6 Mart 2021 Cumartesi

İlkçağ Felsefe Tarihi - Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi

Felsefe Tarihi okumaya ilkçağdan başlamaya karar verince, hemen yerli kaynak araştırmaya başladım. Bir tercüme faciasıyla karşılaşmamak ve okuduğumu anlayamadığımda bunun benden kaynaklanıp, tercümeden kaynaklanmadığından emin olmak için en doğru adım bu olacaktı. İlkçağ felsefe tarihi deyince izlediğim vlog ve dinlediğim podacast'lerde sık sık referans verilen kaynaklardan biri Ahmet Arslan'ın 5 ciltlik kitabı oldu. Paralel okuma yapabilmek için seçtiğim ikinci kaynak ise Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi oldu. Cevizci'nin oldukça kalın kitabı, ilkçağdan başlayarak felsefe tarihinin izini 20. yüzyıl Baudrillard'a kadar sürüyor. Böylece her döneme dair okuma yaparken başvurabileceğim ikinci bir kaynağım olacak.

Bu süreçte öğrendiğim bilgilerin neredeyse tamamı benim için o kadar yeni ve ilham verici ki (neredeyse her yeni bilgide internete dalma ihtiyacı duyuyorum), bunları kısa sürede unutacağım düşüncesi beni çok üzüyor. Çünkü gerçekten de, topladığım bilgileri kısa hafızamdan uzun hafızama geçirmekte büyük zorluklar yaşıyorum. Bilgileri hafızada daha kalıcı yapabilmenin en verimli yolu (her ne kadar yazmayı gerçekten hiç sevmesem de) notlar, özetler çıkarmak olsa gerek. En azından denemeliyim.

Antik Yunan filozofları deyince aklıma hemen Sokrates, Platon ve Aristoteles gelirdi, ancak meğer onlardan önce gelen ve Sokrates öncesi olarak nitelenen filozoflar grubu, Antik Yunan felsefesinin temelini atmışlar. Ahmet Arslan, kitabının ilk cildinde bu filozoflara yer veriyor. Felsefe Tarihi'nin başlangıcını da İÖ. 6 yüzyıl olarak Thales'le başlatıyor. Felsefenin neden Antik Yunan'da başladığına dair argümanları okurken açıkçası pek ikna olmadım. Felsefe olarak kabul edilmeyen Çin ve Hint düşünce sistemleri, neden felsefenin en önemli sorularından biri olan "insan nasıl daha iyi yaşar"'a yanıt veremesin ki? Bir başka görüş alabilmek için, Ahmet Cevizci'nin kitabına geçtiğimde Thales'le aynı dönemde yaşamış olan Buda'nın, Konfüçyüs'ün, Zerdüşt'ün ve Lao Tzu'nun pek tabii ilk filozoflar olarak görülmesi gerektiğini söylüyordu. Bu düşünce akımlarının çıkış noktalarını (şimdilik) üstünkörü araştırdığımda, bir din olarak ortaya çıkmadıklarını, insanların, toplumun daha iyi yaşam koşullarına ulaşması için öneriler getirdiklerini gördüm.

Tüm felsefe tarihinin Antik Yunan'la başlatılması, tarihi güçlülerin yazmasının, dolayısıyla da kendini oldum olası medeniyetin beşiği olarak gören batı Dünya'sının bir kabullenmesi olduğunu düşündüm. Antik Yunan felsefesinin öncülü olan Yunan mitolojisinin, teolojisinin (din anlayışı) ve kozmonolojisinin (evrenin nasıl yaratıldığı) de ne kadar yoğun şekilde kendisinden önceki kültürlerden beslendiğini okuyunca bu kanım güçlendi. 

Yunan mitolojisinin ozanları Homeros ve Hesiodos'tan tam 1000 yıl önce yazılmış olan Sümerlerin Gılgamış Destanı mesela çok önemli bir ilham kaynağı olmuş. Gılgamış Destanı'nı incelerken öğrendim ki, destanda anlatılan tufan hikayesi Semavi dinlerdeki Nuh Tufan'ıyla neredeyse birebir aynı. Yani etkileri binlerce yıl devam etmiş, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarına kadar nüfuz etmiş. Aynı şekilde Antik Yunan filozofları astronomi, matematik, geometri gibi alanlardaki bilgilerini büyük ölçüde Mezopotamya, Pers,  Mısır gibi antik çağın ileri medeniyetlerinden alıyorlar. Mesela ilk filozof olarak nitelenen Thales bizzat Mısır'a giderek geometriyi öğreniyor, ve bugün hala Thales teoremi olarak okuduğumuz bilgiler, köklerini Antik Mısır'dan alıyorlar. Sonra deniyor ki, Mısırlılar geometriyi bir bilim olarak ele almadılar, sadece her yıl taşan Nil nehrinin değiştirdiği coğrafyada ihtiyaçları olan hesaplamalar için kullandılar. Ancak dikkate alınmalı ki, o dönemde bilim ve felsefe ayrımı yapılmıyordu, bilginin her türü felsefe sınıflaması altındaydı.

Ancak Yunan filozofların haklarını da teslim etmek gerekiyor. Topladıkları tüm bilgileri bir sistem içine yerleştirmeye çalışmaları itibariyle, bugünkü bilim anlayışımızın temellerini atmışlar. Çevrelerini, doğayı çok detaylıca incelemişler. Evrenin, maddenin, hayatın temel yapı taşlarını keşfetmeye çalışmışlar. Bu anlamda gerçekten de sadece pratik bir amaç için değil de, kendilerine sordukları felsefi soruları yanıtlayabilecek ve meraklarını tatmin edecek şekilde bilgi üretmişler. Bu noktada bir parantez daha açmakta fayda var. Aynı dönemde, muhtemelen daha ileri bir "bilimsel altyapı"'ya sahipken, neden diğer kültürlerden benzer bir Dünya'yı kavrama çabası ortaya çıkmıyor. Bu noktada sayılabilecek çok sayıda argüman bulunuyor. Evreni kavramaya çalışırken, içlerinde bulundukları kültürü, evrenin nasıl var olduğunu ve din anlayışını da sorgulamak gerekiyor. Güçlü bir rahip sınıfının hükmünde olan dogmatik bir din anlayışının, kendi iktidarını sarsacak bir görüşe/sorgulaya izin vermeyeceği çok açıktır. Diğer toplumların aksine Yunanlılarda bu şekilde bir rahip sınıfı bulunmuyor. Aristokratlar, gayet antromorf (insan şekilli) mitolojik bir din anlayışını devam ettirirken, halkın daha alt kesimlerinde eski Pagan inançlar hüküm sürüyor. Zeus'un baş tanrı olduğu din anlayışında tanrılar açıkça eleştirilebiliyor, çocukça kavgalarıyla dalga geçebiliyor, hatta mitolojisinde insanlar tanrılara meydan dahi okuyabiliyorlar.

Toplumların yönetim şekli de önemli bir rol oynuyor. Mutlak hükümdarlar, hayatı ve yaşama şekillerini sorgulayan düşünürleri ve düşünceleri baskılarken, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan'da bu konuda son derece özgür bir ortam var. Coğrafi olarak dağlarla çevrili olan Antik Yunan şehir yönetimleri (merkezi bir yönetim bulunmuyor) korunaklı olmaları ve o dönem için önemli olan geniş tarım alanlarına sahip olmamaları itibariyle de komşu hükümdarlar tarafından işgale uğramıyorlar. Tarım alanlarına sahip olmamaları onları deniz ticaretine yönlendiriyor ve kısa sürede zenginleşiyorlar. Zenginleşen toplumda, tüm gün çalışmak zorunda kalmayan ve düşünmeye meyleden insanlar, düşünmeye vakit bulmaya başlıyorlar.

Thales'le başlayan Antik Yunan felsefi düşünce sistemi bir nevi ilerlemeci bir anlayışla sürüyor. Fenikelilerden öğrendikleri yazı sayesinde öğretileri kuşaklardan kuşaklara geçiyor, ve diyalektik bir düşünme şekliyle yeni sentezler ortaya çıkmaya devam ediyor. Bir parantez de buraya; felsefe tarih boyunca tabii ki bilimde olduğu şekilde ilerlemeci sürmüyor. Zaten soyut bir düşünce sistemi olarak düşünülürse, mutlak bir hakikat olmaması ve o mutlak hakikatlerin peşinden giderken son derece öznel yorumlara açık olması itibariyle bu durum çok doğal. Hele ortaçağda dinlerin son derece dogmatik baskısıyla öyle bir duraklama ve gerileme dönemine giriyor ki, bir Aristoteles seviyesine geri gelebilmesi iki bin yıl alıyor.

Thales'le birlikte İyonya Okulu, Batı Anadolu'daki Milet'te başlıyor. Anılan 3 önemli filozoftan diğer ikisi Anaksimandros ve Anaksimenes. Doğayı incelediklerinde evrenin yapı taşının ne olduğu sorusuna 3 farklı cevap veriyorlar. Thales cismin 3 şekline de (katı, sıvı, gaz) rahatça dönüşebilen suyun temel yapıtaşı olduğunu, doğada gözlemlenebilen her nesnenin sudan oluştuğunu söylüyor.  

Anaksimandros hocasına katılmıyor, suyu hem nitelik hem de nicelik olarak evreni açıklama noktasında yetersiz buluyor. Temel yapı taşının çok farklı maddeleri açıklayabilmesi için niteliksiz ve miktar olarak sınırsız olması gerektiğini düşündüğü için evrende soyut bir temel yapıtaşı olması gerektiğini öne sürüyor ve buna apeiron ismini veriyor.

Anaksimenes ise Thales'in görüşüne geri dönerek, evrenin temel yapı taşını yine somut bir madde olarak havayla açıklar. Ona göre hava sıklaşarak veya seyrelerek diğer tüm maddelere dönüşebilmektedir. Ayrıca canlılara canını veren nefes de yine havadır.

İyonya Okulu'na paralel oluşan diğer önemli bir ekol ise Güney İtalya'da ortaya çıkan Pisagor Okulu'dur. Pisagor Okulu'nun en önemli farkı, onların salt anlamak ve bilmek için değil, daha arı bir yaşama şekline kavuşmak ve evren ruhuyla birleşmek için saf bilginin peşinden gitmeleridir. Tabii bu durum onların hızla bir tarikata dönüşmelerine yol açar. Ruh ve beden ayrımına, ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar. Evreni İyonya Okulu'nda olduğu gibi maddeyle değil, formla açıklamaya çalışırlar. Formları meydana getiren matematiksel sayılardır. Bu sayılar noktalarla ifade edilir, ve o noktalar da bir araya gelerek formları oluştururlar. Bütün cisimleri, canlıları sayılarla ifade ederler. Aynı zamanda müzik teorisinin temeli harmoniyi de matematiksel olarak ilk modelleyen onlar olmuşlardır.

Felsefenin benim için anlaşılması en zor ve yorucu alanı olan varlık felsefesinin temel tartışma noktasını anlayabildiğim kadarıyla Elea Okulu'ndaki Herakleitos ve Parmenides ortaya atıyorlar. Evrendeki değişim olgusunu tartışıyorlar. Herakleitos varlığın değişmez bir yapı olarak ele alınamayacağını, tam tersine sürekli değişim, dönüşüm içerisinde olacağını ileri sürüyor. Örnek olarak meşhur aynı nehre iki kez girilemeyeceğini söylüyor, zira nehir akarken sürekli değişmektedir. Ona göre varlık yoktur, oluş vardır. Parmenides ise bunun tam tersini iddia ederek, beynimizi yakacak şekilde "Varlık vardır, var olmayan var değildir" diyecektir. Onun öğrencisi Elea'lı Zenon da onun teorisini savunmak için meşhur paradokslarını öne sürmüştür. Sonuç olarak Herakleitos ve Parmenides'in Oluş-Varoluş çatışması kendilerinden sonra gelecek olan filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.

