31 Ocak 2012 Salı

Tomm Moore, Nora Twomey ve The Secret of Kells (2009)

Yetişkinler için daha fazla animasyon yapılmalı, gelişen teknolojilerle animasyon yapım maliyetleri giderek düşüyor olsa gerek. Animasyonlar o kadar yaratıcı imkanlara sahip ki, çok az sayıda üretilmelerinin sebebi halen maliyetler mi, yoksa "çizgi film" mi seyredeceğiz mantığındaki yetişkinler mi emin değilim. Başta Miyazaki'ler olmak üzere Ghibli filmlerinin, "Persepolis"'in, "Waltz with Bashir"'in başarıları bu yolu çoktan açmış olsa gerekti.
"The Secret of Kells" baştan sona renkleriyle, ve yaratıcı çizimleriyle gözlere bir ziyafet çekiyor. Tarihsel hikaye, Britanya'ya eski zamanlarda yapılmış olan Viking seferlerinin yarattığı dehşeti anlatıyor. İçerik maalesef pek sürükleyici ve başarılı değil. Hikayenin anlatımı da görsellik kadar yaratıcı olmayı başarabilseymiş, son yılların en iyi anime filmlerinden biri ortaya çıkabilirmiş. Ben yine de görüntüleri hipnotize bir şekilde izledim.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Steven Soderbergh ve Contagion (2011)

Soderbergh'in en muhteşem filmi bence ilk filmiydi; "Sex, Lies, and Videotape" (1989). Sonraki hiç bir filminde onun gücünün ve derinliğinin yanına dahi yaklaşamadı. Bunda tabii diğer pek çok amerikalı yönetmen gibi Mephisto ile yaptığı anlaşma sonucu büyük bütçeli filmlere geçmesi rol oynadı. Bu filmler arasında (Out of Sight (1998), The Limey (1999), Erin Brockovich (2000), Ocean's Eleven (2001)) kayda değer tek film de bence "Traffic" (2000) idi. İki de bir film çekmeyi bırakacağını beyan edip hemen ardından yeni projeler açıklamayı da alışkanlık haline getirdi. Ben bir an önce "film" çekmeyi bırakıp, 1989 da çektiği filmlerden çekmesini diliyorum.
Son filmi "Contagion"'a gelirsek, bir filmden çok bir yarı belgesele benziyor. Konumuz basit; daha önce karşılaşılmamış çok bulaşıcı bir virüs ortaya çıkarak hızlı bir şekilde tüm Dünya'yı sarıyor. Böyle bir durumda gerçekleşecek olan olaylar, Soderbergh'in filminde nesnel bir şekilde tasvir ediliyor, ama işte sadece o kadar, sinema adına kurgulanan bir hikaye yok. Bu kadar çok starı bir araya getirip heba etmek buna denir herhalde, ama Soderbegh'in bu konuda uzman olduğunu Ocean's serisinden zaten biliyoruz.

29 Ocak 2012 Pazar

Henry Joost ve Ariel Schulman ve Catfish (2010)

Sosyal medyada vücuda gelmiş olan sanal Dünya'nın insanlar üzerindeki etkileri üzerine etkileyici bir belgesel. Belgeseli yapanlardan birinin facebook üzerinden başlayan bir aşk hikayesinin nerelere vardığını şaşırarak izleyeceksiniz. Yer yer kurgu olduğu hissinden kurtulamama rağmen sonuna kadar ilgiyle izledim.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Jirí Menzel ve I Served the King of England (2006)

Uzun zamandır bir filmi izlerken bu kadar sıkılmamıştım. Muhtemelen kötü bir film değil, ama benim kötü bir günüme denk geldi sanırım. Çekoslovakya'nın naziler tarafından işgal edildiği dönemde, işgal edilen pek çok diğer ülke halkları gibi Çek'lerin de döneme ayak uydurmalarına, işbirlikçilerin bir anda her yerde bitmelerine, yolunu bulup zengin olanlara, Şarlovari komik bir karakterin hikayesi üzerinden tanıklık ediyoruz.

