sefer kocasını analiz edip, her gün aynı yatağa girdiği, sarılıp uyuduğu, sevdiği adamın, olduğunu sandığını adam olup olmadığını sorgulamak zorunda kalır. Başı ve sonunu başarılı bulduğum yapımın ara bölümlerinin biraz sarktığını düşündüm, 3 bölümlük bir dizi, veya biraz uzunca bir film olabilirmiş.



We Are Who We Are 8/10

Call Me By Your Name ile gönüllerimize taht kuran yönetmen Luca Guadagnino'nun bir dizi projesine imza attığını öğrenince, hemen ekran başına geçtik. İtalya'daki bir Amerikan askeri birimine atanan bir kadın komutanın, karısı ve ergen oğluyla birlikte üsse yerleşmesiyle başlıyor dizi. Oğlunun o üste kurduğu arkadaşlıklar üzerinden, günümüzün genç jenerasyonuna dair çok özgün bir yorum izliyoruz. Zamane gençlerinin benliklerini keşfederken cinselliklerini, cinsel kimliklerini sorgulama şekli, geçmişe oranla günümüzde çok farklı dinamiklerle işliyor, ve dizi bu konuyu çok cesurca odağına alıyor.

Bakiye Diziler;

Bad Banks 7/10

Beforeigners 6/10

Black Earth Rising 6/10

Blood of Zeus 8/10

Criminal: Germany 5/10

Face to Face 6/10

False Flag 7/10

Fosse/Verdon 7/10

Formula 1: Drive to Survive 9/10

Gentleman Jack 7/10

Inside No. 9 7/10

It's a Sin 6/10

MotherFatherSon 6/10

Origin 7/10

Run 6/10

Seven Seconds 7/10

The Hookup Plan 7/10

The Little Drummer Girl 6/10

The People vs OJ Simpson 8/10

The Twelve 6/10

The Witcher 7/10

Twice Upon A Time 6/10

Unorthodox 6/10

Your Honor 6/10