Evrenin yapı taşını tek bir maddeyle açıklamaya çalışan tekil filozoflardan sonra Empedokles, Anaksagoras ve Demokritos gibi çoğulcu filozoflar ortaya çıkmıştır. Empedokles evrenin değişmez maddelerini toprak, hava, su ve ateş olarak açıklar. Tüm varlıkların sadece bu dört maddeyle açılanamayacağını düşünen Anaksagoras ise, evrende her maddenin kendi temel yapıtaşının bulunduğunu, dolayısıyla sınırsız sayıda töz olması gerektiğini ileri sürer. Demokritos ise doğada var olan tüm nesnelerin atom (bölünemeyen demektir) diye tabir ettiği küçük ve bölünemez bir parçacıktan meydana geldiğini söyler.

Çok kabaca Antik Felsefe Tarihi'nin Sokrates öncesi filozoflara dair ilk cildinden aklımda kalanlar bunlar. Felsefe Tarihi'nde okumalara devam ettikçe, muhtemelen bu kaynaklara tekrar tekrar dönmem gerekecek, belki de pek çok bilgiye, özellikle de oluş-varoluş sorunsalına başka pencerelerden bakma imkanım olacak. İkinci cilt olan Sofistler, Sokrates ve Platon'a çoktan daldım bile, bitirince ona dair de bir özet çıkarabilmeyi umuyorum.


1 Mart 2021 Pazartesi

Diziler Mayıs 2020 - Şubat 2021

Günceye dizi notlarımı en son geçen nisan ayında şu yazıda düşmüşüm. Her ne kadar aradan geçen zamanda daha az dizi izlemeye gayret etsek de, listeleyince 40 tane dizi çıktı, her birine birkaç satır da olsa değerlendirme yapmaya enerjim yetmeyeceğinden, içlerinden beğendiğim 15 tanesini cımbızladım, onlara alfabetik sırayla değinirken, kalanların sadece isimlerini sanal belleğime işleyeceğim.

Criminal: UK 8/10

Tek mekanda, bir polis merkezinin sorgu odasında geçen, her bölümü farklı zanlılarla, farklı bir suçu ele alan, sadece sorgulamaları gerçekleştiren dedektifler üzerinden bir bütünlük oluşturan bu dizi, çok güçlü yazılmış senaryosuyla bir çırpıda izleniyor. Her bölümünde ayrı usta oyunculardan, etkileyici performanslar izlediğimiz dizinin Almanya, Fransa, İspanya gibi uyarlamaları da var. Biz büyük heyecanla izlediğimiz Birleşik Krallık versiyondan sonra daldığımız Almanya yorumunda büyük hayal kırıklığına uğrayınca, kumandayı yavaşça yere bıraktık.

Defending Jacob 9/10

Varlıklı savcı bir baba ile eğitmen bir annenin ergen oğulları, bir parkta işlenen cinayetin baş şüphelisi haline geldiğinde bu çekirdek ailenin varoluşu temelinden sarsılıyor. İnsanın kendi çocuğunu koruma içgüdüsüyle, gerçeğin ne olduğu arasında sıkışmasını, bu durumun aileyi toplumdan dışlanmaya götürecek kadar sarsmasını müthiş başarılı ve tansiyonu bir an için bile düşmeyen bir kurguyla veriyor.


Emily in Paris 8/10

Evlerde hapis bulunduğumuz şu pandemi döneminde, kendimizi Paris'in rengarenk sokaklarına bırakmanın çok kafa dağıtıcı bir yöntemi olarak diziyi keyifle izledik. Kendi yüzeyselliğiyle de dalga geçmesini bildiği için, bir tüketim toplumu reklamı gibi akması affedilebilir duruyor. Episodes dizisinde Britanya/Amerika kültür farklılıklarını izlediğimiz tarzda, bu sefer de Amerikan pragmatizminin Fransızların sofistike yaklaşımlarıyla çakışmasına tanıklık ediyoruz. Pek derine inmeyen, Sex and the City formüllü, romantizm soslu bir seyirlik.


I Hate Suzie 8/10 

Ünlü bir kadın oyuncunun telefonu hacklenip, telefonundaki sex videosu medyanın eline geçince tüm Dünya'sı alt üst olur. Sarsılan kariyerinin yanı sıra, videonun kocasını aldattığını da göstermesi itibariyle, ailesi de dağılma tehlikesine girecektir. Diary of a Call Girl'de çok hayran olarak izlediğim Billie Piper bu sefer kendi yarattığı, yapımcılığını yaptığı dizide yine döktürüyor.

I May Destroy You 8/10

Yine yazan, yaratan, oynayan güçlü bir kadın karakter, Michaela Coel, çok vurucu bir esere imza atıyor. Arkadaşlarıyla dışarı çıktığı bir gecede, içeceğine uyuşturucu katılarak tecavüze uğrayan yazar karakterimiz, olanları hatırlayamamaktadır. Olanları yavaş yavaş idrak ederken başından geçenleri çok çarpıcı bir üslupla izletiyor. Kadınların kalemlerinden çıkan, birbirinden etkileyici kadın hikayeleri, ardı ardına bizlerle buluşmaya devam ediyor. Bu yazıda bahsettiğimiz I Hate Suzie gibi, Phoebe Waller-Bridge'in Flebag'i gibi, bu diziyle yakın akraba olduğunu düşündüğüm Lena Dunham'ın Girls'ü gibi.

Master of None 8/10

Dizi ve sinema sektöründe beyaz erkek baskınlığı çok şükür biraz zayıflarken, eskiye kıyasla çok daha fazla sayıda kadına dair hikayeler izlemeye başlamışken, hep ihmal edilegelmiş azınlık hikayeleri de ekranlara gelmeye başladı. Bunun en güzel örneklerinden biri, New York'da yaşayan hindistan kökenli bir oyuncu olan Aziz Ansari'nin kendi evrenini anlattığı Master of None. Çok tatlı bir mizahı olan bu dizi, ikinci sezonunda dümeni İtalya'ya kırarak bir dolce vita havasına bürünüyor.


Mrs. America 8/10

1950'lerde, 60'larda izlediğimiz Amerikan filmlerinde çizilen kadın portresi, genelde kadının toplumdaki konumu açısından oldukça ürkütücüdür. Son derece beyaz erkek egemen bu toplumda kadının yeri evinde mutfaktadır, ulaşabileceği en yüksek mertebe iyi bir ev kadını olmaktır. Günümüzde kadın, olması gerektiği noktadan hala çok uzakta olsa da, bir kıyaslama yapıldığında arada bir yerlerde bir devrim olmuş olsa gerekir diye düşünüyor insan. İşte bu dizi ABD'de feminist hareketin gerçekleştirmiş olduğu devrimi çok güzel özetliyor. Feminist hareketin önündeki en büyük engelin (tabii erkeklerin cepheye sürdüğü) muhafazakar kadınlar olması, insanlığın klasik ikilemlerinden biri. Muhafazakar kadınların liderliği rolünde Cate Blanchett yeteneğiyle parmak ısırtıyor.

Normal People 9/10

Zengin kız, fakir erkek aşkını yüz milyonuncu kez nefes almadan izlemenin temel sırrı, Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal özelinde müthiş bir kimya uyuşmasıyla açıklanabilir. Küçük kasabada okul futbol takımının yıldızı olmasıyla da çok popüler olan erkeğin annesi, kasabanın az dışındaki malikanede yaşayan ve okulda dışlanan "şehirli" zengin kızın evinde temizlikçi olarak çalışmaktadır. İkisi arasında başlayan romans adeta bir yasak aşk gibidir, erkek karizmayı çizdirmemek adına bu ilişkiyi açık olarak yaşamaktan imtina etmektedir. Okul bitip, büyük şehre üniversiteye gittiklerinde, bu sefer kız kendi evinde, taşralı erkek deplasmandadır. Bu klişe gibi gelen konu, o kadar incelikli ve kıvamında işlenmiş ki, dizi 500 bölüm sürse, hipnotize şekilde, aşk büyüsünü tüm hücrelerimde hissederek izlemeye devam edebilirdim.


Stateless 8/10

Günümüzde insanlığın kendinden en çok utanması gerektiği, ama ürkütücü bir umursamazlık içerisinde olduğu konulardan biri göçmen sorunu olsa gerek. Konu artık tamamen kanıksanmış durumda, ve Dünya'nın dört bir yanında yaşanan trajedi, tamamen gündem dışında. Batılı ülkelerin göçmen sorununa karşı takınmış olduğu son derece iki yüzlü tutum inanılmaz mide bulandırıcı. Kendi sömürgeciliklerinin mahvettiği, çıkarları için manipüle ettikleri ve silahlarla donattıkları diktatörlüklerin zulmünden kaçan milyonlar yollarda sürünürken, ölürken, onlara tüm kapılarını sonuna kadar kapatmalarıyla bir gün yüzleşecekler mi, hiç sanmıyorum. Eminim hala kendilerini sütten çıkmış ak kaşık, demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak görmeye devam edecekler. Bu noktada Stateless, kendisine denk gelen vicdanları temelinden sarsacak bir gerçek hikayeyi anlatıyor. Yolu Avustralya'ya düşen göçmenlerin, hapishaneden beter kamplara kapatılmalarını, ve hiçbir suç işlemedikleri halde yıllarca oradan çıkamamalarını anlatıyor. 

The Crown 8/10

Bir kraliyet ailesinin hikayesinden bana ne diye, uzun süre izlemeye direndiğim The Crown, beni çok olumlu yönde şaşırttı. Paparazzi çerçevesinden görerek, bildiğimizi sandığımız Dünya'larının, arka planda ne kadar  farklı dinamiklerle işlediğini gözler önüne seriyor bu dizi. Favori dizilerimizden Downton Abbey'in final yaptığı dönemden devralarak, onun yarattığı boşluğu çok güzel doldurdu. İlk sezonlarda Claire Foy'un canlandırdığı genç kraliçe profilini müthiş isabetli bulurken, bayrağı ondan devralan Olivia Coleman'ın fazla neşeli ve mizahi yorumunu biraz abartılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama o açığı Margaret Thatcher'ı canlandıran Gillian Anderson çok iyi kapattı. Aynı şekilde Elisabeth Debicki de Diana tasvirinde çok başarılı.

The Eddy 8/10

Netflix'in en "hak ettiği değeri alamayan" (underrated için daha kısa ve net bir tabir icat etmeliyiz) dizisi olduğunu düşünüyorum. Hiçbir ortamda bu diziden bahsedildiğini duymadım. Paris'te bir caz kulübü ekseninde geçen dizi, sadece muazzam müzikleri için bile izlenmeye değer. Amerikalı ve Arap iki dostun sahibi olduğu bu kulüp, işlenen bir cinayet üzerine zor bir zaman geçiriyor. Bu cinayetin eksenindeki polisiye hikayenin yanı sıra, kulübün Amerikalı sahibinin kızıyla ilişkisi odak noktasında. Pek çok yan hikayecik de mevcut, tüm bu hikayelerin ele alınış şekillerinin bir hayli dağınık olduğunu kabul etmek gerekiyor, ancak diğer yandan bu kafası karışık ruh halinin, dizinin kimyasına ve caz müziğine aykırı düşmediğini düşünüyorum.