27 Ocak 2012 Cuma

Kurt Wimmer ve Equilibrium (2002)

Bu film maalesef büyük bir eforla "Matrix" olmaya çalışmış ama başaramamış. "Derin" distopik içeriği aksiyonla birleştirmek bu alanda rakipsiz "The Matrix"'in devam filmlerine dahi kısmet olmamıştı, "Equilibrium"'da çırpınmış, "Matrix"'e yoğun şekilde "1984" karıştırmış, oyuncu olarak da Christian Bale'i seçmiş ama olmayınca olmuyor. Her türlü duygunun faşist "büyük ağabey" tarafından yasaklandığı, hissetmeyince barışçıl yaşayan insancıklar görebileceğiniz bir dünya neye benzerdi diye merak ederseniz, buyurun "Equilibrium".

26 Ocak 2012 Perşembe

Jens Lien ve The Bothersome Man (2006)

Lien, "The Bothersome Man"'de ruhsuz boğucu şehirlere, kurumsal hayata, soğumuş insan ilişkilerine, kısacası modern hayata müthiş bir kara mizahla sağlam bir eleştiri getiriyor. Filmi izlerken her şey çok abzürtmüş ve fazlaca distopikmiş gibi gözükürken esasında ne kadar da gerçeğe yakın olduğunu ürkerek fark etmek mümkün. Filmin kara ve yavaş atmosferi sizi boğacakmış gibi duracak ancak boğulma hissinin kaynağını daha yakınlarda aramakta fayda var.

25 Ocak 2012 Çarşamba

Glenn Ficarra, John Requa ve Crazy Stupid Love (2011)

Filmin ismi bence "Stupid, stupid, stupid" olmalıydı. Steve Carell, Ryan Gosling ve Julianne Moore bir araya gelince ortaya çıkan eser bu kadar yavan olmamalıydı, gülmeyi başaramadığım gibi bir hayli de sıkıldım. Uzun yıllık evlilikleri sarsılınca bir bakir misali tekrar piyasaya çıkmaya çalışan Carell'in karakterine, kadın avcısı Gosling'in karakteri destek veriyor. "Neden?" gibi temel bir soruyu filmin abzürt komedi olabileceği gerekçesiyle geçiştirebiliriz, ama sözde komik durumlar ağzımdaki aşağı meyletmiş kavisi düzleştirmeyi dahi başaramadılar.

24 Ocak 2012 Salı

Carlos Saldanha ve Rio (2011)


Son yıllarda çıkan büyük stüdyo animasyonları arasında en sevdiklerimden olan "Ice Age" serisinin yönetmeni bu sefer daha sıcak bir iklim seçerek Rio'dan bir kuşu hikayenin merkezine alıyor. Bence ortaya çıkan eser pek parlak değil; başı sonundan, bir sonraki sahnesi bir önceki sahnesinden belli, hep aynı çekmeceden çıkarılmış sıradan karakterlerle örülmüş hikayede sevimlilik katsayısı fena değil, renkler cıvıl cıvıl  ama sonuç hoş ve boş.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Mike Mills ve Beginners (2010)

Mills'in ses getiren "Thumbsucker"'ını henüz izleyemediğimden bu izlediğim ilk filmi oldu. Çok samimi bulduğum hikayecikler, Ewan McGregor'un mükemmel canlandırdığı Oliver'in etrafında şekilleniyor. Annesinin ölümünden sonra babası ileri yaşında eşcinsel olduğunu açıklıyor ve yıllarca bastırdığı bu yanını, ölümcül kansere yakalandığı haberiyle birlikte yaşamaya başlıyor. Onun son zamanında gerçek mutluluğu yakalamasında en büyük desteği sağlayan da, içinde ve yüzünde yoğun bir hüzünle yaşayan, toplumun tanımlayacağı şekilde hayata tam tutunmamış oğlu Oliver oluyor. Oliver'ın hayatına giren Anna'yla (Mélanie Laurent) olan ilişkisi de filmi iyicene ilgi çekici kılıyor. Bu film, bir nevi büyük bütçeli film furyasının yüzeyselliğinin antitezi gibi, sağlam bir detoks için tavsiye edilir.

