20 Ocak 2020 Pazartesi

Diziler 2019


Günceye tekrar yazmaya başladığımda, yazmadığım yıllara dair boşluğu şu yazıyla doldurmaya gayret etmiştim. O listeden 2019'da izlemeye devam ettiğimiz diziler Big Little Lies, Black Mirror, Broad City, Fleabag, Friends from College, Game of Thrones, La Casa del Papel, Mindhunter, Modern Family, The Affair ve The Big Bang Theory.

Big Little Lies'ın ikinci sezonu yine çok iyi olmakla beraber ilk sezonunun biraz gerisinde kaldı, yönetmen değişikliği net hissediliyor, oyuncular da ilk sezondaki kendi müthiş performanslarının üstüne çıkamadılar, Meryl Streep de fazla katkıda bulunamadı, ama Laura Dern tek kelimeyle muhteşemdi, herkesten rol çaldı.

Fleabag'in ikinci sezonu ise unutulmazlar arasına girdi, hayatımda seyrettiğim en iyi dizi sezonlarından biriydi, Phoebe Waller-Bridge haklı olarak bu aralar tüm ödülleri süpürüyor.

Game of Thrones ise hayatımda kesinlikle izlediğim en kötü sezon finalini (çoğunluğun kıyasladığı Lost finali böyle kötü değildi) verdi. Yayınlamayıp diziyi iptal etseler daha az üzülürdüm, ne kadar kötü olduğunu tasvir etmek dahi çok güç. O kadar para harcayıp, gözümüzü bol efektlerle boyamak yerine, tek mekanda da geçse, yıllarca gelişimlerine şahitlik ettiğimiz karakterlerin hak ettikleri sonları verebilselerdi keşke.

Pek sevgili The Affair bizi hiçbir sezonunda üzmedi, her sezon üstüne ekleyerek geldi, Ruth Wilson'un (haklı olarak, kadın - erkek ücret eşitsizliği sebebiyle) diziden ayrılmasından sonra dizi hakkında çok ümitli değildim ama final sezonu yine tek kelimeyle harikaydı, son yıllarda yayınlanmış en iyi aile dramlarından birini daha çok güzel duygularla arkamızda bıraktık.

The Big Bang Theory finali için ise kelimeler yetmeyecek. Hayatımıza girdiğinde iki afacanımız henüz Dünya'da dahi değildi, hayatımız, bizler değiştik, tabii dizideki karakterler de değişti ama bu enfes komedi, kalitesi anlamında zerre değişmedi. 12 yıl boyunca bizi kahkahalara boğduktan sonra beni finalinde hıçkıra hıçkıra da ağlatmayı başardı. Leonard, kendisini hayatı boyunca takdir etmeyi başaramamış, psikolog olmasına rağmen kendi öz oğlunun en temel ihtiyacını karşılamaktan imtina eden annesine onu affettiğini söylediği sahnede gerçekten dağıldım, kendime de uzun süre gelemedim, hala o sahneyi hatırladıkça gözlerime yaşlar hücum ediyor. Darısı ebeveynlerinden o takdiri boşuna bekleyen milyarların başına diyeyim, halbuki bu kadar zor olmasa gerek, genetiğimizde çocuklara özgüven aşılamak daha sağlam yazılmış olsa, eminim Dünya ve insanlık bugün bambaşka bir noktada olurdu. Benim çocuklarım da bir gün bu satırları okuduklarında beni yargılayacaklar, umarım bu konu kalabalık eksi hanemde değil, cılız artı hanemde olur, onların adına bunu yürekten diliyorum ve elimden geleni de yapacağıma söz veriyorum.

Dizi konusuna geri dönersem, yeni keşfettiğimiz dizileri alfabetik sıraya göre, yine notlayarak aşağıya iliştiriyorum.


Altered Carbon - 7

Dizilerin arasında iyi bir bilim kurgu bulmak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, genelde fragmanlardan, veya ilk bölümün ilk dakikalarında elemek durumunda kalıyorum. Son yılların en iyisi "The Expanse"'ın yeni sezonu geçen ay yayınlandı, ama henüz izleyemedim, öncesinde dördüncü kitabı okuyup okumama konusunda kararsızım. Altered Carbon bilim kurgu açlığıma (doyurmasa da) güzel bir çerez oldu. Her şeyden önce Blade Runner'ı andıran görselliğiyle izlenmeyi hak ediyor. İnsanlar biyolojik bedenlerini değiştirerek (öldürülmezlerse ve paraları yeterse) sonsuza kadar yaşayabiliyorlar. Özgün konu ve görsellik, senaryoya da olumlu yansıyabilseymiş, çok iyi bir dizi çıkabilirmiş ortaya.

*************


After Life - 9

Ricky Gervais'nin bu müthiş dizisine şu yazıda not düşmüştüm:

*************


Broadchurch - 8
Çocuk cinayeti temasının gerçekten suyu çıktı ama kadroda Olivia Colman ve Phoebe Waller-Bridge'i görünce dayanamadım, iyi ki de öyle yapmışım, türünün çok iyi bir örneğiyle karşılaştık. Finalinden memnun kalmasam da, sadece Colman için dahi izlemeye değer.

*************


Chernobyl - 9

Başı ve sonu bilinen Chernobyl nükleer patlaması ancak bu kadar sürükleyici ve çarpıcı anlatılabilirdi. Sovyet sisteminde insanın değersizliği, yaşananlar insanın izlerken gerçekten de öfke krizine tutulmasına sebep oluyor. Tüm oyuncuları da çok takdir edilesi.

*************


Crashing - 7

Fleabag'den o kadar etkilendim ki, Phoebe Waller-Bridge ne yazdıysa izlemeye karar verdim. Fleabag'in ipuçlarının bulunabileceği Crashing de çok özgün ve keyifle izlenen bir yapım. Boş kalan kamu binalarını işgal eden bir grup bohemin hayatlarından bir kesit izliyoruz.

*************


Dark - 9

İlk sezonu düğümlenmekle, ve düğümleri çözmeye çalışmakla geçirdikten sonra o kadar müthiş bir ikinci sezon geldi ki, bir taraftan düğümleri çözerken, diğer taraftan yeni düğümlere maruz kalmaktan mazoist bir zevk almaya başladık. Tam bir Alman disipliniyle mantık boşluğu, hikaye açığı, zamanı geldiğinde cevaplamadan geçilmeyen soru bırakmayarak örüyor ağlarını. Zaman içinde yolculuk teması bundan daha iyi işlenemez.

*************


Dogs of Berlin - 6

Alman televizyonlarında haddinden fazla oryantalizme ve çarpıtılmış Türk/Doğulu resmine maruz kalmış biri olarak hiç izleyesim yoktu ama Berlin'de gerçek mekanlarda geçiyor olması ve ikinci evime özlemim bir şans vermeme vesile oldu. Kaliteli bir yapım olmasına rağmen, bolca klişe ve önyargı mevcuttu, hatta şehrin bir kısmı Lübnan mafyasının kontolünde polisin dahi giremediği bir bölge olarak tasvir edilmiş. Bunu dengelemek ve daha modern gözükmek adına muhtemelen başroldeki Türk dedektifi eşcinsel olarak çizmişler, doğu kökenlilerin şiddetini gözler önüne sererken de, aşırı sağcı neonazileri de sakınmamışlar. Anafikir şöyle çıkıyor, şu yabancılar ve neonaziler olmasalar Berlin'de hayat ne de güzel olacak.

*************


Euphoria - 8

Zamane gençliğini çarpıcı resmeden Skins dizisini hatırlatan Euphoria, uyuşturucu batağında bir liseli genç kızı anlatıyor. Bölümler ilerledikçe, anlatım da, karakterler de çok kıvamında derinleşiyor. Bir grup gencin büyümekle başa çık(ama)malarını, yetişkinliğe geçme yolunda tökezlemelerini çok başarılı bir dille izliyoruz. Oyunculukların hepsi çok iyi ama özellikle başroldeki Zendaya geleceğin büyük yıldızı olacak, inanılmaz bir oyuncu.