The Queen's Gambit 8/10

Biçimsel olarak çok ana akım bir dizi olarak niteleyebileceğim bu yapım, layıkıyla yapıldığında ana akım bir eserin ne kadar değerli olabileceğini gösteriyor. Satranç gibi çerçevesi, kuralları çok belli bir oyunu, bu kadar çekici ve sürükleyici bir anlatıma baş malzeme yapabilmek gerçek bir maharet ister. Kusursuz bir sanat tasarımı ve müthiş başrolü Anya Taylor-Joy başta olmak üzere, her şey doğru yapılmış. Erkek egemen bir satranç evreninde, öksüz bir genç kızın yükselmesini ağzımız açık izliyoruz.

The Staircase 8/10

13 bölüm süren bu belgesel dizi, Michael Peterson isimli bir adamın, karısını öldürdüğü zannıyla yargılandığı, toplamda 16 yıl süren hukuki mücadelesini anlatıyor. Karısı evde merdivenden yuvarlanarak ölür, ancak bunun kazayla mı, yoksa kasıtla mı olduğu belirsizdir. Belgesel yıllar boyunca Michael'in merceğinden ilerlediğinden, seyirci olarak çok nesnel bir pencereye sahip olamayız. Ancak Michael'in biseksüelliğini ciddi bir motif olarak algılayan savcılığın, iddiasını ispatlamak için adalet sistemini sonuna kadar çarpıtması, sistemdeki yozlaşmayı gözler önüne seriyor. Michael'in masumiyeti konusunda ailenin bölünmesi, Michael'in geçmişindeki karanlık noktalar, kurgu senaryo olsaydı bu kadar çarpıcı olamazdı dedirtecek kadar diziyi sürükleyici kılıyor.

The Undoing 8/10

Defending Jacob'da, oğullarının cinayeti işleyip işlemediğini bilemeyen aile ve izleyici, bu sefer de iyi bir doktor, baba ve eş olan adamın (Hugh Grant) işlenen cinayetin faili olup olamayacağını sorguluyor. Adamın psikolog eşi rolünde Nicole Kidman, bu sefer kocasını analiz edip, her gün aynı yatağa girdiği, sarılıp uyuduğu, sevdiği adamın, olduğunu sandığını adam olup olmadığını sorgulamak zorunda kalır. Başı ve sonunu başarılı bulduğum yapımın ara bölümlerinin biraz sarktığını düşündüm, 3 bölümlük bir dizi, veya biraz uzunca bir film olabilirmiş.



We Are Who We Are 8/10

Call Me By Your Name ile gönüllerimize taht kuran yönetmen Luca Guadagnino'nun bir dizi projesine imza attığını öğrenince, hemen ekran başına geçtik. İtalya'daki bir Amerikan askeri birimine atanan bir kadın komutanın, karısı ve ergen oğluyla birlikte üsse yerleşmesiyle başlıyor dizi. Oğlunun o üste kurduğu arkadaşlıklar üzerinden, günümüzün genç jenerasyonuna dair çok özgün bir yorum izliyoruz. Zamane gençlerinin benliklerini keşfederken cinselliklerini, cinsel kimliklerini sorgulama şekli, geçmişe oranla günümüzde çok farklı dinamiklerle işliyor, ve dizi bu konuyu çok cesurca odağına alıyor.

Bakiye Diziler;

Bad Banks 7/10

Beforeigners 6/10

Black Earth Rising 6/10

Blood of Zeus 8/10

Criminal: Germany 5/10

Face to Face 6/10

False Flag 7/10

Fosse/Verdon 7/10

Formula 1: Drive to Survive 9/10

Gentleman Jack 7/10

Inside No. 9 7/10

It's a Sin 6/10

MotherFatherSon 6/10

Origin 7/10

Run 6/10

Seven Seconds 7/10

The Hookup Plan 7/10

The Little Drummer Girl 6/10

The People vs OJ Simpson 8/10

The Twelve 6/10

The Witcher 7/10

Twice Upon A Time 6/10

Unorthodox 6/10

Your Honor 6/10

27 Şubat 2021 Cumartesi

Bir Başkadır - Berkun Oya

Türkiye tarihinin herhalde en çok değerlendirilen, konuşulan dizisi olmayı başaran bu yapım, en az bir 20 senedir tuttuğum Türk dizisi orucumu açmama sebep oldu, merak etmemek elde değildi. Dizinin ne anlattığının herkesin öznel penceresinden "bir başka" gözükmesi dahi dizinin artı hanesine yazılması gereken bir olgu. Benim kişisel yorumum şu şekilde oldu; (bir başkadır benim) memleketimin parçalanmış haline hepimiz gibi çok üzüldüğünü tahmin ettiğim senarist/yönetmen Berkun Oya, geçmişe dönüp bizi birleştirebilecek ortak paydamızda neler olduğuna (kaldığına) baktığında Yeşilçam'ı görmüş olabilir. Münir Özkul'un, Adile Naşit'in, Kemal Sunal'ın, Zeki-Metin'in, Şener Şen'in ve daha nicesinin seyircilerini düşünürken sağı solu, dindarı seküleri, fakiri zengini, türkü kürdü diye ayırabilir miyiz? Onlara milletçe, kimliklerimizden bağımsız beraber güldük, beraber ağladık.

Toplumun farklı kesimlerini (biraz da çaktırmadan) empati kurmaya teşvik eden, ama kimsenin gözüne parmak sokmadan, bir çorbaya da çevirmeden güncel çok sayıda konuya "bir başka" değiniyor bu dizi. En çok öne çıktığını düşündüğüm, Seküler kesime getirilen, dindar kesimi cumhuriyet tarihi boyunca aşağılamış, dışlamış olmalarına dair eleştiri ne kadar içselleştirilebilir, bir katarsise yol açabilir mi, çok şüpheliyim ama geniş kitlelerce konuşulması dahi çok sağlıklı. İktidar odağının kaymasının, iktidarsız kaldığını düşünen kesimler üzerinde yarattığı travma, bir mikro örnek üzerinden başarılı bir şekilde aktarılıyor ve hatta bir barış eli uzatmaya kadar götürülüyor. 

Ana tema olarak işlenen o kadar çok konu var ki, zaten bugüne kadar yapılmış sayısız değerlendirmede bolca dile getirildiler, tek tek saymak yerine izlemek daha anlamlı, herkes kendi çıkarsamalarını yapabilir. Aşikar olan temaların yanı sıra, mesela fakirlerin günümüzde orta ve üst gelir seviyesindekilerin özendiği şekilde yemyeşil bir doğa içinde, zenginlerin ise fakirlerin özendiği bir lüks içinde ama tamamen şehrin çirkin mimarisine sıkışmış halde yaşamaları gibi saymakla bitmeyecek ince dokunuşlar tespit edilebilir bu dizi ile ilgili.

Tek tek karakterlere ve hikayeciklere baktığımızda, özlerini geçmiş Yeşilçam filmlerinde bulabileceğimizi görebiliyoruz. Meryem'de sinema tarihimiz boyunca sık işlenmiş olan çok naif genç kız tiplemesini, Peri'de önce kızdığımız ama sonra acıdığımız Yeşilçam'ın çatık kaşlı karakterlerini, Sinan'da züppe Yeşilçam delikanlısını bulabiliriz. Meryem, Sinan, genç imam aşk üçgeni, işleniş olarak olmasa da kalıp olarak çok tanıdık, aynı şekilde Meryem'in abisi ve yengesinin hikayesi de Yeşilçam'ın favori tecavüz/intikam teması işliyor. Peri'nin ailesinin zengin olarak tasvir edilince ille yalıda yaşaması da bana Yeşilçam'ın zengin anlayışını hatırlattı. 

Tarafsız, apolitik bir pencereden bakabildiğimiz bu karakterlere, Yeşilçam'a dair belli ögeleri, mesela karakterlerin meydanlarda, sokaklarda yürürken kuşbakışı gözükmelerini, arabesk-pop karışımı müziğiyle toplumun farklı kesimlerinin zevklerini birleştirmiş olan Ferdi Özbeğen'in melodilerini katınca, ortaya biçimsel olarak da ortak bir bellek üzerinden geniş kitleleri bir araya getirebilecek bir eser çıkıyor. Adeta geçmişte toplumu birleştirebilmiş nostaljik filmler, bilinçaltımız ve kalabildiyse bilinçüstümüzdeki izlerini sürüyorlar. Mantık hatalarını, bir türlü bitmeyen tesadüfleri de, yine fazla kurcalamadan Yeşilçam geleneğine bağlayabiliriz. Dizinin finalinde, tüm hikayeciklerin naif bir mutluluğa bağlanması da aynı şekilde çok tanıdık geliyor.

Günümüzde izlediğimiz kanallardan, dizilere, filmlerden, müziklere kadar ülkemizde öylesine derin bir bölünmüşlük, parçalanmışlık var ki, bu dizinin beni çok nostaljik bir melankoliye sürüklediğini söyleyebilirim. Bu ülkeye mal olmuş sanatçıların dahi tamamını ortadan ikiye bölebilmiş durumdayız, istisnasız herkesin sevgiyle bakabildiği tek bir kişi dahi kalmadı koca ülkede, nasıl gelebildik bu günlere? Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken dahi atomlarımıza kadar dağılacağımızı hissediyorum.


23 Şubat 2021 Salı

Malcolm & Marie - Sam Levinson

10 ay boyunca günceye film notu düşmediğimden, elimdeki liste feci şekilde kabarmış durumda, ancak izlediklerimi tasnif etmeyi erteledikçe, izlediğim ve çok etkilendiğim filmleri taze taze yazma fırsatını kaçırıyorum. Malcolm & Marie'yi de izleyeli 2 haftadan uzun süre geçti, keşke hemen ertesi günü benliğimde bıraktığı izleri not düşseydim.

Geniş kitlelerce bir çiftin hiçbir yere varmayan uzun ve sıkıcı kavgası olarak algılandığının farkındayım. Keşke bir Netflix filmi olmasaydı da, hak ettiği değeri verecek küçük bir azınlığın yüreğinde saklı kalsaydı. Neresinden başlayacağımı bilemiyorum, bence her tarafı kusursuz bir filmdi. Biri yönetmen, diğeri model olan bir çift, yönetmen olan erkeğin filminin galasından geç bir saatte eve dönüyorlar. İkisi de bir galanın gerektirdiği şekilde çok şık ve süslüler. Erkek galada elde ettiği başarıyla çok mutlu ancak yine de filmle ilgili gelecek eleştiriler için endişeli. Kadın ise umursamaz ve soğuk bir tavır içinde mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlıyor. Erkek, kadının bir şeylere kırgın olduğunu fark ettiğinde ne olduğunu soruyor. Kadın başta biraz direniyor, çünkü biliyor ki bir açtı mı, bir daha kapatamayacak pandora kutusunun kapağını. 