Terrence Malick ve The New World (2005)

Malick sinemasına olan önyargılarımdan, "The Tree of Life" hakkındaki izlenimlerimi yazarken bahsetmiştim. Bu film, atomun parçalanmasından zor olan önyargımdan kurtulmamı sağlamıştı. Bu durumda Malick filmografisindeki eksiklerimi tamamlayabilmemin de önü açılmış oldu.
"The New World" artık kavramış olduğuma inandığım Malick imzasını çok net bir şekilde taşıyan bir yapım. Muhteşem görsellik, şiirsel dış anlatımla birleşince ortaya çok özgün ve güzel filmler çıkabiliyor. İngiliz sömürgecilerin Amerika'ya ayak basarak, yerli halkı sindirmelerini bir de Malick'in kamerasından izlemenizi tavsiye ederim. Colin Farrell, Q'orianka Kilcher ve Christian Bale de sunulan aşk üçgeninde çok başarılılar. Esasında beni çok rahatsız edebilecek sayısız klişe de filmde mevcut, ama bunlar artık otomatik olarak Malick filtreme takılıyor ki, filmin tılsımı bozulmasın.
Acaba diyorum, dönüp "The Thin Red Line"'ı da keskin yargılarımdan kurtulmuş halimle ve yönetmene saygı ve hayranlık duyarak izlesem sonunu getirebilir miyim? İyi bir sinefil olabilme yolunda, filmlere daha nesnel yaklaşabilmek lazım, ama yönetmenini bilmeden bir filmin başına oturma ihtimalim bir hayli düşük, yönetmeni bildikten sonra da kendiliğinden oluşan beklentilerden kurtulmak oldukça zor. Şu poster bile normalde bu filmden uzak durmam için yeterli sebep sağlardı.

19 Ocak 2012 Perşembe

Ümit Kıvanç ve 19 Ocak'tan 19 Ocak'a

Hrant Dink Cinayetiyle ilgili skandal dolu dava sürecini çok iyi özetleyen bir belgesel. Geçenlerde bunun örgütlü bir cinayet olmadığına kanaat getirenler, bu belgeseli ellerini vicdanlarına koyarak bir kez daha izlesinler.
HRANT için ADALET için


17 Ocak 2012 Salı

2011'in En İyileri

Yılın ilk yazısında kendime böyle bir yazı sözü verdiğimden, bir türlü de neler izlemişimi incelemeye beynim gitmediğinden, yazılara yine ara vermiş oldum, yazacak da bir sürü film birikti. Şu listeyi artık yaparak kendimi bu baskıdan azat etmek istiyorum. Bu liste, adının hakkını hiç veremeyecek, çünkü 2011'de yapılmış filmlerin büyük kısmını henüz izleyemedim. Listenin adı esasında şu şekilde daha doğru olacak; "2011'de izlediklerimden en beğendiklerim" Yapım yılını da 2010'la sınırladım ki liste 2011'le irtibatını tamamen kaybetmesin.
İlk üç sıradaki filmler, tüm yıl en beğendiğim üç eser, ancak listenin geriye kalanı belli bir sırayla dizili değil.

Darren Aronofsky ve Black Swan
Semih Kaplanoğlu ve Bal
Asghar Farhadi ve Jodaeiye Nader az Simin (A Separation)

José Padilha ve Tropa de Elite 2 
Woody Allen ve Midnight in Paris
Dardenne Kardeşler ve Le Gamin Au Velo
Terrence Malick ve The Tree of Life
Susanne Bier ve Hævnen
Julio Medem ve Habitación en Roma
Mike Leigh ve Another Year
Maren Ade ve Alle Anderen
Tom Tykwer ve 3
Seren Yüce ve Çoğunluk

2011'in en iyi dizisi de benim için büyük farkla "Downton Abbey" idi. Onu, HBO'nun maalesef çok haksız bir şekilde iptal ettiğini düşündüğüm "How to make it in America" izliyor.

Müşfik Kenter ve Orhan Veli

Unutmadan, evvelki hafta Müşfik Kenter'den Orhan Veli'yi dinledik, gözlerimiz kapalı...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Hoşgeldin 2012!