*************


Killing Eve - 7

Radarıma yine Phoebe Waller-Bridge vesilesiyle giren Killing Eve, esasında izleyeceğim türde bir dizi değildi. Psikopat bir kiralık katilin, mizahi! bir dille işlediği cinayetleri ve onu yakalama görevini fazlasıyla kişiselleştiren bir dedektifi izliyoruz. Başroldeki ikilinin başarılı oyunları ve Waller-Bridge'in sağlam mizahı diziyi bir şekilde izlettiriyor.

*************


Modern Love - 8

6 adet birbirinden bağımsız aşk hikayesi, kimi hikaye diğerinden daha özgün, daha etkileyici ama hepsi sevdiğimiz oyunculardan.

*************


Russian Doll - 7

Doğum günü partisinin akabinde ölerek, partinin başladığı noktaya geri dönen, tekrar tekrar ölüp dirilen ve bu döngüyü kırmaya gayret eden bir kadının hikayesini izliyoruz. Başyapıt Groundhog Day'den aldığı fikri daha karanlık bir tonda işliyor. Başrolde hayatı fazla ciddiye almayan alaycı kadın kahramanımız rolünde Natasha Lyonne çok başarılı. Dizinin sloganı da çok iyi ve diziye uygun;  "Ölmek kolay, zor olan yaşamak"

*************


Succession - 9

2019'un en beğendiğim yeni dizisi Succession oldu. Medya devi bir ailenin içinde şirketin başına kimin geçeceği sorusuyla başlayan çalkantılar, sayısız dalavere, hesap kitap, ayak kaydırmalarla temposunu hiç düşürmeden alıp başını gidiyor. İyi bir dizinin olmazsa olmazı oyunculuklar da yine bol ödül toplayacak türden.

*************

The Morning Show - 8

Reese Witherspoon'un ön ayak olduğu Big Little Lies'ın tadı hala damağımızdayken, yine onun başı çektiği The Morning Show'dan beklentilerimiz yüksekti. ABD'de yıllardır yayında olan bir sabah programını sunan ikiliden erkek olanın kariyeri cinsel istismar sebebiyle tepetaklak oluyor. Yerine kimin geçeceği, kanal içinde büyük bir itiş kakışa yol açarken, kovulan sunucu rolünde Steve Carell koltuğunu geri almak için mücadele veriyor. Hollywood'da başlayan metoo hareketinin gerekçelerini etraflı bir şekilde masaya yatıran dizi, yıldız dolu kadrosuyla da gözleri kamaştırıyor. Big Little Lies'ın özellikle ilk sezonundaki büyüyü yakaladıklarını söyleyemem, Reese Witherspoon da oyuncu olarak kendi gölgesinde kalıyor, Jennifer Aniston üstüne yapışmış rolü Rachel'lığı üzerinden fazla atamamış,ama yine de tereddüt etmeden sonuna kadar kendini izlettiren bir yapım çıkmış ortaya.

*************

Years And Years - 9

Bu senenin en iyi yeni dizilerinden Years and Years yakın gelecekte başlayıp, zamanı her bölümde biraz daha ileri götürüyor. Bu geçen zaman zarfında bir yandan teknolojinin, diğer yandan siyasetin etkisiyle değişen toplumu izliyoruz. Black Mirror'daki fütüristik ögelerin ön değil arka planda olduğu, ön planda ise bir ailenin tüm bu değişimlerden nasıl etkinlendiğini gözlemleyebildiğimiz etkileyici bir dram. Emma Thompson'ın başarıyla canlandırdığı, sağcı popülist politikacının yakın zamanda dalga geçilen, ciddiye alınmayan halinin, zaman içerisinde, özellikle de göçmen akımlarının yoğunlaşmasıyla, nasıl da onu iktidara taşıyacağına şahit olacağız. 

19 Ocak 2020 Pazar

Oscar Ödülleri 2020 - En iyi Film


Geçen sene Roma dışında hangi film kazansa, ödülün hakkını veremeyecekti kanımca, netekim Green Book gerçekten de bir en iyi film olmaktan çok uzaktı. Bu sene ise neredeyse hangisi kazanırsa kazansın, neden diye fazla soramayacağım, çünkü gerçekten de güzel filmler var, özellikle bana göre aşağıdaki ilk 5 hak ediyor.

******************


Parasite – Bong Joon-ho - 9

Geçen sene Roma'nın yaptığını bu sefer Parasite başarıyor, yabancı dilde bir film olarak listeye giriyor. Gerçekten çok çok özel bir film, bu filme ayrıca bir yazıda notlar düşmek istiyorum, izlediğimden beri fikirler aklımda uçuşuyor. Dünya'daki sınıflar arası mücadelenin resmini bu kadar net, bu kadar tarafsız çeken bir film daha olduğunu sanmıyorum. Mecaz ve simgelerle dolu bir alegori olmasına rağmen, burnu havada değil, her kesimden izleyicinin beğenebileceği sürükleyici, gerilimli, eğlenceli, komik, acıklı bir film. Bana göre tartışmasız senenin en iyi filmi.

******************


Joker – Todd Phillips - 9

Bir süper kahraman hikayesi olmadığını, jokerin joker olmasının hikayesi olduğunu bilmeme rağmen, özellikle de çok popüler olması itibariyle, daha yüzeysel bir film bekliyordum, ama izlediğimde çok olumlu yönde şaşırdım. Büyük çoğunluğun hikayesini anlattığını düşünüyorum, öfkesini, yıkımını o kadar net ifade ediyor ki, jokerle kurulan empati insanın kendinden korkmasına sebep oluyor. En iyi erkek ödülü garanti olan Joaquin Phoenix ayakta alkışı hak ediyor. Ancak film sadece Phoenix ile öne çıkmıyor, müzikleri, yan rolleri, rejisi, hepsi çok başarılı. Parasite'e en iyi yabancı film ödülünü vermekle yetineceklerinden, ödülün bana göre en büyük favorisi.  

******************


Marriage Story – Noah Baumbach - 9

Baumbach bayıldığım filmler üretmeye devam ediyor. Marriage Story'i izlerken aklıma hemen Bergman'ın "Scenes from a marriage" filmi geldi. Daha doğal, daha çiğ, daha gizli kamera kıvamında bir filmdi. Baumbach'ın versiyonu daha renkli, daha süslü ve farklı şekilde çok değerli. Bir çiftin ilişkilerinin safhalarını, aşkla başlayan, ama zamanla dönüştüğü noktada kadının ilişkide bulunduğu yeri sorguladığı, oyunculukların gücüyle öne çıkan bir yapım. Tartışma sahnesi film tarihindeki yerini çoktan aldı, ama Adam Driver'ın ödül konusundaki şanssızlığı Joker'in bulunduğu yıla denk gelmesi. Henüz izlemedim ama Scarlett Johansson'un da ödülü Judy filminde Renée Zellweger'e kaptıracağı konuşuluyor. Oyunculuk ödüllerinde teselliyi muhtemelen muhteşem Laura Dern ile yardımcı kadın oyuncu kategorisinde alacaklar.