Erkek, gala sonunda yaptığı konuşmada herkese teşekkür ederken, sevdiği kadını atlamıştır. Erkek bunu önemsemez gözükür, ancak adeta freudian slip karşıtı şekilde diline onun ismini getirememiş olması, sabaha kadar sürecek bir tartışmanın fitilini ateşleyecektir. Kadın ilk başta sadece bir miktar teessüf sunar, bu esnada önce topuklu ayakkabılarını çıkarır, sonra takılarını, takma kirpiklerini çıkarır, tartışmanın ilerleyen safhalarında makyajını siler, elbisesini çıkarır. Tabii arada top erkeğe de geçer, birbirlerinin sözünü kesmezler, birbirlerini kendi yaraları kanarken dinlerler, karşıdakinin yarasını kanatarak konuşurlar. 

İkisinin de tartışırken, tüm filme yayılan bu üzerlerindeki fiziki katmanlardan kurtuluyor olmaları müthiş bir alegoriye izin vermektedir,  adeta birbirlerinin ruhlarını da tamamen çıplak kalıncaya kadar soymaktadırlar. Bu hem fiziki hem de ruhi soyunma doğal olarak bir noktada cinselliği de körükleyecektir. Cinsellik her ilişkide olageldiği üzere sorunların üzerini biraz örter gibi olsa da, çözüm değildir. Kadın tamamen çıplak kalıp, içinde kalmış her şeyi tamamen döktükten, yarasındaki tüm iltihabı hatta kanını akıttıktan sonra fiziken de ortadan kaybolacaktır.

Tartışmanın içeriğine bakınca adeta bir terapi seansı gibidir konuşma. Genelde sevdiklerimizle kavga ettiğimizde, konu çok nadiren kavganın çıktığı, yani bardağın taştığı nokta ile ilgilidir. Ancak biz o andaki öfkemizden ve argümanlarımızdan çok eminizdir. Hatta saçmalar gibi olduğumuzu birazcık fark edecek olsak hemen öne sürdüklerimizi destekleyecek, kendimizi dahi ikna edebildiğimiz yan önermeler kusmaya başlarız. Ancak çok nadiren konu derinlemesine öze doğru ilerler.  Yılların getirdiği birikmişlikleri, travmaları, kendi karakterimizdeki, geçmişimizdeki defoları gözden geçirmeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Çoğu durumda karşımızdaki kişinin dahi öfkemizle bir alakası yoktur, bize sadece bir ayna tutmuştur, esasında biz kendi kendimizle çığlık çığlığa bağrışıyoruzdur.

Film bu katmanları inanılmaz güzel çözümlüyor. Tabii her iki karakterin de tartışmayı kestirip atmaması, ortamı terk etmemesi, gerçek olamayacak kadar keskin ve vurucu analizlerle monolog ardına monologlar sıralıyor olmaları biraz (hatta bir hayli) gerçeküstü bir durum. Normalde uzun yıllar boyunca sağlıklı (yani iletişimin var olduğu) bir ilişki yürütebilmiş (sonunda bitmiş/bitmemiş olsun) bir çiftin, o inişli çıkışlı ilişkilerinin bir gecede özetlenmesini sağlıyor yönetmen Sam Levinson. Sanki terapistin kendisinin bulunmadığı bir ilişki terapisinde gibiler.

Yönetmen, sinemanın gücünü öyle muazzam kullanıyor ki, cılız kelimelerim her zamanki gibi tasvirde çok yetersiz kalıyor. Öncelikle siyah beyaz renk tercihini filmin halet-i ruhiyesine çok uygun bulduğumu tespit etmeliyim. Siyah ve beyaz gibi iki uçta (bir başka bakış açısıyla var olan ve var olmayan ışık arasında) bulunan tüm renkleri fiziksel Dünya'ya değil, duygu paletine yayıyor ve film boyunca bizi o renklerin nüanslarında gezdiriyor. Fiziki alemin rengarenk halleri gözlerimizi kamaştırmadığından, içsel renkleri çok daha net seçebiliyoruz, odaklanabiliyoruz.

Bir film izlerken kadraj, kamera konumu gibi teknik konular hiç dikkat ettiğim ögeler değildir, içerikten kopmama sebep olurlar. Ancak bu filmde gözden kaçabilecek gibi değildiler, kameranın kullanıldığı açılar ve ışığın betimleme şekli gerçekten inanılmaz ve üzerine sayfalarca yazabilecek kadar detaylı bir teknik ustalık içeriyordu. Bir sinema öğrencisi olsam, muhtemelen her karesine ayrı bir tez yazmaya girişebilirdim.

Filmde belki çok da fazla fark edilmeyen, ama oldukça özgünce kullanılmış olduğunu düşündüğüm bir iç ses yöntemi vardı ki, müthiş tamamlıyor duygu ve düşünceleri; filmin müzikleri. Filmin müzikleri kurguda arka fona eklenen sesler değil. Kadın ve erkek film boyunca kendileri seçiyorlar müzikleri. Tınılar ve sözler kimi zaman ruh hallerini betimliyor, kimi zamanlar kadın ve erkek karşı cinslerine doğrudan bir mesaj olarak seçiyorlar parçaları. Parça isimlerine şöyle bir bakınca;

Gimme all your love (bana bütün sevgini ver)

I will carry you (seni taşıyacağım)

Get rid of him (kurtul ondan)

I forgot to be your lover (sevgilin olmayı unuttum)

Selfish (bencil)

Liste böyle uzayıp gidiyor, bu parçaların tek tek sözlerine bakınca mesajlar daha da derinleşiyor, müziğin anlatamayacağı bir duygu yok dercesine.  Spotify'da filmin bütün müzikleri bir liste olarak bulunuyor, ben şahsen döndüre döndüre (bu satırları yazarken de :)) dinliyorum.

Filmin geçtiği tek mekan çiftin kaldıkları ev. Levinson, pandemi sebebiyle evlere kapanan tüm insanlığın sıkışmışlığına dair güzel bir paralellik kurmuş olmakla birlikte, çiftin ilişkilerinin sıkışmışlığını, daralmasını betimlemede mekanı çok güzel kullanıyor. Ağırlıklı olarak dışarından gözlemlemeye başladığımız, (hatta odadan odaya geçişler dahi evin dışından veriliyor) evin içine doğru ilerledikçe, çiftimizin fiziki Dünya'larının yanı sıra (yine bence çok güzel bir mecaz) iç Dünya'larına da, en mahremlerine, yatak odalarına, banyolarına kadar yavaş yavaş sızıyoruz. Sanki pencereden tesadüfen gözlemlediğimiz bir çiftin hayatına dair sadece dışardan tahminlerde bulunabilirken ki film başlarda fazla açıklama yapmadan ilerliyor, onların evrenine gizlice girdikçe dış ve iç hallerine dair görülere ulaşıyoruz.

Film boyunca şahit olduğumuz sadece bir çiftin ilişkisinin sorgulanması değil. Sinema sektörünün/kapitalizmin çarklarından, siyahilerin konumlarına kadar farklı konulara da giriyorlar. Son dönemin güçlü siyahi yönetmenlerinin hakkı teslim edilirken, hala Hollywood'da ve tabii tüm Dünya'da devam eden ırkçılığa karşı tepkisini haykıran erkeğimiz Malcolm, adeta isminin yanına bir X ekliyor. Özellikle Malcolm'un sinema eleştirmenlerine dair çok sert yargıları, Levinson'ın kendi filmine ana akım eleştirmenlerinden alacağını tahmin ettiği olumsuz hükümlerin birer öngörüsü gibi. Kanımca cinsiyet konusu da hissedilir şekilde nüfuz etmiş senaryoya. Kadını ben yarattım havasındaki erkekle, erkeği, egosu yaralı ham bir ergenden farksız olduğunu gösterecek şekilde soyan bir kadın, günümüzdeki cinsiyet rollerine dair pek çok şey söylüyor. İlişkide kim kimin için, neyi ne kadar feda ediyor, kişi benliğini, emellerini ödün vermeden koruyabiliyor mu? Bir nevi cinsiyet felsefesi olarak da görebiliriz tartışılanları.

Filmin bir diğer can alıcı noktasına, yani oyunculuklara değinmek gerekir. Zendaya'yı ilk defa yine Sam Levinson'ın yönetmenliğinde Euphoria dizisinde çarpılarak izlemiş ve hayranlığımı da kısaca şu yazıda vurgulamıştım. 10 yıldır yazageldiğim bu güncede kesin daha önce Elizabeth Taylor'ın "Who's Afraid of Virginia Woolf" ve Gena Rowlands'ın "A Woman Under the Influence"'da yarattıkları harikalara değinmişimdir, bu filmde de Zendaya benzer bir oyunculuk sergiliyor. Hazır lafı açılmışken, bu filmler arasındaki benzerliğe de dikkat çekmekte fayda var. Özellikle de M&M adeta "Who's Afraid of Virgina Woolf"'un modern versiyonu gibi. Yalnız gerçekçilik noktasında aralarında biraz fark var. Klasik tabir ettiğim versiyonda Liz Taylor ve Richard Burton adeta kendi gerçek hayattaki ilişkilerini yansıttıkları için ciğerden oynuyorlar, o filmin gerçekliğini sorgulayanın algılarını kalibre ettirmesi gerekebilir.

Erkek rolünde John David Washington'a gelirsek, Zendaya'nın az gölgesinde kaldığını düşünüyorum. Rol yaptığını fark ettirdiği anlara denk geldiğimi hissettim, filmin içerdiği geniş duygu yelpazesinde geçişleri yaparken Zendaya kadar rafine olamadığı kanısındayım. Yine de haksızlık etmemek lazım, zor rolünün hakkını verdi, en azından bu filmin hemen öncesinde oynadığı Nolan'ın Tenet'i ile yaptığı spagat (balede bacağı 180 derece açma) takdire şayan.

Yapımın artı hanesine yazılması gereken çok önemli bir nokta da, elinde duygu sömürecek çok malzeme olmasına rağmen, zerre tenezzül etmiyor yönetmen buna. Belki izleyiciyi ağlatmaya çalışsaydı, film çok daha fazla beğenilecekti, ama değerinden çok şey kaybedecekti, sıradanlaşacaktı. Gözlere kesinlikle yaşlar hücum etmiyor, ama boğazda bir sızı, midede hafif bir yumruk, birkaç gün boyunca hissettiriyor kendini.  Aynı şekilde hikayenin sonunu açık bırakmak da çok takdir edilesi ama ana akımcıların hiç sevmediği bir tercih. Bu film beni doğru zamanda doğru ruh halinde mi yakaladı, bilemiyorum, zira olumsuz eleştirileri ve farklı sitelerde aldığı düşük notları anlamakta zorlanıyorum. Bana göre sinema sanatının nadide ve çok özel eserlerinden biri ve çok nadiren notladığım 10 tam puanı gözümü kırpmadan işledim film bankama. Milyon kez anlatılmış olan aşk temasını milyonunca kez izlediğimiz hayat, böyle filmler olunca çok ama çok daha güzel.

William Bell'in parçasının sözleriyle bitirelim;

Have I told you lately that I love you?
Well, if I didn't, darlin', I'm sorry
Did I reach out and hold you in my loving arms
Oh, when you needed me?

Now I realize that you need love too
And I'll spend my life making love to you

Oh, I forgot to be your lover
And I'm sorry, I'm so sorry

Have I taken the time to share with you
All the burden that love will fare?
And have I done the little simple things to show you
Just how much I care?