Biten yılla birlikte bu güncenin de 2. yılı doldu, geçen seneki "Hoşgeldin 2011!"'de paylaştığım "günceyi devam ettirebilmiş olma" mutluluğunu umarım daha uzun yıllar buraya not düşebilirim.
Hemen bir bilanço çıkaralım; 2010'da yayınlanan 90 yazıya karşılık 2011'de 136 yazı bulunuyor, aylara göre dağılım da daha dengeli. 2010 başında 2096, sonunda ise 2237 kayıt gösteren izlenmiş filmler veribankam, 2011 yılı sonu itibariyle tam 2400 rakamını gösteriyor. Yani yılda 200 film hedefime ulaşamasam da biraz daha yaklaşabilmiş ve hemen hemen izlediğim tüm filmleri de buraya not edebilmişim. Yeniyılda bu günce için dileğim, hep oluşturmayı arzu ettiğim "en" listelerine vakit ayırarak, birkaçını burada paylaşabilmek olsun. Hatta bir sonraki yazım en iyi 2011 filmleri olsun.
Bakalım 2012 neler getirecek, bu satırlara rastlayanlara sağlık ve mutluluğun yanısıra sevdikleri yönetmenlerin yeni yılda onları hiç hayal kırıklığına uğratmamalarını diliyorum.

11 Aralık 2011 Pazar

Wilson Yip ve Yip Man (2008)

En sevdiğim yönetmen olan Wang Kar-Wai'nin, Bruce Lee'nin hocası olan Yip Man üzerine bir film çektiğini bildiğimden bu filmi izlemeyi hiç istemiyordum, çünkü hayat öyküsünü ilk olarak Kar-Wai'den dinlemek istiyordum, ama merakıma yenildim. Ne kadar doğru olduğunu bilemediğim hikaye, Yip Man'in Çin'deki Japon istilasına yüksek gururlu tek başına mücadelesini anlatıyor. Konu, Yip Man'i vatansever ögelerle efsanevi şekilde yüceltecek ögeler barındırdığından, eser gerçekçi bir filmden çok fantezi bir kung-fu filmini andırıyor. Senaryo ve başrol dışındaki oyunculukların da bir hayli sıradan olması itibariyle vasat kotarılmış bir film olarak nitelenebilir. Beni çok sarmadı, heyecanla "The Grandmasters"'ı bekliyorum.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Mathieu Amalric ve Tournée (2010)

Filmi yazan, yöneten, başrolünü oynayan Amalric, "The Diving Bell and the Butterfly" (2007)'deki performansıyla hafızamda sıkı bir yer edinmişti. Geçen sene Cannes'da yarışan filminde ağırlıkla Amerikalı eğlendiricilerin bulunduğu bir bürlesk şov grubunun Fransa'daki turnesi hikaye ediliyor. Amalric turneyi organize eden prodüktör rolünde. Sahnedeki şovla, gösteriyi icra edenlerin gerçek hayattaki melankolik/kaybeden ruh hallerinin tezatlığı filme ilginç bir atmosfer katıyor. Hiçbir karakterin hikayesi derinlemesine incelenerek trajedize edilmiyor, hatta hiçbiri hakkında hemen hemen hiçbir şey öğrenemiyor, adeta bir belgesel kıvamında onların turnesinden, başı - ortası - sonu bulunmayan bir kesit izliyoruz. Bir başyapıt olmamakla birlikte çok özgün bulduğum tarzından dolayı, geçen yazımda da bahsettiğim üzere, altın palmiyeyi tartışmasız Bonmee amcanın elinden alır, Amalric'e teslim ederdim.

9 Aralık 2011 Cuma

Apichatpong Weerasethakul ve Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)

Bu günceden yazılara  denk gelmiş olanların bileceği üzere hem Cannes Film Festivaline hem de yavaş tempolu filmlere özel bir ilgi ve sevgim vardır. Ancak Tayland'lı Bonmee amcanın, 2010 yılında Cannes'da altın palmiye alan geçmiş yaşam hatıratlarını gerçekten çok sıkılarak izledim. Özgün ögeler yok değildi, ama bunlar filmin sıkıcılığını hiç bir şekilde telafi etmiyorlardı. Son 30-35 yılda bu ödülü almış tüm filmleri izlemişim, ilk defa altın palmiye alan bir filmi hiç beğenmiyorum. Hemen 2010 yılında yarışmış olan diğer filmlere baktığımda, izleyebildiğim kadarıyla, diğer yıllara oranla daha zayıf filmlerin yarışma programına alınmış olduklarını gördüm. Yine de hepsi bu filmden daha iyiydiler, mesela "Tournée", "Des hommes et des dieux", "Biutiful", "Copie Conforme", "Another Year", "Route Irish".
Bu izlediklerimden de ödülü ben olsam "Tournée"'ye verirdim, o filmden de bir sonraki yazıda bahsedeyim.