******************


1917 – Sam Mendes - 8

Altın Küre ödülünü de aldığından dolayı kağıt üzerinde ödülün en büyük favorisi 1917. Görünürde tek planda çekilmiş olması, kameranın gözünü takip ettiği 2 askerden bir an bile ayırmaması, seyirciyi adeta hipnotize ederek savaşın içine kadar çekip, iliklerine kadar hissettirmesi itibariyle gerçekten de bir başyapıt. En iyi yönetmen ödülünü gözü kapalı alması lazım, kusursuz görüntü yönetimiyle de diğer kategorilerde ödülleri hak ediyor. En iyi film için bana göre tek eksiği, oyunculuklardaki duygu aktarımı. Evet bizi arka fonda keman müziği eşliğinde ağlamaya sevk etmiyor, duygularımızı manipüle etmek adına en ufak bir girişimi yok (çok müteşekkirim) ama askerlerin filmin başından sonuna kadar ki soğuk kanlılıkları biraz fazla geldi. Tabii gerçekten savaşta nasıl bir ruh halinde olduklarını bilmek mümkün değil, ama bu durum filmin amacına hizmet etmekle birlikte, inandırıcılığından biraz fire verdiriyor.

******************


The Irishman – Martin Scorsese - 8

Mafya filmlerini oldum olası pek sevmem, egoların abartılı çarpışmaları bana pek mükerrer gelir. Ama Scorsese'nin bu sefer gösteriş dolu bir sirk yerine, daha gerçekçi, karakterleri zaaflarıyla birlikte göstermesini çok olumlu buldum. Erkekleri oldukları gibi zavallı, ve adeta anaokulundaki olgunluk seviyesinde birer çocuk gibi tasvir etmesi, kulaktan kulağa iletilen mesajlar, çocukça verilen güç mücadelesi, klişe Hollywood mafya akımına inat, çok daha gerçekçi. Filmin gerçek bir hikayeden yola çıkarak, bir tetikçinin (ispatlanmamış) itiraflarına yer vermesi de bu doğallığı destekliyor. İlk bir saat kazasız atlatılırsa 3,5 saatlik süreyi hissettirmeden kendini izletmesi, filmin benim nezdimde artı hanesine büyük yazılıyor. Filmin en sıkıntılı tarafı bilgisayar efektleriyle gençleştirilmiş Robert De Niro'nun suratı, gözlerin mavi hali, yüzün sürekli flu garip görüntüsü fena dikkat dağıtıyor. Al Pacino ve Joe Pesci'nin oyunculukları ise etkileyici, özellikle Pesci en iyi yardımcı erkek oyuncu için önemli bir aday. 

******************


Little Women – Greta Gerwig - 8

Bir dönem filmi olarak ve de kadın bir yönetmene ait olması itibariyle, kategorinin önemli açıklarını kapatıyor Küçük Kadınlar. Müthiş bir oyuncu kadrosu, çok başarılı bir rejiyle birleşince güzel bir film çıkmış ortaya. Louisa May Alcott'ın birbirlerinden farklı yetenek ve karakterlere sahip 4 kız kardeşin hikayesini anlattığı müthiş klasik romanından uyarlanan film, oldukça zorlu bir göreve kalkışıyor. Sezonlar boyu sürecek bir diziye yetecek hikaye ve detaya sahip bir eseri (kalın da bir kitap), film formatına sığdırmak başlı başına zor bir görev. Zaman içerisinde ileri geri gidip gelerek başarıyla çözüyor Gerwig bunu, ama filmin atladığını, hızlı geçtiğini hissettirdiği kısımları, izleyenlerin bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılmalarına sebep oluyor.

******************


Once Upon a Time in Hollywood –  Quentin Tarantino - 7

Tarantino'nun çok daha iyi filmleri varken (bakınız Inglourious Basterds), bu filmle ödül alması yazık olur. Belli sahneleri çok başarılı, Leonardo Di Caprio yine döktürüyor, Brad Pitt fena değil, ama bir bütün olarak çok da özel bir film değil. Polanski'nin ve eşinin gerçek hayatta başına gelenlerden haberdar olmayanlar için filmin sonundaki sürpriz de çok bir şey ifade etmeyecek. 

******************


Jojo Rabbit – Taika Waititi - 7

2. Dünya savaşı'nda nazilerin yaptıkları korkunç katliamı bir komedi filmi aracılığıyla anlatması, büyük bir eleştiriyle karşılaşmış olsa da, filmin sonuna kadar bekleyince, bu durumun döneme getirdiği ağır eleştirinin etkisinden eksiltmediğini görüyoruz. Hitler'in "komik" hayali bir karakter olarak kullanılmış olması (hitler'i yönetmen kendisi oynuyor) gerçekten de gereksiz olmuş, filme de fazla bir katkısı yok. Sanırım döneme dair yapılacak tüm komediler, Roberto Benigni'nin muhteşem La Vita e Bella (1997)'sının gölgesinde kalmaya mahkum olacaklar.

******************


Ford v Ferrari – James Mangold - 7

Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak anlatılan Ford  - Ferrari rekabeti, çok sürükleyici ve kendini izlettiren bir üslupla anlatılmış. Teknik olarak da çok iyi kotarıldığı gözden kaçmayan film, bu seneki ödül adayları arasında Hollywood metodlarını/klişelerini/klişe karakterlerini kullanan tek film (çok şükür). Evet bu yıllarca maruz kaldığımız taktikleri çok rafine bir şekilde sunuyor ama dikkatten de kaçacak gibi değil. Bale'in canlandırdığı ünlü yarışçı Ken Miles gerçek hayatta nasıl biridir bilemiyorum ama Bale'in (muhtemelen ona benzemek adına) suratını ve özellikle dudaklarını şekilden şekile sokmaya çalışması çok dikkatimi dağıttı. Buna ek olarak Matt Damon'un bir ineğin dahi geviş getiremeyeceği çirkinlikte sürekli sakız çiğnemesi de, saçlarımın tek tek havaya dikilmesine sebep oldu. İhtimal vermiyorum ama böyle bir listede ödül alması bir fiyasko olur. Bence bu filmin yerine Ad Astra kesinlikle listede olmalıydı.


17 Ocak 2020 Cuma

IDSO


Müthiş bir İstanbul Senfoni Orkestrası konseri için daha çocuklarla birlikte yerlerimizi CKM'de aldık. Klasik eserlerin yanı sıra şef Hasan Niyazi Tura'nın senfonik düzenlemelerini bizzat yaptığı saz eserlerini programda görmek çok heyecanlandırdı bizi. Bestekârların arasında Hüseyin Sâdeddin Arel'in ismini görünce hemen programa sarıldım, zira kendisinin büyük-büyükbabam Udî Şekerci Cemil Bey'in öğrencisi olduğunu biliyordum. Programda Arel'den bahsederken Cemil Bey'den ud ve nazariyât dersleri aldığını da eklemişler, çok mutlu oldum. Bir diğer sürpriz de bestekârlardan Yalçın Tura'nın Şef Tura'nın babası olması ve salonda bulunmasıydı. Nasıl da gurur duymuştur oğluyla. Türk Musikisi'nin senfonik uyarlamaları gerçekten tadından yenmiyor, enfes bir müzik ziyafeti oldu. Cem, saz eserlerinin uyarlamalarını çok beğendiğini söyledi, Dalya ise en çok Haydn'in senfonisini beğenmiş.