Oh, I've been workin' for you doin' all I can
To work all the time didn't make me a man

Oh, I forgot to be your lover
And I'm sorry, I'll make it up to you somehow, baby

I forgot to be your lover
Gonna make it up to you somehow
Oh, I'm sorry, I'm sorry, baby
I forgot to be your lover


21 Şubat 2021 Pazar

Hannah Arendt (2012) - Margarethe von Trotta

Felsefenin Kısa Tarihi'ni okuduğumda, okuma listeme eklediğim kitaplardan biri Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabıydı. O kitabın yazılış hikayesinin filme çekildiğini fark ettiğimde, önce filmi izlemeye karar verdim. Yahudi soykırımının en sembolik noktası, yüzbinlerce Yahudi'nin gaz odalarında öldürülerek yakıldığı Auschwitz konsantrasyon kampıdır. Avrupa'nın her yanından toplanan Yahudi'lerin demiryollarıyla Auschwitz'e ulaştırılmasını lojistik olarak organize eden kişi ise bir SS subayı olan Adolf Eichmann'dır. Savaşın sonunda pek çok diğer Nazi canisi gibi o da Güney Amerika'ya kaçıyor. Savaşın bitmesinin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra İsrail istihbarat servisi Mossad'ın düzenlediği bir operasyonla Arjantin'de yakalanarak yargılanmak üzere İsrail'e getiriliyor.

Berlin'de filozof Heidegger'in (maalesef Heidegger de fena bir Nazi, saygınlığı sayesinde akademik çevrelerde ve gençlerde Nazi partisinin etkisinin yadsınamayacak şekilde artmasını sağlamış bir şahıs) öğrencisi (ve sevgilisi) olmuş olan, Yahudi Hannah Arendt ise savaş öncesi ülkeden zamanında kaçmıştır, önce Fransa'da yaşamış, ancak orada da Yahudiler'in kamplara alınmaya başlamasıyla, bir senesini bu tür bir kampta geçirdikten sonra, alabildiği ABD vizesiyle New York'a yerleşmiştir. Başarılı bir yazar ve akademisyen olarak hayatını idame ettirirken, Eichmann'ın yakalandığı haberi üzerine, New Yorker dergisine görülecek davayla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak istediğini ileterek, kabul edilince soluğu Kudüs'te alır.

Davayı yakından takip ettiğinde, Adolf Eichmann'ın tahmin ettiği gibi gözü dönmüş korkunç bir canavar olmadığını, son derece sıradan bir bürokrat olduğunu görür. Eichmann savunmasında, emirlere uymak dışında hiçbir şey yapmadığını, dolayısıyla bir suç işlemediğini, hele yargılanmakta olduğu cinayet suçunun söz konusu dahi olamayacağını (cinayet dışında işlemiş olabileceği her türlü suç zaten zaman aşımına uğramış olacaktı), kendisinin kimseyi öldürmediğini söylemektedir.

Savaş sırasında Almanya içinden dikkate alınabilecek bir direniş çıkamadığı (hukukun olmadığı ortamda, anında ölümle sonuçlanıyordu) düşünülürse, aktif olarak veya sessiz kalarak pasif olarak tüm bir halkın savaş suçlusu olduğu bir ortamda, cani bir ulustan bahsetmek mantıklı olmayacaktı, bu noktada kötülüğün sıradanlığından bahsetmek daha isabetli bir tespit olabilir.

Hannah Arendt, sonrasında kitaplaştıracağı yazı dizisinde kötülüğün bu şekilde sıradanlaşmasını dile getirince çok büyük bir tepki alır, çünkü bir Yahudi düşünürü olarak kendisinden beklenen daha acımasız ve net bir yargıdır. Eichmann gibi bir canavarın sıradan bir insan olduğunu iddia etmek, soykırımla korkunç bir travma yaşamakta olan bütün bir ırk için duymak istedikleri en son tespittir. Bunun üstüne bir de Arendt, savaş esnasında Yahudi liderlerin pasif kalmasını eleştirince kıyamet kopar. Bunu bir Yahudi'nin dile getirmesinin (kendisine çevresinin ve New Yorker'ın yaptığı tüm uyarılara rağmen) ne kadar büyük bir cesaret gerektirdiğini kesinlikle takdir etmek gerekir, ancak bu Yahudi liderlerine dair görüşüne ben de şahsen hiç katılamayacağım. Yaşanan gerçeküstü kabus ortamda öyle bir kapana kısılmışlık içinde kalınmış olmalı ki, herhangi bir direnişin en ufak bir fark yaratabileceği konusunda ciddi şüphelerim var.

Bu noktada belki de tüm Dünya'nın dehşet verici ikiyüzlülüğüne de değinmek gerekir, hiçbir direniş hareketinin uluslararası destek bulma şansı da muhtemelen yoktu. Yahudi'lerin toplandıkları çalışma kamplarında yaşanan katliamları büyük oranda Alman halkı dahi bilmezken, Vatikan'da Papalık'tan, kendilerini demokrasi kahramanı görmeye bayılan batılı ülkelerin yönetimlerine kadar tüm rejimler, gerçekleştirilmekte olan katliamı detaylı ve net bir şekilde biliyorlardı. Tüm Avrupa'daki Yahudilerin (ve romanların, eşcinsellerin, kendi normlarının dışına düşen her türlü azınlığın) kendi ülkelerinden de toplanarak temizleniyor olmaları, tüm iktidarların işlerine geliyordu, gıklarını çıkarmadılar. Costa-Gavras'ın Amen (2002) filmi bu durumu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar ve bence bugüne kadar 2. Dünya Savaşı'yla ilgili yapılmış en güçlü filmdir. Seslerini çıkarmayarak, üstünü örterek gerçekleştirdikleri bu akıl almaz işbirliğinin yükünden sıradan bir bürokrat profili çizen Eichmann'ı sembolik şekilde yargılayarak idam etmekle kurtulamazlar ki (ellerinde olsaydı onu dahi yargılamazlardı), Güney Amerika'daki sayısız savaş suçlusunu yakalamaktan ısrarla imtina etmişlerdir.

Bu konu hakkında araştırırken ve okumalar yaparken, iki farklı filme daha denk geldim, hemen ikisini de arka arkaya izledik. Bunlardan ilki Giulio Ricciarelli'nin 2014 yapımı Sessizlik Labirenti'nde, Frankfurt'ta 1950'lerin sonunda genç bir savcı, büyük savaş suçlularının peşine düşüyor. Kendisi dahil çevresindeki hiçbir Alman'ın Auschwitz'de yaşananları bilmek bir yana, kampın ismini dahi duymamış olduğunu şok geçirerek öğreniyoruz. Almanlar savaş sonrasında, olanlar hakkında derin bir sessizliğe gömülmüşler. 10 milyona yaklaşan Nazi partisi üyesi olduğu düşünülürse, bu korkunç geçmişle hesaplaşmak kimsenin işine gelmemiş. O veya bu şekilde herkesin kendisine, babasına veya büyükbabasına dokunacağı bariz bir konuyu kaşımak istememiş olmaları, tüm bir toplumun psikolojisini açıklıyor olabilir.

Frankfurt Savcılığı'nın başında olan Yahudi Fritz Bauer'in gösterdiği cesaretli mücadele sayesinde, ekibindeki bazı savcılar, bir takım başarılar kazanabiliyorlar. Filmde başroldeki savcı yaşamış bir karakter değil, ancak başarıları kazanan savcıların bir ortak vücuda gelişi olarak düşünülebilir. Auschwitz kampının icraatlarıyla meşhur bir doktoru vardır; Mengele. Başta çocuklar olmak üzere, sayısız insan üzerinde korkunç deneyler yapmıştır. Onları canlı canlı kesip biçmiş, insanın hayal gücüne sığmayacak işkencelerden geçirmiştir. Kahramanımız bu yapılanların detaylarını öğrendiğinde, Mengele'yi yakalamayı bir takıntı haline getirir. Güney Amerika'ya kaçmış olan Mengele (gerçekte de) elini kolunu sallayarak her yıl Almanya'ya gelerek ailesini ziyaret etmektedir. Almanya'nın gizli servisinden, polisine tüm birimlerin bilgisi dahilide gerçekleşmektedir bu durum, ancak onu yakalamak bir yana, özenle korumaktadırlar. O dönemde Almanya'da eski Nazi'lerin bulunmadığı herhangi bir birim olmadığından, savaş suçlularını yakalamak imkansız gibidir. Sonuç itibariyle Mengele'yi yakalayamasalar da, Almanya'da normal bir hayat sürmekte olan, ama Auschwitz'deki katliamda önemli bir rol üstlenmiş SS subaylarını yakalamak ve adalet önüne çıkarmak suretiyle kamuoyunda Auschwitz hakkında önemli bir farkındalık yaratmayı başarırlar. Mengele'yi ise yakalayamazlar, 1979'da Brezilya'da denizde yüzerken kendi eceliyle ölür o cani.

Lars Kraume'nin 2015 tarihli "Devlete karşı Fritz Bauer" filmi ise, Adolf Eichmann'ın Arjantin'de yakalanarak yargılanmasının arkasında yatan gerçek hikayeyi anlatıyor. Eichmann'ı yakalayan Mossad değil, başsavcı Fritz Bauer'in bizzat kendisiymiş. Almanya'da ilgili tüm birimler onu engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar, hatta eşcinselliğini dahi ona karşı kullanmaya çalışıyorlar. Bauer, tüm engellemelere rağmen, Eichmann'ın nerede olduğunu tespit ederek, kılını dahi kıpırdatmayan alman birimlerinden ümidini kestiğinden, vatan hainliğiyle suçlanmayı da göze alarak Mossad'a başvuruyor. Hatta onlar bile Bauer kadar Eichmann'ı yakalamaya hevesli değiller, zira tüm odaklarını ve kaynaklarını yeni Arap düşmanlarına yönlendirmiş durumdalar. Bauer, onları ikna edebilmek için Eichmann'ın gizli kimliğini farklı kaynaklardan ispatlamak durumunda kalıyor.

Bauer'in bu işbirliğinde önemli bir ön şartı var; Eichmann yakalandığında Almanya'da yargılanması konusunda Mossad'ı ikna ediyor. Tüm amacı, bu sayede Alman halkının işlediği suçlarla yüzleşebilmesi. Ancak Eichmann yakalandığında Alman Devleti iade talebinde bulunmuyor. Adenauer hükümetinin içinde, Adenauer'in sağ kolu başta olmak üzere önemli bazı figürlerin Nazi geçmişleriyle yüzleşmesinin hükümeti devirmeye kadar götürebileceği düşünülüyor. Sovyetler'e karşı yoğun bir soğuk savaş yürüten ABD de, hükümetin sarsılması ihtimalini dahi göze almak istemiyor. Bu durumun ülkede yükselmekte olan komünist güçlerin iktidara gelmeleriyle sonuçlanabileceğinden endişe ediliyor. Sonuç itibariyle Eichmann gibi suçu çok net sabit bir katil dahi, tepsiyle sunulmasına rağmen Almanya'ya getirilemiyor.

Tarih, hep üç beş karakterin kötülüğü üzerinden hesaplaştığı olayların arkasında yatan esas sorumlu güçlerle bir gün yüzleşebilecek mi, maalesef hiç sanmıyorum, zira tarihi hep güçlüler yazıyor, cahiller de çabuk unutuyor, ama yine de çok şükür ki, gözünü açmak isteyenler için kitaplar, filmler, diziler buzdağının ucunun altında kalan parçalara dair fikirler verebiliyorlar.