8 Aralık 2011 Perşembe

Larysa Kondracki ve The Whistleblower (2010)

Bir önceki yazımda bahsettiğim "Tropa de Elite 2"'nin peşi sıra izlediğim "The Whistleblower" çok iyi bir kıyaslama imkanı veriyor. Her ikisi de insanın kanını donduran gerçek hikayeleri işlemelerine rağmen Padilha filmini kusursuz bir yönetmenlikle en yukarıya taşırken, Kondracki çok çok kötü bir yönetmenlik sergileyerek, filmin etkisine ciddi bir darbe vuruyor. Film o kadar kötü yönetilmiş ki, bence zamanımızın en iyi oyuncularından Rachel Weisz dahi sırıtıyor. Çok beğendiğim Monica Belucci ise ufak rolünü o kadar kötü canlandırıyor ki, filmde gördüğüm acaba o değil mi diye şüpheye düştüm. Buna klişe çekmecesinden bolca çıkarılan stereo karakterler ve filme selobantla tutturulmuş gibi duran yan hikayecikler eklenince, eğer filmi izlemeyi bırakamadıysam, bunun tek sebebi filmin anlattığı gerçek hikaye.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.

7 Aralık 2011 Çarşamba

José Padilha ve Tropa de Elite 2 (2010)

Padilha, 2007 yapımı "Tropa de Elite"'de, Papa'nın Rio de Janairo'yu ziyaret edecek olması üzerine, şehrin fakir mahallelerinde konumlanmış uyuşturucu mafyasına yapılan tatbikatları ve yolsuzluklarla mücadeleyi, çok sürükleyici ve etkileyici bir dille anlatmıştı. Bu filmin devamı niteliğinde olan 2010 yılı yapımda da, fakir mahallelere hakim olan polis ve ordu mensuplarının, politikacıların da içinde bulunduğu çıkar grupları oluşturarak, yerli halkın başına yepyeni belalar açtığı, çok yoğun insan hakları ihlallerine de işaret edilerek, aynı çarpıcı dille anlatılıyor. Gerçek olay ve kişilerden yola çıktığı çok belli olan film, bu yüzyılda insanoğlunun hala ne kadar insanlıktan uzak olabildiğini gözler önüne seriyor. Yakın tarihimizle yüzleşmeye başlayacağımızın ilk işaretlerini vermeye başlamış olan ülkemizde de bu türden sayısız malzeme çıkacağı aşikar. Umarız Padilha kadar cesur yönetmenler bizden de çıkar ve geniş kitlelere fazlasıyla geç kalmış gerçekleri ulaştırırlar.

6 Aralık 2011 Salı

Asghar Farhadi ve Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) 2011

Asghar Farhadi'nin daha önce izlediğim filmi "About Elly"'den bahsederken, Berlin'den Altın Ayı ödülüyle dönen filmi "Nader and Simin, a Separation"'ı heyecanla beklediğime değinmiştim. Beklediğime gerçekten değdi, çok çok iyi bir eserle karşılaştım. İran gerçekçi sinemasının çok sağlam bir örneği. Oyunculuklar, hikaye, yönetim, kısaca tümüyle kıskandıracak derecede başarılı. Kıskandıracak diyorum, çünkü eğer Yılmaz Güney'in "Umut", "Yol" gibi filmlerle, Anadolu sinemasının en iyi örneklerini verdiği yoldan devam etmeyi başarabilseydik, bizim sinemamız da İran sineması gibi bir marka olmayı çok daha önceleri başarabilirdi. Ülkemizde hayatın pek çok yönünü sekteye uğratan, hatta felç eden darbeler, sinema konusunda da yapacağını yapmış, en iyi filmlerimizden sansürle uzak kalmışız, düşünmemeyi, sorgulamamayı, tartışmamayı, onun yerine tektip olmayı tercih ettirilmişiz. Sinema özelinde Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplan gibi yönetmenlerle bu sarmaldan artık çıktığımızı düşünüyorum. Salak saçma melankolik aşk filmlerinden ve seviyesiz komedilerden başımızı kaldırarak, Nadir ve Simin'de olduğu gibi içimizden çıkan, bize ait gerçek hikayelere odaklanmamız gerek. Anadolu'da anlatılacak yüzlerce hikaye, bakir şekilde başarılı genç yönetmenlerimizi bekliyor.