Solistler:
Tanbur: Murat Salim Tokaç
Perküsyon: Burak Çakır

Program:
W. A. Mozart: Sihirli Flüt Uvertürü
Senfoni için düzenlenmiş saz eserleri:
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz : Hicazkâr Saz Eseri
   Yalçın Tura : Kürdîlihicazkâr Saz Semâîsi
   Sultan III. Selim : Sûz-î-dîl-ârâ Saz Semâîsi
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz :  Nihavend Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Zirgüleli Hicaz Eseri "Bir Peri Masalı"
   Taksîm
   Erol Sayan : Ferahfezâ Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Hseynî oyun Havası "Düğün Evinde"
J. Haydn : 88. Senfoni Sol Majör

15 Ocak 2020 Çarşamba

Korku - Altsahne


Stefan Zweig'ın "Dünün Dünyası" otobiyografisini okuduktan sonra denk geldiğim tiyatro oyununa hemen bilet edindim. "Satranç" ve otobiyografisi dışında bir eserini okumadığımdan, otobiyografisinde yazdığı tiyatro (ve opera) oyunlarının başarısından da bahsettiğinden doğal olarak bir beklenti oluştu oyun öncesinde. Entelektüel, katmanlı ve derinlikli bir eser beklerken, kendisini ihmal eden kocasını aldatan bir kadını anlatan kısa ve basit oyun biraz şaşırttı beni. Sonrasında öğrendim ki tiyatro eseri değilmiş, bir öyküsünden uyarlanmış. Metni okumadığım için faturayı peşinen uyarlamaya çıkarmak belki biraz haksızlık olabilir, ama Zweig'ın bu kadar basit bir öykü yazmış olabileceğini pek tahmin etmiyorum, bence bir "çeviride/uyarlamada esaslı kayıp" durumu söz konusu olsa gerek. Zweig'ın titiz detayları atlanıp, hikayenin iskeleti sunulmuş olsa gerek. Oyunculukların pek parlak olmaması da (özellikle başrol biraz abartılıydı) eserin tadını kaçırdı, ağzımda ekşi bir tatla çıktım salondan. Yine de bu aldatılma hikayesinin ne kadarının otobiyografik olduğunu merak ettim, koca karakteri gerçekten de Zweig'ın kendisi olabilirdi.

14 Ocak 2020 Salı

Arter


Günceye ara ara not ettiğim üzere, ne zaman yolumuzu İstiklal Caddesi'ne düşürsek mutlaka uğradığımız mekanlardan biridir Arter. Geçtiğimiz eylül ayında Dolapdere'deki yeni mekanına taşındı. Binayı İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tasarlamış. Mekanı ziyaret etmeden önce bir gazetede kurucu direktörü Melih Fereli ile yapılmış bir röportajı okuduğumda çok heyecanlandım. Dolapdere'yle, Dolapdere'lilerle bütünleşmekten, kaynaşmaktan bahsediyor, hatta herkese telefon numarasını verdiğini ve kapılarının herkese her zaman açık olduğunu anlatıyordu. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ülkemizin önde gelen ailelerinin kültür ve sanat hayatımıza katkıları yadsınamaz, ve ben de şahsım adına çok müteşekkirim.

Ancak bu noktada bir ancak deme ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle bina içeriye pek (hatta hiç) davet etmiyor, yoğun güvenlik önlemli 3 kapıdan geçmeden binaya girilemiyor. Binanın mimarisi kanımca Dolapdere'nin kimyasıyla hiç uyuşamamanın ötesinde, Dolapdere'ye ben buranın geleceğiyim, zamanla burası bana dönüşecek diyor adeta. Biraz ilerisindeki Alışveriş/ofis plazası, altında son zamanların popüler galerisi Dirimart ile birlikte bunun altını çizer nitelikte. Diğer yandan Dolapdere mevcut kabuğuyla zaten çok korunası, üstüne titrenesi bir muhit değil, doğal olarak zamanla dönüşecek, ama ben naçizane sınıflar arası diyalogta biraz daha fazla samimiyet umuyorum. Bu mekan Dolapdere'li çocukların atölyelere katıldığı, sunduğu sergilerle (en azından açılış sergileri ile) de "Dolapdere"'lilere hitap etmek üzere bir çaba gösteren bir buluşma noktası olabilseydi keşke. Biliyorum bu çok naif bir bakış açısı. Daha çok belli ki Tophane'de açılan galerilere yapılan saldırı (ve tabii ki Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki sergiye) akıllarda taze, ve nabza göre şerbet verilmiş.


Eğer kazayla bir Dolapdere'li tüm cesaretini toplayıp, o 3 ağır kapıyı geçmeyi başarabilse de, hemen zemin katında, şu anda muhtemelen Türkiye'de bulabileceği en soyut çağdaş sanat sergilerinden biriyle karşılaşacak. Duvara monte edilmiş klozet (Parazit filmindeki sahneyi düşünmeden edemedim), lastik ve bisiklet tekerleğini anlamlandırmaya çalışacak. Muhtemelen üst katlara çıkmadan usul usul mahallesine geri çekilecek. Arter'in İstiklal'deki yerine açılmış olan Meşher'deki sergi dahi daha uygun olabilirdi. Masal Dünyası'ndan rengarenk porselenleri eminim çocuklar çok beğenirdi. Avrupa'nın yaşadığı rönesansı yaşamamış bir toplum olarak, kültür sanat hayatımızda belli evreleri hazmetmek için zamana ihtiyacımız yok mu. Yoğun referans birikimi ve altyapı gerektiren sergilere yelken açmadan önce telafi etmemiz gereken bir kültür/sanat açığımız yok mu? Çok büyük fedakarlıklarla açılan bu mekanlar, bizlere kendi rönesansımızı yaşatmak, böylece reforma ve aydınlanma çağına yönlendirmek gibi bir misyona sahip olamazlar mı? Keşke her yıl Tasarım'la dönüşümlü yapılan İstanbul Bienali, çağdaş sanatın "en"'i olmaya çalışmak yerine ( ne kadar anlaşılmaz, o kadar çağdaş), otoritelerin, yabancıların ve Beyaz Türkler'imizin burun kıvırması pahasına, milyonların kapılarında kuyruğa girdiği etkinlikler olabilse.

Biliyorum, bu satırlar belki de çok sığ, çok nankör, çok çağ dışı geliyor, ama kültür sanat alanında ülkemizdeki tüm sınıfları harekete geçirmeden, bir gıdım ileri gidemeyeceğimize yürekten inanıyorum. Yeni Arter'i şöyle hayal etmek isterdim; Zemin katında bir fotoğraf sergisi, sanatçıları Dolapdere'liler veya Dolapdere'yi fotoğraflayan tüm İstanbul'lular. Fotoğrafını çeken binaya gelir, tek kapıdan geçer,  girişteki asistanlara çektiği fotoğrafını iletir, çıktısını aldırır, sonra gider arzu ettiği duvarda istediği yere resmini asar, ve hayatında bir serginin parçası olmuş olmanın haklı gururunu yaşar. Çocuklar ikinci kata çıkar, bir duvar tamamen onların hayal gücüne ayrılmıştır, arzu ettikleri gibi boyayabilirler. Diğer duvarlar için hamur ve seramikten heykeller üretmeyi öğrenir, üretir ve sergilerler. 3. kata gençler çıkar, orada sanatçı ve mimarlarla tanışırlar, Dolapdere'yi güzelleştirmek için birlikte projeler üretirler. Roma notlarımda yazdığım gibi, Avrupa'da halkın katıldığı, ürettiği sergiler hızla çoğalıyor. İlk 6 ayı Arter bu şekilde geçirse, Dolapdere'lilerin ayaklarını alıştırıp, özgüvenle girdikleri ikinci evleri olabilseydi, bu ülkedeki tüm kültür kurumları için şahane bir model ortaya çıkmaz mıydı? Bu satırları çalakalem yazdım, işin uzmanları oturup fikirler geliştirseler, fevkaladenin fevkinde işler çıkabilir ortaya.


Ülke halleri üzerine kestiğim ahkamı yavaşça kenara bırakarak sakinliyorum, ve Arter'de gezdiğimiz sergilerden en beğendiğimizi not düşmek istiyorum. Arter'e bizi Altan Gürman'la tanıştırdığı için müteşekkiriz, çocuklar da çok beğendi. Arter'den çıkınca da hemen caddenin diğer tarafında başlayan Dolapdere pazarına daldık, iki Dünya arasındaki kontrastın çarpıcılığı başlı başına bir yerleştirme gibiydi.