20 Şubat 2021 Cumartesi

Felsefenin Kısa Tarihi - Nigel Warburton


Felsefe Tarihi okumalarıma farklı kaynaklardan Antik Çağ Yunan Felsefe Tarihi okuyarak başladım. Her okuduğum satırda alevlenen merakımla sürekli konular, terimler, ve referans verilen filozoflarla ilgili farklı kaynaklara zıplamam vesilesiyle bana göre çok yavaş ilerleyebiliyorum. Filmin nasıl ilerleyeceğini bilmek isteyen bir seyirci sabırsızlığıyla, resmin bütününü gösteren bir özet okumanın ruhuma iyi geleceğine, maymun iştahımı biraz bastırabileceğine kanaat getirdim.

Bu tür özet okumaları gençlik yıllarımda da denemiş ama tatmin edici sonuçlar alamamıştım. Çok popüler bir kitap olan Sophie'nin Dünyası'nı pek çok kişi gibi ben de okumuştum. Çok bilmiş bir karakter olan Sophie'ye gıcık olduğumu, arka arkaya sıralanan, mantık sırasını da takip edemediğimi hissettiğim bilgi yığınının ise, benim düşünce Dünya'mı zenginleştirmekten çok yorduğuna kanaat getirmiştim. Tabii o zamanlar beslenebileceğim bir internet evreni yoktu. Bilgilere farklı kaynaklardan ücretsiz ve demokratik bir şekilde ulaşma, onları dinleme, izleme, okuma imkanı da yoktu. Ancak harçlığımdan arttırabileceğim bir tutarla yeni kitaplar alabilirdim ki, nereden nasıl başlamak gerektiğine dair ulaşabileceğim bir kılavuz da bulunmuyordu.


Okulda felsefe dersi olmadığı gibi, edebiyat dersi de adeta insanı edebiyattan (hatta okumaktan) soğutmak üzere kurgulanmıştı. Gördüğümüzü hatırladığım mantık dersi, okul hayatımda gördüğüm en abes ders idi, çok çok kötü bir öğretmenimiz vardı ve dersi dalgaya vurmuştuk. O yıllarda Edith Hamilton'un Mitologya'sını ve Orhan Hançerlioğlu'nun Düşünce Tarihi'ni çok keyif alarak okuduğumu ancak, sistematik bir okuma yapabilecek bir bilinç ve kaynaktan mahrum olduğum için arkasını getiremediğimi çıkarsayabiliyorum. Günümüzde o kadar çılgın ve sonsuz bilgiye erişim imkanı var ki elimizde, bundan faydalanmayı akıllarına dahi getiremeyen gençlere inanamıyorum. Ben internetin içine doğmuş olabilmeyi çok arzu ederdim.

Lise ve üniversite yıllarımda ismini sık sık duyduğum çağdaş filozofların kitaplarına sık sık heveslendiğimi hatırlıyorum. O yıllarda Camus'nün eserleri, Sartre'ın Bulantı'sı gibi kitapları çok beğenerek (ama muhtemelen roman kurgusunun ötesini sezinleyemeyerek) okumuştum ama ne zaman elimi Foucault, Baudrillard gibi düşünürlerin düz metinlerine atsam, birkaç sayfa sonra pes ediyordum. Umberto Eco'nun Gülün Adı'nı herkes gibi ben de bayılarak okudum, zira müthiş polisiye bir kurgu vardı, ancak orada verilen dinler tarihini, din felsefesini es geçmiştim, hatta belli bölümleri atlayarak okuduğumu da hatırlıyorum. Halbuki cinayetlerin aydınlatılması dahi dinde ahlak anlayışının irdelenmesiyle çözümleniyordu. Hemen akabinde (Almanya'daki öğrencilik yıllarımda) Almanca okumaya kalkıştığım Foucault'un Sarkacı'nda ise büyük bir entelektüel bozguna uğradığımı hatırlıyorum. O kitabı hakkıyla okuyabilmek için önce en az bin farklı kitabı okumuş olmam gerekeceğini fark etmiş ve bir hayli üzülmüştüm.

Sonraki yıllarda teselliyi daha popüler akım romanlarda buldum. İlk aklıma gelen müthiş zevk alarak okuduğum Irvin Yalom romanlarıdır. Nietzsche'yi "Nietzsche Ağladığında"'da, Schopenhauer'i "Schopenhauer Tedavisi"'nde, Spinoza'yı "Spinoza Problemi"'nde onun kaleminden okudum. Çok çok severek okuduğum bir diğer yazar ise Alain De Botton idi. Özellikle Felsefe Tesellisi kitabı, hayatımın (kendi algımca) çok zor bir döneminde gerçek bir teselli olmuştu. Seneca'nın bilgeliği yaşadığımız zorluklarda önümüzdeki sert duvara tekrar tekrar toslamak yerine, sabırla dikey bir hamle yaparak, duvarın üzerinden atlamayı salık veriyordu.

Bu uzun girizgahtan sonra gelelim Warburton'ın kitabına. 40 bölümde, 40'ın üzerinde filozofa kısaca değinerek çok keyifli ve verimli bir özet çıkarıyor. Ama bence kitabın esas alamet-i farikası bu kırk bölümü birbirine ulayarak ilerlemesi. Yani her bölümde bahsettiği filozofun bir düşüncesinden sonraki bölüme bir bağlantı kurarak geçiyor. Ayrıca çok rahat, hiç yormayan bir dili var. Kitap bir çırpıda okunacak şekilde kurgulanmış, ama tabii ben hemen her bölümde durup, internete dalarak biraz zamana yayarak okudum.

Daha işin çok yüzeysel bir noktasında olduğumu biliyorum, ama hem materyalist bakış açımla, hem de bilimin günümüzde gelmiş olduğu noktada öz/töz konularına fazlaca metafizik girişimleri bir hayli yorucu buluyorum. Binlerce yıldır süregelen, insanı ve dolayısıyla zihni anlama çabalarını, günümüzdeki sinirbilim alanındaki gerçekleşen hızlı gelişmeler bazı açılardan nihayete erdirebilecek gibi gözüküyor. Beden zihin ayrımının ortadan kalkacağını, zihnin beyinden ibaret olduğunun, beynin ötesinde metafizik bir bilinç ve zihin kavramına ihtiyaç kalmayacağını tahmin ediyorum. Naçizane kanımca, sonunda çok da özel bir varlık olmadığımızı (evrenin merkezi olmadığımızı zaten çoktan biliyor olmalıyız), diğer hayvanlardan tek farkımızın, sadece beynimizin evrim açısından diğerlerine göre çok daha ilerlemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğimizi düşünüyorum.

Beynimizdeki nörofizyolojik tüm süreçler net bir şekilde ortaya konduğunda da muhtemelen çağdaş felsefenin yoğun odak noktası olan hafıza, bilinç, algı, zaman kavrayışı gibi konuları felsefe belli noktalarda (tarih boyunca süregeldiği üzere) bilime devretmek durumunda kalacak. Henüz derinlemesine hemen hiçbir okuma yapmamış olduğum bugünkü bilinç seviyemde, eylemlerin sonuçlarına odaklanan pragmatist (ve tabii çok kolay anlaşılır :)) filozoflara daha yakın durduğumu tespit edebilirim. Warburton'ın kitabında önce Jeremy Benthem'ın ortaya attığı faydacılık düşünce sistemini, sonrasında John Stuart Mill daha da ilerletiyor. Günümüze yaklaştığımızda da Bertrand Russell onların izinden gidiyor. Bu üç filozofu okurken özellikle John Stuart Mill çok ilgimi çekti. John Locke'un Tabula Rasa (çocuğun Dünya'ya boş bir levha olarak geldiği) fikrinden etkilenen babası, onu doğumundan itibaren bilgiye boğuyor. Şu bölümü kitaptan alıntılıyorum:

"Şaşırtıcı bir şekilde, John üç yaşındayken Eski Yunanları öğrenmeye başladı. Altı yaşındayken bir Roma tarihi yazdı, yedi yaşındayken Platon'un diyaloglarını orijinal dilinde anlamayı başardı. Sekiz yaşında Latince öğrenmeye başladı. 12 yaşında tarihten, ekonomiden ve politikadan anlıyor, karmaşık matematik problemlerini çözebiliyor ve bilime karşı tutkulu ve üst düzey bir ilgi duyuyordu. O bir harika çocuktu. Henüz yirmili yaşlarında çağının en parlak düşünürlerinden biriydi ama yaşadığı tuhaf çocukluğun etkisini hiçbir zaman üzerinden atamadı ve yaşamı boyunca yalnız ve biraz mesafeli kaldı."

Ortaya müthiş bir deha çıkıyor ama sonrasında Mill, kabus gibi geçen çocukluğunu da aktardığı bir otobiyografi yazmış. İlk fırsatta bu kitabı edinip, okumayı çok arzu ediyorum. Tabii ki kendi çocuklarıma bu şekilde bir işkence yapmıyorum (tabii onların algılarını bilemiyorum), ama Tabula Rasa fikrine çok katılıyorum, boş bir tahta olarak Dünya'ya geliyorlar, o tahtaya neler yazılacağı konusunda ebeveynlerin kesinlikle çok büyük bir sorumluluğu var. Burada çok iyi bir denge kurabilmek işin altın anahtarı olsa gerek. Bu noktada uç bir deneyim yaşamış olan Mill'in tecrübelerinden faydalanmak gerekiyor.

Faydacılık konusuna geri dönersek, çok basit anlatımıyla hayatın acılar ve hazlarla dolu olduğunu, mutluluğa ulaşabilmek için hazları arttırıp, acıları azaltacak tercihler yapılması gerektiğini, hazların acılara üstün gelebildiği noktalarda insanın kendini mutlu hissedebileceğini söylüyor. Bu günceye sürekli yaşadığım hazları not düşmeye, dolayısıyla onlara sıkı sıkıya tutunmaya gayret eden biri olarak, benim hayat felsefeme çok yakın olduğunu söyleyebilirim. Ben de mutluluğumun temelini bu hazların peşinden kararlılıkla koşturmak olduğunu düşünüyorum.

Felsefenin Kısa Tarihi tabii faydacılık ilkesinin yanı sıra düşünce yelpazesinin her renginden fikirlere ev sahipliği yapıyor. Özellikle çağdaş felsefede isimlerini ara ara duysam da haklarında hiçbir şey bilmediğim Hannah Arendt, John Searle, Peter Singer gibi düşünürlerle tanışmaktan büyük keyif alarak, haklarında araştırmalara girişip bilgi toplamaya başladım. Okunacak, izlenecek, dinlenecekler listelerim kontrolsüz şekilde büyümeye devam ediyor. Hayattan elimi ayağımı çekip kendimi bir mağaraya kapatasım var, ne yaparsam yapayım bu ömrün arzu ettiğim bilgiye, tecrübeye yetmeyeceği çok açık. Sokrates'in dediği gibi hiçbir şey bilmeden, ama en azından hiçbir şey bilmediğimin bilincinde göçeceğim bu Dünya'dan.


1 Şubat 2021 Pazartesi

Korona Günlüğü - IV


Tüm insanlık olarak içinden geçtiğimiz bu zor dönemde, uzun süre ara verdiğim korona günlüğümün son yazdığım üçüncü bölümünde, artık içimden hiç yazmak gelmediğini, eğer bir gün yazmaya devam edersem de olumlu haberler verebilmeyi umduğumu yazmışım. Evet olumlu haberler vermek mümkün, esasında olumlu olmak hayatın her döneminde mümkün tabii, bardağa hangi taraftan bakıldığına göre değişiyor.