  

24 Aralık 2019 Salı

Film Güncesi - Kasım 2019


Kasım ayı filmden çok dizi izlediğimiz bir ay oldu. Ortalama diye değerlendirebileceğim filmlere denk geldik, film aşkımızı alevlendirip, bizi dizilerden uzak tutacak filmler maalesef çıkamadı karşımıza. Birkaç filmi de uyuyakalmak suretiyle yarım bıraktım, ama filmleri yarım bırakmayı sevmediğimden hepsini bir şekilde bitireceğim. Diğer yandan dizi Dünyası da çok üretken, çevrimiçi servislerin rekabetiyle her taraftan yeni dizi fışkırıyor. 2019 dizilerine yer vereceğim bir yazı da hazırlamam lazım.

Becoming Astrid (2019) - Pernille Fischer Christensen


Doğduklarından beri çocuklara Astrid Lindgren kitapları okuyoruz, aynı kitapları tekrar tekrar dinlemekten hala sıkılmadılar. Kitaplardaki çocuk karakterler öylesine sevimli, öylesine tatlılar ki, Lindgren'in müthiş bir çocukluk geçirmiş olacağına sağlam bir inançla oturdum filmin başına, ama zor bir hayatı olmuş, hiç de öyle her yerinden mutluluk fışkırmıyor. Notum 7.

Celle que vous Croyez (2019) - Safy Nebbou



Juliette Binoche uğruna izlediğim film, orta yaşlı bir kadının facebook'ta sahte fotoğrafla genç bir kadın profili oluşturarak genç bir adamla sanal ilişki kurmasını anlatıyor. Sanal/gerçek aşkı, yaşlanmayı, aşkta bedenin yerini, yalnızlığı anlatan, ama elindeki iyi malzeme ve müthiş oyuncuya rağmen, sıradışı olmayı başaramayan bir film. Notum 7.

Das Schweigende Klassenzimmer (2018) - Lars Kraume


Duvar yıkılmadan önce Doğu Almanya'daki gençlerin altında yaşadıkları baskı, Macaristan'daki ayaklanmalara dayanışma adına sınıfta 2 dakika sessiz kalma eylemi yapan gençlerin başına gelenler üzerinden anlatılıyor. Hikayenin gerçek olması filmin etkisini arttırıyor, bu gençlerin hepsi tabii batıya kaçmışlar. Notum 7.

Den skyldige (2018) - Gustav Möller


(Neredeyse) tek mekanda geçen klostrofobik filmlere İskandinavya'dan katkı var. Bir insan kaçırma suçuna ve takibine polis karakolunda, olaya kendini fazlasıyla kaptıran sicili sorunlu bir polisin telsizinden şahitlik yapıyoruz.  Notum 7.

Dolor y Gloria (2019) - Pedro Almodovar


Her Almodovar filmiyle ilgili bu günceye çiziktirirken kendimi yineliyorum, ama eski filmlerinin sihri maalesef yok yeni filmlerde. Yaşamış olduğu hayata ve yapabildiklerine dönüp bakarak, kendini sorgulayan, ununu elemiş, eleğini asmış yönetmen rolünde Antonio Banderas çok başarılı, film de bir yeni yönetmenden izlesek, fena değil, ama yönetmen koltuğunda Almodovar olunca yetmiyor. Filmde otobiyografik ögeler olduğuna şüphe yok, ama bence vazgeçmesin film çekmekten, bulsun tekrar eski formunu. Notum 7. 

El Camino: A Breaking Bad Movie (2019) - Vince Gilligan


Tamamını izlemiş olmakla beraber bir Breaking Bad dizisi hayranı değilim, o sebeple filmi izleyen çoğunluk gibi büyük beklentilerim yoktu ama küçük beklentiler için de sıradan bir film olmuş. Notum 6.

Eshtebak (Clash) (2016) - Mohamed Diab


Yakın dönemde Mısır'da yaşanan ayaklanmalarda farklı siyasi görüşteki göstericiler bir gösteri esnasında toplanarak bir polis aracına tıkılırlar. Dar alanda ülkedeki tabloya dair bir resim çiziyor yönetmen. Açıkçası takip etmekte biraz zorlandım, kimin hangi cephede olduğunu, biraz önden de bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Bana 2009 yapımı muhteşem Lebanon filmini hatırlattı. Notum 6.

On the Basis of Sex (2018) - Mimi Leder


ABD'nin en üst mahkemesinin üyelerinden Ruth Bader Ginsburg'un hayranlık veren kadın hakları mücadelesi. 1950'lerde pek çok diğer meslek gibi avukatlık da erkek mesleği olarak görülüyor. Erkeklerin Dünya'sında pırlanta gibi parlayan bir kadın müthiş bir mücadele veriyor ve kadın erkek eşitliği adına büyük zaferler elde ediyor. Onun sayesinde anayasadaki tüm ayrımcı maddeler teker teker temizleniyor. Tuttuğunu koparan güçlü bir kadının hikayesini tüm genç kızlar izlemeli, alınacak daha fersah fersah yol var. Filmi, maalesef içeriği kadar iyi bulmadım, fazla steril, fazla didaktik, fazla siyah beyaz, iyi kotarılsa bir başyapıt olabilirdi, yine de çok değerli. Notum 7.

21 Aralık 2019 Cumartesi

Macro - MaXXI



Macro, MaXXI deyince akla süpermarket gelebilir, ancak mekan Roma olunca akla çağdaş sanat geliyor. Roma'da geçirdiğimiz 3 günün ilk 2 gününü hiç durmadan sabahtan akşama kadar Roma sokaklarında gezerek geçirdik. Nina'yla ilk kez tam yirmi sene önce ilişkimizin ilk yılının yazında, sırtımızda çadır ve kocaman çanta, interrail ile Avrupa'yı gezerken gitmiştik Roma'ya. Ağustos ayının kalabalığı, ve sıcakta gergin İtalyanların kabalığının etkisiyle (buna Fransa'nın Akdeniz sahillerinde şımarmış olmayı da katalım) vardığımızın ertesi günü ilk trenle kaçarcasına ayrılmış ve cennetten huzurlu bir köşe olan Korfu'ya yönlenmiştik. Dolayısıyla Roma bizde çok iyi izler bırakamamıştı. 20 yıl sonra tekrar çok daha sakin bir Aralık Roma'sına ayak bastık, ama ne ayak basma, 60km yürümüşüz. Şehrin her köşesi, her binası ayrı güzel, hiç mi akıllarına gelmemiş İtalyan'ların sağa sola cam binalar, beton yığınları, plazalar, gökdelenler, avm'ler yapmak, gelsinler İstanbul'a medeniyet görsünler, bir de medeniyetin beşiği olacaklar. Şaka bir yana yürürken etkilenmemek elde değil, girmediğimiz ara sokak, kafamızı sokmadığımız avlu kalmadı, bir tane bile mi çirkinlik göremez insan. Roma'yı gezerken Paolo Sorrentino'nun taptığım filmi "La Grande Bellezza"'yı düşünmeden edemedim. Eğer bir insanın ömründe görebileceği güzelliklerin kotası diye bir mefhum olsaydı, bu şehri hakkıyla gezdikten sonra, direk olarak çıkışta tabut seçimine geçilebilirdi. Filmin upuzun girişindeki Roma'dan görüntülerin akabinde, kalp krizi geçiren turist de ruhunu bu şekilde teslim etmiş olmalıydı. Tabii ki kalp krizi geçirdiği çeşmenin bulunduğu tepeye de tırmanmayı ihmal etmedik, ve nicelerine başka türlü bir yeditepeli şehrin. İkinci günün sonunda çok ilginç bir hissin farkına vardım, gözüm ve gönlüm güzelliğe doymuş hatta fazlasıyla alışmıştı. Airbnb'den tuttuğumuz çatı katındaki duvarları boydan boya kitaplarla dolu (tatilin tamamını evde geçirmemekte çok zorlandık) güzel dairemizden çıkıp  kendimizi sokaklara verdiğimizde ağzımın kenarından kelimenin tam anlamıyla sular damlar, her sokakta durup çevremi seyrederken, ikinci günün sonunda tüm çevremi bir hayli kanıksamış ve güzellikleri olağan sayar hale gelmiştim, artık güzel bir binaya kafamı ikinci kez çevirip bakmıyordum. Acaba Romalı olsaydım, bu sokaklarda büyümüş biri olarak başka şehirleri gezerken göreceğim çirkinlikleri nasıl algılardım diye düşünmeden edemedim. Bir diğer konu da İstanbul adına beni bir kez daha çok üzdü, kahvenin başkentinde bir tane dahi zincir kahve mağazası yok. Bizim güzide şehrimizde, vahşice en güzel sokak/caddelerimizi fethetmiş olan fast food zincirlerinden hiç birini de göremedik, sadece iki tane mütevazi noktada, onlar da son derece göze batmayacak ve tabelasız şekilde büyük M vardı. Aşkolsun İtalyanlara, bizi butik yerel markalara, lezzetlere mecbur ettiler. Bu örnekler sayısız çoğaltılabilir, insanın içi gerçekten kan ağlıyor, cehaletimize, görgüsüzlüğümüze, kültürsüzlüğümüze, köksüzlüğümüze.


Konu başlığımıza dönersek, Roma'ya giderken kesin olan sadece tek bir planım vardı, meşhur ve çok genç yaşta hayata gözlerini yuman Iraklı mimar Zaha Hadid'in çizdiği müzeyi görmek, hatta Roma biletini alırken birincil motivasyon kaynağım olduğunu söyleyebilirim. Tepebaşı'ndaki Frank Gehry müzesinin yapılmasını engelleyenler, münasip bir taraflarına kınalarını yakabilirler. Evimizden şehrin bir hayli kuzeyindeki müzeye yürüyüp dönmek günün tek planı iken, yolumuza çıkanları da inceleriz diye düşündük. Yolumuza öyle mekanlar çıktı ki, neredeyse MaXXI'ye varamıyorduk. Ana tren istasyonunun kuzeyine geçer geçmez bir yerel pazar karşıladı bizi, stantların arasında zaman akıp geçerken, dönüşte bakarız diye kendimizi kandırmak zorunda kaldık. Bizi gerçekten durduran ilk mekan Macro (Museo d'Arte Contemporanea Roma) oldu. Hem davetkar, hem misafirperver halleri bizi çok etkiledi. Sadece izlediğiniz değil, katkıda bulunabildiğiniz çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği müthiş bir mekan. Mesela bir eserde masanın üzerine bir demet taze çiçek, makas, su ve ufak şeffaf poşetler koymuşlar. Poşete su doldurup içine çiçeği yerleştirip, yine masada bulunan çivilerle duvara çakabiliyorsunuz. Duvarlar ziyaretçilerin hazırlayıp yerleştirdikleri rengarenk çiçeklerle doluydu. Bir başka duvara çocuklar, gençler resimler çiziyordu, en büyük sergi salonunda kalabalık bir grup yoga yapıyordu. Üst kattan aşağıya upuzun sarkan masmavi sarileri takip ederek, yukarıdaki sergiye çıktığımızda, sarilerin üzerine el boyaması/çizmesi şeklinde çevreyle, ekolojiyle ilgili sayısız semboller, resimler çizildiğini, söylemler yazıldığını görünce, bizi çok güler yüzle karşılayan eserin sahibi sanatçı, bizi sari üzerine çizmeye davet etti. Bangladeş asıllı ABD'de yaşayan Dünya tatlısı Monica Jahan Bose ile sohbete başladık. Çocuklarımın bu seneki iklim değişikliği ve çevre kirliliğine dikkat çeken temasıyla İstanbul bienalinde yaşadıkları hayal kırıklığını, sanatın toplumdan iyice uzaklaşır ve zor anlaşılır halleri üzerine dert yanmaya başlayınca müthiş bir muhabbet ortaya çıktı. Konudan konuya atladık, eğer MaXXI'yi göremeyeceğim endişesi olmasa muhtemelen akşama kadar orada koyu sohbet devam edecekti. Bu arada binanın özellikle de iç mimarisi ayrıca muhteşemdi, sadece tuvaletleri görmek için bile gidilebilir. Ünlü bir Fransız mimar çizmiş; Odile Decq. Mekanın güzel cafesinde kahvelerimizi höpürdettikten sonra yine düştük yollara. 


Zaman daraldığından pek çok sergiyi daha es geçmek zorunda kaldık. Bir önceki gün, batı kıyısından dolaştığımız müthiş Villa Borghese parkını bu sefer doğu sınırından yürürken, önünden geçtiğimiz Borghese Galeri ve Müzesi nefsimizi sıkı sınadı ama dayandık. Ancak parktan çıktığımızda karşımıza çıkan tarif edilemeyecek ihtişamdaki National Gallery of Modern and Contemporary Art ve merdivenlerindeki yazı, bizi Siren'e kapılmış şekilde içine çekti. 19. ve 20. yüzyıl eserleri bir arada ve gerçekten de zamanın çivisi çıkmış şekilde "Time is out of Joint", 200 yıla dair muazzam bir koleksiyonu, daha önce hiç karşılaşmadığım bir kürasyonla, yani dönem, stil, akımdan bağımsız olarak birlikte, daha çok tematik ve estetik olarak düzenleyerek sergilemişler. Modern bir resimden kafanızı çevirdiğiniz klasik bir heykelle karşılaşabiliyor, bir çağdaş sanat yerleştirmesinin hemen yanında klasik resmin başyapıtlarını gözlerinize çekebiliyorsunuz. İnanılmaz bir koleksiyon, iki yüzyıla dair akla ilk gelebilecek 500 sanatçı sorulsa, hepsi mevcuttu. Hayranlığımı yeterli ifade edemeyeceğim, tek kelime edebilirim; muhteşem. Hamlet'in düsturuyla girdiğimiz müzeden büyülenmiş şekilde çıktık.


Hava kararmaya yüz tutmuşken, biz MaXXI'ye yolumuzu yarılamayı dahi başaramamıştık. Kafamıza at gözlüklerimizi geçirip sağa sola bakmadan, artık iyiden iyiye sızlamaya başlamış olan bacaklarımıza son bir kırbacı vurarak, kararlı ve emin adımlarla MaXXI'ye vardık. 19. ve 20. yüzyıla doyduktan sonra adını "benim yirmi birinci yüzyılım" diye çevirebileceğimiz çağdaş sanat müzesine vardık. Hava kararmış, biz de bitmiştik ve binanın önüne oturduğumuzda, Nina bana katılamayacağını söyleyip, kendim gezmemi rica etti ama tabii ki kabul etmedim. Bir süre bankta oturarak binayı dışarıdan izledikten sonra ilk "tekrar yürüyebiliriz" sanrısına kapıldığımızda nefesi gişede aldık. Zaha Hadid'in mimarisi tabii ki form açısından çok özgün ve çarpıcı ama açıkçası fazla beton hali bizi pek etkilemedi. İçerisi de biraz labirente dönmüş, elimde harita gezmeyi hiç sevmediğimden, çok sayıda farklı sergiye ev sahipliği yapan mekanı yön duyguma güvenerek gezmeye başladık, ama olur olmaz yerlerden salonlar birbirine bağlandıkça verimli gezme (buna çok ihtiyacımız vardı) imkanı olmadı, aynı noktalara dönüp durduk, bir süre sonra tüm sergileri gezme hırsımı bir yana bıraktım, sevgili ve nazik eşime de acıdım. Gezebildiğimiz kadarıyla sergilerin ağırlık noktasının (muhtemelen müzenin böyle bir misyonu var) mimari olduğunu gördük. Eserlerin fazla soyut halleri de çok fazla ilgimizi çekmedi, yazı okumaya, referans aramaya da takatimiz kalmamıştı. Neyseki karnımızı sanata ve estetiğe doyurarak gelmiştik. Kapanış saati de kapıya dayanınca evimize doğru yürümeye başladık, evet ve de tüm o yorgunluğa rağmen her seyahatimizde olageldiği üzere yürüyerek geri döndük, karbon ayak izimizi de sadece şehre giriş ve çıkış yaptığımız trenle (hava çok güzeldi, evde ısıtmayı da açmadık) sınırlı tuttuk.