Hayat her zaman olduğu gibi inişleriyle çıkışlarıyla devam ediyor, herkesin malumu "yeni normal"e bir şekilde herkes adapte oldu. Kendi adıma kesinlikle geçen mayıs ayına göre çok daha iyi bir ruh halindeyim. Duruma dair acılı kabullenme sürecini çoktan geride bıraktığımı umuyorum. Aşılamalar da artık başladı, hatta babam çok şükür 75+ kategorisinden aşısını oldu. Yine çok şükür hiçbir sevdiğimi, yakınımı kaybetmedim. Yaz ayları kısıtlamaların kaldırılmasıyla nispeten güzel geçti, hiç aksatmadan her sabah Nina'yla sahilde yaptığımız yürüyüşler müthiş bir terapi oldu.

Sonbahar geldiğinde, okulların açılacağını duyduğum andaki heyecan ve mutluluğu hala anımsıyorum. Çocuklar (özellikle de yaşı itibariyle Dalya) ekran karşısında çok bunalıyorlardı. Okullar açıldığında fark ettim ki, diğer veliler aynı kanıda değilmiş, sınıfın büyük kısmı okula gelmedi. Tabii sonrasında da sevincim kursağımda kaldı, zira salgın açısından çok daha kritik pek çok kurum ve mekan ekonomik gerekçelerle (ki anlayabiliyorum) açık kalmaya devam ederken, ilk kapatılanlar yine okullar oldu. Eğitimin toplum olarak önceliklerimizde ne kadar arka sıralarda kaldığını bir kez daha belgeledi bu durum. Gelişmiş tabir edilen ülkelerde ise (tabii gelişmişlik kavramı da göreceli), okulları kapatmak hep alınan en son önlem oldu.

Çocukların bu dönemde aldığı psikolojik, sosyal ve akademik hasarın etkilerini muhtemelen daha uzun yıllar göreceğiz. Kendi çocuklarım özelinde, en çok eve hapsolmuş olmalarına, çok keyif alarak yaptığımız gezilere, konser ve tiyatro ziyaretlerine tamamen ara vermek zorunda oluşumuza üzülüyorum. Bu yaşlarını bir tek kez yaşıyorlar, beraber ev dışında anılarla zenginleştirebileceğimiz zamanları, onların kişisel/sosyal/kültürel gelişimlerine katkıda bulunacak deneyimleri içerecek bir dönem de geri dönmemek üzere kaybolmuş oluyor. Dönüp eski fotoğraflara baktığımızda da, dijital albümler bize bu büyük boşluğu gösteriyor olacak.

Okulların tekrar kapandığı noktada, annem gerçekten hayatımızı kurtardı, dönüşümlü olarak çocuklardan biri onun evinde online derse giriyor. Aynı evde derse girdiklerinde sürekli biri kaçarak diğerinin yanına gidiyor, sürekli birbirlerine bir şeyler anlatıp (muhabbetleri gerçekten sonsuz), birbirlerinin dikkatini dağıtıyorlardı. Ben işte olduğumdan, Nina da kendi online ders verdiğinden içinden çıkılamaz bir durum oluşuyordu. Annem gerçekten de çok fedakarca, kendi zamanını olduğu gibi adayarak (zira çocuklar derste boş bırakmaya hiç gelmiyorlar) bize yardımcı oluyor, üstelik bir de ödevleri yaptırarak bize gönderiyor çocukları.

Cem'in bu sene LGS yılı, yani liseye geçiş sınavına girecek. Her sene bu sınavın ismi değiştiğinden belirtmekte fayda var, ileriki yıllarda arkamda bırakacağım sevdiklerimden biri bu satırlara dönerse karışıklık olmasın. Cumartesi ve tatil günleri dahil dersi, onun üzerine bolca da ödevi oluyor. 

Tüm bunların evde ve ağırlıklı olarak ekran karşısında gerçekleşmesi, gerçekten çocuklar üzerinde aşırı bir yük oluşturuyor. Cem akademik olarak derslerde çok başarılı olduğundan her türlü sorumluluğunu çok hızlı yerine getirebiliyor, bir de konuları anlamak için emek harcaması gerekmiyor ama yine de haklı olarak bunalıyor ve zaman zaman direniyor. Ülkemizdeki sınav sisteminin ne kadar abes olduğunu biliyorum. İyi olarak sınıflandırılan bir avuç devlet okulunun puanları aşırı yüksek (neredeyse sadece tam puan yapanlar girebiliyor). Bir geçmişi olan iyi özel okulların ise ücretleri tamamen uçmuş durumda ve başarı bursu vermiyorlar. Önümüzdeki birkaç seneyi salgın sebebiyle biriken borçları ödemekle meşgul olacağımızı öngörünce, sınavdan başarıyla çıkmanın anlamı da Cem açısından iyice kayboluyor.

Bu noktada bir baba olarak (hem de evde otorite konusunda ağırlıklı figür olarak) şöyle bir karara vardım, bu sınav bir amaç değil, bir araç olmalı. Hayat boyunca yapmak istemediğimiz pek çok şeyle karşılaşacağız, hayat bize taşımak istemeyeceğimiz sorumluluklar yükleyecek. Bu durumlar karşısında takınabileceğimiz en doğru tutum, elimizden gelenin en iyisini yapmak, değiştirebileceğimiz bir durumsa da cesurca değiştirmeye çalışmak. Türkiye'deki aşırı çarpık eğitim sistemini bugün için değiştirme imkanımız yok, o halde bu sınavda Cem potansiyelinin en iyisini ortaya koymalı, biz de onu elimizden geldiğince desteklemeliyiz. Bu kararı almamda geçmiş yıllarda okuduğum bir kitap da çok etkili oldu. Bilimsel olarak belgelenmiş bir araştırmada, kendilerinden başarı beklenen çocukların kesinlikle daha başarılı oldukları ortaya konmuş. Ona şu puanı hedeflemelisin, şu okulu kazanmalısın kesinlikle demiyoruz, ama elinden gelenin en iyisini yap diyoruz, bundan emin olduğun sürece sonucun ne olduğunun bir önemi yok diyoruz.

Tabii ergenliğin kapısında bir çocuğun hayatında doğru bir denge kurma konusunda gerçekten çok özen göstermek gerekiyor. Her türlü okul dışı faaliyetleri olduğu şekilde devam ettiriyoruz. Cem çello, Dalya da gitar derslerine online devam ediyorlar, her gün kendi istekleriyle ortalama yarım saat enstrüman çalışıyorlar. Ben de onları her gün dinleyip müzik bilgim yettiğince destek olmaya çalışıyorum, kazayla dikkatim başka bir yöne kayacak olsa anında hiddetlenip sahneyi terk ediyorlar. 

Dalya ayrıca Karikatür Evi'nin çizgi roman kursuna online olarak devam ediyor. Salgınla birlikte evde geçirilen vakitleri artınca, onları tablette dijital çizim programlarına ve animasyon hazırlama uygulamalarına yönlendirdim. Bana son derece karmaşık gelen programlarda çok kısa zamanda ustalaştılar, ve bu her ikisi için de çok önemli bir hobi haline geldi. İkisi de her gün mutlaka bir şeyler çizip, animasyonlar hazırlıyorlar. Eve gittiğimde bana o gün hazırladıklarını gösteriyorlar. Onlara dijital çizimleri için kalemli bir tablet de aldık. Hatta Dalya işi daha da ileri götürüp, bizden habersiz youtube'da kendi kanalını açmış, ve yaptığı animasyonların bir kısmını oraya yüklüyor. 

Online devam ettiremediğimiz faaliyet tabii spora dair olanlar oldu. Okulun beden eğitimi dersini dikkate almıyorlar ve katılmıyorlar. Onları her hafta taşıdığım voleybol ve basketbol kursları da devam etmiyor. Tek yapabildiğimiz hava müsaade ettikçe, çocuklara tanınan iki saatlik sürede onları parka götürmeye gayret etmek.

Hafta sonları sinema akşamı yapmaya devam ediyoruz, hafta içi de mutlaka izlediğimiz bir dizimiz oluyor. En son The Mandalorian'ın ikinci sezonunu bitirdik, şimdi His Dark Materials'ın ikinci sezonunu izliyoruz. 18+ olmasına rağmen bir de Blood of Zeus'a başladık, ikisi de, özellikle de Cem okuduğu kitaplar vesilesiyle mitolojiye çok hakim, güzel bir özet oluyor bu dizi, her ne kadar kafalar, kollar havada uçuşacak şekilde şiddet içerse de. Arada diziyi durdurup onlara Yunan mitolojisinin nasıl bir dine dönüştüğünü, semavi dinlerden farkını, farklı kültürlerde beden-ruh ayrımını, din-bilim çatışmasını anlatmaya gayret ediyorum. Dalya'nın yaşı bu konular için biraz küçük olsa da mitoloji konusunda benden daha geniş bir bilgi birikimine sahip olan Cem'i daha da zenginleştiriyor bu konuşmalar, hissediyorum birkaç sene sonra rolleri değişeceğiz. 

Artık kaybettiklerinde eskisi kadar sinir krizi geçirmediklerinden dolayı birlikte daha sık ve daha keyifle masaüstü oyunlar oynuyoruz. Bu yılbaşı masaüstü oyun gamımıza Scotland Yard, Tabu ve Scrabble'ı ekledik. Hafta sonu akşamları bu oyunlardan birini mutlaka oynuyoruz. Tablette oyun hakları da halen (ödevler yapıldıysa) günlük 1 saati geçmemek şartıyla baki, ve buna fazla itiraz etmeden uyuyorlar, hatta çizim yapmayı genelde tercih ediyorlar. 

Akşam olunca yemekten sonra yatakta kitap okuma alışkanlıkları devam ediyor. Eskiden Dalya bir saat okuyup uyuyakalırdı, şimdi o da artık gece yarısına yaklaşmaya başladı. Dalya bu aralar bayıla bayıla okuduğu Ulysses Moore serisinin 12. kitabında. Cem ise Ranger's Apprentice isimli bir seriye daldı, abartıp sabahlamaya kalkışabiliyor, kitapları uyuması için bazen elinden zorla alıyoruz.

Tabii sabah çocukları yataktan söken, akşam yatağa sokan, ödev yaptırmak ve test çözdürmek suretiyle, değerli vakitlerini kısıtlayan, sağlıklı beslenmeyi sürekli öne süren, evdeki tatlı tüketimini de makul sınırlarda tutmaya çalışan kişi olarak, çocuklardan giderek daha fazla tepki almaya başladım. Amacımın onları kısıtlamak olmadığını, onlara yüklemek durumunda kaldığım sorumlulukların benim icadım değil, hayatla ilgili olduğunu, er ya da geç yüzleşmek zorunda kalacaklarını, naçizane kanaatimce ağacın yaş iken eğildiği konusunda yaptığımız sayısız bir nevi terapiyi çağrıştıran konuşmalar (hatta bazen babaanne hakemliğinde) esnasında çocuklar empati işaretleri gösterir gibi olsalar da, iş icraate gelince, başa sarabiliyoruz. Özellikle Cem sürekli bugünün ödevini hep yarına erteleme talebiyle geliyor ki, bu tür taleplerini, başarısızlığa uğrayacağını bildiğim halde, kendisinin de imkansızlığını görmesi için pek çok kez kabul ettim, her seferinde yığdığı ödevler karşısında tekrar isyan etmesiyle sonuçlandı. 