20 Aralık 2019 Cuma

Kayıp Kimlik - İstanbul Tiyatro Festivali


Bu seneki tiyatro festivalinde izlediğimiz ikinci oyun, Portekizli Arena Enseble'dan "Profil Perdu" Kayıp Kimlik ile turnayı gözünden vurduk. İlk 15 dakikasında ne anlatmaya çalıştığına dair fazla bir fikir üretemeyerek, yeni bir hayal kırıklığı mı geliyor derken, yavaş yavaş gözlerimize ekilen parçalar anlam üretmeye başladı, ve hep üzerine ekleye ekleye, sonunda son derece tatmin olmuş şekilde sahneden ayrıldık. Oyun esnasında oyuncular ne zaman arkalarını dönseler koşarak, adeta kaçarak salonu terk edenler oldu. Bir oyunu hiç beğenmeseler de, hele bir de yabancı olduklarını düşünerek, misafirperverlik adına salonda kalmak ne kadar zor olabilirdi diye düşünmeden edemedim. Dasdas'ın sahnesinin arkadan çıkışı bulunmuyor, ön tarafta sahnenin hemen önünden çıkılması gerekiyor. Hem oyuncuların hem de bizim dikkatimizi dağıtan odunlar, oyun hakkında kim bilir neler anlattılar çevrelerine. Halbuki sabredenler çok derin, yorumlamaya çok açık, çerçevesi çok hafifçe çizilmiş, içinden sadece bir takım izlenimler, eskizler veren, hissettiren çok özel bir oyunla ödüllendirildiler.


Anlatılanların otoriter bir baba figürüne, onun çocuğa mesafeli duruşuna, sevgisizliğine dair kısımları ayrı çarpıcı, toplumsal cinsiyet, birey olma gibi konulara değinişi ayrı etkileyiciydi. Anlayabildiğim kadarıyla yönetmen Marco Martins, oyuncular Beatriz Batarda & Romeu Runa ile birlikte, onların çocukluk anıları ve özellikle babalarıyla ilişkileri üzerinden çok ünlü yazarların, Kafka, Plath, Sofokles, Shakespeare... metinlerinden parçalar da katarak, oyuncuların da özellikle bedenlerini kullanarak bir kolaj yapmış. Düz bir metin / oyun yerine bilincin gizemli dolambaçlarında dolaşılan, herkesin kendinden bir şeyler yakalayabileceği, herkesin kendi hikayeleri ile birleştirerek öznel bir okuma yapabileceği gerçekten iz bırakan bir eser çıkmış ortaya.


Festivalde izlediğimiz ilk oyun Traptown'la kıyaslamak istersem, esasında çok daha da soyut bir anlatım şekline sahip olmasına rağmen, izleyicisine çok daha güçlü dokunabilen bir oyun. Buradan yaptığım çıkarım, anlatım tarzının ne kadar soyut olduğundan daha çok ne kadar samimi olduğunun eser açısından çok daha kritik olduğu.

19 Aralık 2019 Perşembe

OMM Odunpazarı Modern Müze


Okulların ara tatilinden faydalanıp bir haftasonu çocuklarla Eskişehir'e gittik. Odunpazarı'na geldiğimizde upuzun bir kuyrukla karşılaştık. Halkımızın modern sanata ilgisi gerçekten gözlerimi yaşartmıştı, ama yaklaşık bir yarım saat kadar bekledikten sonra fark ettik ki, girmiş olduğumuz kuyruk Modern Müze'nin hemen yanı başındaki Balmumu Heykel Müzesi'ne aitti. Madem yarım saat bekledik bari kuyruktan çıkmayalım diyerek, kuyrukta tam 1 saat bekledikten sonra Eskişehir'in başarılı belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı balmumu heykellerden oluşan müzeye giriş yapabildik. Şehrin iç turizmine katkısı tartışmasız olan müze bizi fazla etkilemedi, hızlıca Odunpazarı'nda tarihi evlerin arasında yeni açılmış olan Modern müzeye yönlendik. Çocuklar mimariyi "domates kasası" olarak nitelese de çok etkileyici olduğu konusunda mutabık kaldık. İçine girdiğimizde, içinin de hem mimari açıdan, hem de ev sahipliği yaptığı eserler açısından dışı kadar etkileyici olduğunu gördük. Çok etkileyici, çoğu genç sanatçılara ait modern eserlerden oluşan koleksiyon, bienal travmasını henüz tam atlatamamış olan çocukların, çağdaş sanata olan tepkilerini yumuşatmayı başardı. Her katta en çok beğendiğimiz eserleri seçip, fotoğraflarını çektik. Müzenin büyüklüğü de çok ideal, çok yormadan, tadı damağında bırakarak keyifle gezdiriyor kendini.


Eskişehir, İstanbul'un son on yıllarda yapamadığını fazlasıyla yapıyor. İstanbul, boyutuna oranla kamera şakası gibi az konser salonu, müze, kültürel kurumlara sahipken, Eskişehir'in her tarafından müze ve parklar fışkırıyor. On yıllardır AKM diye inliyoruz, Tepebaşı'na yapılacak Frank Gehry imzalı müthiş müze projesi, o çirkin TRT binası yüzünden yapılamadı, Haliç'te yapılacak bir diğer çağdaş sanat müzesi ruhsat verilmediği için gerçekleşemedi. Yapılamayanlar, yaptırılmayanlar saymakla bitmez, gerçekten İstanbul'a çok yazık oldu ve olmaya devam ediyor, Dünya'nın en güzel şehrini kendi ellerimizle mahvediyoruz. Gehry'nin tasarladığı Guggenheim müzesinin sıradan bir sanayi şehri olan Bilbao'yu nasıl dönüştürdüğünü görenler, göz göre göre kaçan fırsatlara akıl sır erdiremeyeceklerdir. Sadece o müze İstanbul'a milyonlarca ek turist ve gelir kazandıracaktı.
Eskişehir'de ise OMM'den çıkınca tarihi evlerin arasında dolaştık, tarihi çarşıyı gezdik, irili ufaklı müzelere girdik, Şelale Park'ta şehri tepeden izledik, adeta yerli Venedik'e dönüşmüş Porsuk nehri boyunca saatlerce yürüyerek, Sazova parkına gittik, Masal şatosuna, korsan gemisine girdik, hayvanat bahçesini (İstanbul'da örneği yok, Darıca'dakinden kat kat güzel) büyük akvaryumunu ziyaret ettik. Tüm bunları da sadece yürüyerek hiç arabaya binmeden yaptık. İstanbul'un Eskişehir'den öğreneceği çok şey var.