Bu sürtüşmelerin çocuklar büyüdükçe artacağını, bu durumun işin doğasında olduğunu, hele de ergenliğe girdiklerinde (ki bana göre ikisi de çoktan girdiler), yönetilmesinin iyice zorlaşacağını biliyorum. Yine biliyorum ki, ne yaparsam yapayım beni aşmak için önce beni bir noktada ret edecekler, ve kendi yollarını çizecekler. Arzu ediyorum ki, bu aşamalardan geçerken karşılıklı mümkün olduğunca az hırpalanalım ve sonrasında da hayatlarında alacakları kararlarda beni hep onları sınırlayan değil destekleyen bir baba olarak görebilsinler.

Geçen yıllarla birlikte fark ediyorum ki, onların (bizim vesilemizle de olsa) hayatla tanışmaları, onlar kadar benim için de önemli bir sınama. Ben de onlarla birlikte değişiyorum. Hakkımı belki de bu Dünya'da hiç teslim etmeyebilecekleri gibi egomu çok acıtan bir gerçeği, ne kadar erken kabullenmeyi başarabilirsem, bu sürecin o kadar sağlıklı işleyebileceğini hissediyorum. Her ne kadar doğal olarak çocukları hayatımızın merkezine koyuyor ve onlar için elimizden gelenin en iyisini tüm zamanımızı da feda ederek ortaya koyuyorsak da, kendimizi hiç unutmamamız gerektiğini, kendi iç huzur ve mutluluğumuzun, kendimizle barışık olmamızın, çocuklarımızla kuracağımız sağlıklı ilişki için olmazsa olmaz olduğunun farkına varıyorum. Artık çocuklarla sürtüştüğümde, sorunun onlardan çok benden kaynaklandığını, önce dönüp kendime bakmam gerektiğini sezinliyorum, onlar sınırları zorlamak için varlar ki, doğduklarından beri tüm çabam sınırlarını sonuna kadar zorlamaları yönünde. Onlar ne kadar sorgularlarsa o kadar tatmin oluyorum.

Uzun lafın kısası kendi iç huzurum konusunda daha bilinçli adımlar atmam, kendime daha fazla özen göstermem gerektiğine kanaat getirdim. Esasında hep biliyordum, ve hayatımın pek çok dönemi de bu tür aldığım kararlarla bezelidir ama artık söz konusu olan sadece kendi mutluluğum değil. Çocukların benimle olan ilişkilerinin onları nasıl şekillendireceği, ve beni nasıl hatırlayacakları da söz konusu olunca daha fazla motive oluyorum, ve bu konu artık ihmal edemeyeceğim sıklıkta ve yoğunlukta dimağımda dolaşıyor.

İşe çocuklardan değil kendimden başlamam gerektiği tespitini net bir şekilde yaptıktan sonra kendime "beni en çok neyin mutlu ettiği" sorusunu sordum. Yanıtım çok net oldu, dolayısıyla ilk adımı da kolay attım;  beni en çok öğrenmek mutlu ediyor. Hayatım boyunca öğrenmeye hep çok meraklı oldum, okumak, izlemek, dinlemek, seyahat etmek, hep öğrenmenin araçları olarak beni çok mutlu ettiler. Ama diğer yandan da çok maymun iştahlıyımdır, derinlemesine sistematik bir öğrenme şeklinden çok, daldan dala konan, her gördüğü çiçeğin peşinden koşturan bir öğrenme arzusuna sahibim.

Kafamın içini son derece dağınık bir kitaplığa benzetiyorum, kitaplar yerlerde, raflarda, her tarafta, elime ne bilgi geçerse, farklı bir yere bırakmışım, hemen güzel kapağına kandığım yeni bir kitabın sayfalarına atılmışım, ona doyamadan dikkatimi başka bir deneyime yönlendirmişim, sağa sola dağılmış bilgi parçalarıyla yaşıyorum. Kendimi kah bilimkurgu edebiyatının en iyi örneklerini okumaya adarım, kah teknoloji sitelerinde teknolojik bilgi kırıntılarının peşinden giderim, bir gün kalkarım bugüne kadar okumadığım klasikleri okumaya karar veririm, ertesi günü beğendiğim bir klasik müzik parçasının izinden bambaşka Dünyalara dalarım. Bir şeyi okurken bir kelimeye, bir kavrama takılırım, ona bakayım derken başta ne okuduğumun izini tamamen kaybederim.

Bu dağınıklık, sadece entelektüel bir dağınıklık da değil, hayat koşturmacasının zorluklarıyla kendim hakkında da çok dağınığım, kafam sık sık karışıyor, hele bu babalık rolü beni benden aldı, kendimle de (oldum olası) pek barışık değilim. Kendimi sürekli yargılıyorum, arkadaşlık ilişkilerimi gözden geçiriyorum. Hayatla ve yaşanmışlıklarla ilgili sayısız sorgulama ve yarım yamalak çözümlemelerim de o kitaplıkta darmadağınık duruyor.

Bu noktada hayatlarımızı felç eden salgının şöyle bir faydasını gördüm (her işte bir hayır vardır); hayat (en azından benim için) gerçekten çok yavaşladı. Her sabahın köründe can havliyle çocukları okula zamanında yetiştirmek için çırpınmıyorum, dersleri zaten artık 9:30'da başlıyor, pijamalarıyla giriyorlar derslere. Okul çıkışlarına yetişmeye çalışmıyorum, onları haftanın 6 günü 6 farklı faaliyete taşımaya (kabus trafikte yetiştirmeye) uğraşmıyorum, faaliyetlerden eve döndüğümüzde ödevler için çok az zaman kalmış olmuyor. Hafta sonlarını zaten tamamen ve mecburen evde geçiriyoruz, bir yandan Cem online derste oluyor, Dalya çizimlerine odaklanıyor, benim vaktim bana kalıyor. 

İşlerin de yavaşlamasıyla (ama tabii keşke yavaşlamasa) artık koşmuyorum, yürüyorum, bana kalan leziz ekstra vaktin de tadını çıkarıyorum. Uzun lafın kısası kendime bu geçmiş aylar esnasında çok ama çok daha fazla vakit ayırabildim. Çok okudum, çok izledim, çok dinledim, ve bu bana çok iyi geldi. Gerçi yakın zamana kadar eski alışkanlıklarımla yine daldan dala konarak, bağlamından kopuk (hızlıca unutacağım) bilgilerle kendimi donatmaya devam ettim.

Daha bilinçli bir hobi olarak öğrenmeyi hayatımın daha merkezine kaydırmamda, daldan dala konarken bilinçsiz izlediğim bir yol var, onu da hafızama not etmek istiyorum. Podcast dinleme alışkanlığım uzun yıllardır var. Hem arabada, hem de o anda kafamı vermem gereken bir iş yapmıyorsam arka planda dinlerim. Bir de uzun yıllardır, ağırlıklı olarak sinema ve sanat üzerine olmak üzere düzenli blog okurum. Her sabah işe geldiğimde gazeteye değil de takip ettiğim bloglara bir göz atarım. 

En az yirmi yıldır takip ettiğim bloglardan biri reklam yönetmeni İlker Canikligil'e aitti. Ağırlıklı olarak sinema teknolojisi ve daha da spesifik olarak kameralar üzerine detaylı yazıları vardı. Günün birinde yönetmen olmayı (tabii naif bir şekilde onun ön koşulu olarak gördüğüm bir kamera sahibi olmayı) hayal eden biri olarak ilgiyle takip ederdim yazılarını. Sonra giderek seyreldi yazılar, yazmaz oldu, ben de yönetmenliğin tek başına yapılacak bir uğraş olmadığının ayrımına vardım, sayısız insan yönetmeyi gerektiren zor zanaat bir iş olması itibariyle bana hiç uygun olmadığını kavradım. Bir gün takip ettiğim bloglardan artık aktif olmayanları temizlerken dikkatimi tekrar çekti, acaba başka bir mecrada mı yazıyordur diye internetten araştırdığımda youtube'da sinema üzerine bir vlog içeriği hazırladığını gördüm, ama o içerik bana pek hitap etmedi, dolayısıyla takip etmedim.

Sonra o dönemde çalıştığı kanaldan ayrılıp, yine youtube'ta kendi kurduğu kanalı Flutv'de ürettiği içerikler, sosyal medyada sık sık karşıma çıkmaya başladı. İçlerinde en popüleri "olmaz öyle tarih" serisini izlemeyi denedim, ancak o içerik de, kendi sunduğu sinema içeriği de yine beni pek açmadı. Kanalda başka hangi içerikler var diye bakarken "boş modern sohbetler" dikkatimi çekti. Yalın Alpay'ı dinlemeye başladığımda, o sohbetten çok keyif aldım. Böylece vakit buldukça diğer içerikleri dinlemeye başladım. Maymun iştahıma çok iyi geliyordu, Bager Akbay'la sanat, Erkcan Özcan'la bilim, Ömer Aygün'le felsefe sohbetlerini bayıla bayıla dinledim.

Bir felsefe sohbetinde Ömer Aygün'ün anlattığı Platon'un mağarası hikayesi beni çok etkiledi. Matrix filminden, ve hatta Baudrillard'dan bile binlerce yıl önce bir düşünürün simülasyon fikrini dahice ve muazzam bir şekilde ortaya koymuş olması maymun iştahımı kabarttı. Antik çağ Yunan felsefesi konusunda mutlaka okuma yapmalıyım diye zihnimin bir kenarına not aldım. Çok zaman geçmeden yine Flutv'de Aytuğ Akdoğan'la edebiyat serisini izlerken, bir bölümde kitap tavsiyesi veren Dilozof'a denk geldim.

İsminden etkilenerek onun youtube'daki kendi kanalına geçtiğimde felsefe tarihi serisini izlemeye başladım. Bu seriyi dinlerken aradığım ilhamı bulduğuma karar verdim. Sanki kafamdaki o dağınık, tozlu kitaplıkta yavaş yavaş bir bahar temizliğine girişmiştim. Yıllar içinde birikmiş, tasnif edilmemiş bilgi kırıntılarını raflara yerleştirmeye, kitapları isimlere, konulara göre ayıklamaya başlamıştım. Hemen telefonumdaki podcastlerin yönünü yerli ve yabancı felsefe tarihi yayınlarına çevirdim. Ahmet Arslan ve Ahmet Cevizci gibi değerli hocaların felsefeye giriş, felsefe tarihi gibi temel kaynaklarını edindim, ve paralel izleme ve dinlemenin yanı sıra paralel okumaya başladım.

Bazı dostlarıma bu yeni çıktığım yolculuktan bahsedince, yollarımızın kesiştiği noktalarda karşılıklı paylaşımlar yapmaya başladık. Hissettiğim heyecanı paylaşmak bana çok iyi geldi, daha da motive oldum. İnsanlık tarihine eşlik eden düşünce tarihi o kadar uçsuz bucaksız bir konu ki, mitolojiden, medeniyetlere, bilimden, dine, siyasetten psikolojiye, edebiyattan sanata her konuyu kapsıyor. Temel bilgileri elimden geldiğince hazmetmeye gayret ettikten sonra dümeni istediğim yöne kırabileceğim. Kim bilir belki bu yeniden öğrenciliğe dönme halim çocuklara da ilham verir. O gün bugündür, boş bulduğum her vaktimi okumaya ve dinlemeye ayırıyorum, ve müthiş mutlu oluyorum. Bu keyifli enerjinin bir kısmını da yine bu günceye akıtmaya karar verdim. Konser ve tiyatro ziyaretleri bir süre daha mümkün  olamayacak olsa da, izlediğim film ve dizileri, okuduğum kitapları not düşmeye devam edeceğim.