18 Aralık 2019 Çarşamba

Traptown - İstanbul Tiyatro Festivali


Bu sene İstanbul Tiyatro Festivali'nin programını incelediğimde çok heyecanlandım, zira önceki yıllara oranla çok sayıda yabancı yapım vardı. Kanımca festival zaten bu şekilde olmalı, İstanbul'da seyretme imkanımız olmayan yenilikçi oyunları izleyebilmeliyiz. Seçip hemen bilet edindiğimiz iki oyundan ilki Belçikalı grup Ultima Vez'in "Traptown"'ı idi. Oyunu izlemek için ilk defa Maslak'taki Unique Hall'a gittim. Ön tarafta oluşmuş upuzun kuyruğa girdiğimde, içeri sokamayacakları için yanlarında getirdikleri içkileri kafalarına dikmekle meşgul garip bir genç kitlenin arasında kültür şoku yaşarken, fark ettim ki kuyruk, hemen yandaki Volkswagen Arena'da aynı akşam ünlü rapçi Ezhel'in konseri için toplanmış kitleye aitmiş. Bir rahatlayıp, kuyruğun yanından Unique Hall'e geçtim, burada da yine bir AVM yapılmış, Maslak ormanlarından kaç bin ağacın daha bu sıradan AVM için katlediğini düşünmek dahi çok acı, her etkinlik / konser mekanının bedeli bir AVM olmalı mıdır? Artık şehirde üretilen kültür mekanlarının büyük kısmı, AVM'lere müşteri çekme niyetiyle (belki de yönetmelikler de zorunlu tutuyordur) yapılıyor. 


Neyse konuya dönersem, tiyatro adına ezberlerimizin bozulabilmesi ümidiyle salonda yerimizi aldık. Yönetmen ve koreograf Wim Vandekeybus eserinde dansı, tiyatroyu ve filmi kullanarak iki toplumun tasvirini yapıyor, ezen ve ezilen, balı yapan, balı yiyen olarak tanımlanabilecek iki toplumun hikayesi çok aşina olduğumuz bir tema, aşina olmadığımız kısmı oldukça soyut ve karmaşık olan anlatım yöntemi. Tek tek bileşenlere baktığımda, muhteşem oyuncular/dansçılar, muhteşem dekor, muhteşem müzikler, muhteşem vesaire vesaire mevcuttu, ancak tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, belki de bana fazla soyut gelen anlatım şeklinin etkisiyle, eserin içine girmekte ve etkilenmekte zorlandım, iki artı iki zar zor üç ediyordu. Hatta sonlara doğru kafam önüme devrilmeye başladı ki, bu kadar heyecanlı olduğum bir eserde kolay kolay başıma gelecek bir durum değildir. Umutlarımı bilet aldığımız ikinci oyuna saklayarak biraz hayal kırıklığı ile ayrıldım mekandan.

17 Aralık 2019 Salı

Aleko - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Aleko'ya geçen sezon bilet almıştım ama izlemeye gittiğimizde iptal olduğunu görüp, onun yerine sahnelenen Cervantes Çeşitlemeleri'ni izlemiştik. Bu sefer neyseki iptal olmadı, her zamanki locamızda yerimizi aldık. Rachmaninov'un bu eseriyle Idobale'nin sahnelemesi sayesinde tanıştım. Yaklaşık 1 saatlik çok keyifli bir eser. Çingene topluluğunda yaşanan bir aşk üçgenini anlatıyor. Zemfira'ya olan aşkı için medeni hayattan uzaklaşıp çingenelerle yaşamaya başlayan Rus Aleko Zemfira'yı fazlasıyla, onu bunaltacak şekilde sahiplenmektedir. Annesi de başka bir aşka yelken açmak için babasını terk etmiş olan Zemfira ise, aşkın özgür olduğunu savunmaktadır ve gönlünü başka bir gence çoktan kaptırmıştır. Cem her opera eserinde olduğu gibi yine çok beğendi, Dalya da Verdi'nin Requiem'ine göre daha çok beğendi, zira müziğin yanı sıra güzel sahneleme ve üst yazılar sayesinde hikayeyi de takip edebildi. Çıkışta keyifli bir cumartesi gününü lezzetle tamamlamak üzere pastanenin yolunu tuttuk.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kosovalı Peer Gynt - İstanbul Devlet Tiyatrosu


İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sergilediği oyun için ilk defa gittiğimiz Kozyatağı Kültür Merkezi'nde tiyatro salonunun, daha çok bir konferans salonunu andıran havasına fazla ısınamadım, böyle bir sahnede oyunun insanı içine çekmesi kolay olmayacaktı. Ne kadarı sahneden, ne kadarı oyunun kendisinden kaynaklanıyor (muhtemelen her ikisi de) bilemiyorum ama oyun gerçekten de beni içine çekemedi. Kosovalı yazar Yeton Neziray ülkesinde 90'lı yıllarda yaşanan iç savaş ve karmaşa sebebiyle ülkesini terk edip, Avrupa'nın farklı ülkelerine iltica etmeye çabalayan bir gencin hikayesini anlatıyor. Savaşların yıkımına, aileleri parçalamasına, çok güncel olan Avrupa'daki mülteci sorununa, Avrupalı'ların soruna son derece ikiyüzlü yaklaşımlarına değiniyor. Hareketli platform üzerindeki sahne dekorlarının yaratıcı kullanımı, anlatımı destekleyen iyi müzik seçimleri, yer yer güldüren sağlam bir mizah, brechtyen rolden çıkışlar ve iyi oyunculuklar bir araya geldiğinde sağlam bir modern eser ortaya çıkabilmeliydi, ama eksik kalan bir şeyler var. Ne kadarı metinden, ne kadarı rejiden kaynaklanıyor emin olamıyorum ama oyun dağınık kaldı, meramını net anlatamadı. Yine de hakkını yemeyeyim, 2,5 saatlik süresine rağmen çocuklar ilgiyle sonuna kadar izlediler. Özellikle Alman kadının, evini soymaya gelen Peer'in acıklı hikayesini dinlerken "Aman tanrım, ne kadar korkunç" nidaları uzun süre dillerimize pelesenk oldu, hala da ara ara çocuklar taklidini yapmaya devam ediyorlar.

Yazan: Yeton Neziray
Çeviren: Senem Cevher
Yöneten: Saydam Yeniay
Oyuncular:
Peer: Erşan Utku Ölmez
Anne: Fatma Öney
Baba: Yener Sezgin
Bac: Hakan Şahin
Polis: Emir Üstündağ
Bela: Duhan Şahin
Avukat: Yusuf Can Sancaklı
Yaşlı Kadın: Nurhayat Boz
Alman ve İngiliz Memur/Küçük Peer/ İsveçli Memur: Ozan Dağara
Halk: Nazime Birben Akbulut / Duygu Aydoğmuş
Alman Polis: Zekayi Metin



15 Aralık 2019 Pazar

Messa da Requiem - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Hemen her Cumartesi Süreyya Operası ziyaretlerimizi çocuklarla bir ritüel haline getirdik. Önce Kadıköy sokaklarında dolaşıyoruz, konser öncesi Yaşar Usta'dan dondurma/sorbe alıyoruz, konser sonrası da Pasifik Pastanesi'nde pasta yeniyor. Bu ritüel sayesinde klasik müzikle arası fazla sıcak olmayan (ki sanırım artık gerçekten kulağı çok alıştı) Dalya da hevesle konserlere geliyor. Herhalde uç nokta onu "ölüye ağıt" olarak tabir edilebilecek bir requiem'e götürmek olurdu ki, bu sınavı da başarıyla atlattık. Her ne kadar sonunda "fazla beğenmedim" dese de konser boyunca herhangi bir sıkılma emaresi göstermedi. Cem, Nina ve ben ise konserden çok keyif aldık. Koro ve solistlerin hepsi çok iyiydi ama özellikle Soprano Perihan N. Artan güzel sesiyle bizi mest etti. Ona Şef Zdravko Lazarov yönetiminde Mezzosoprano Aylin Ateş, Tenor Bülent Külekçi ve Bas Suat Arıkan eşlik ettiler.
Verdi bu eserini, hayran olduğu İtalyan şair ve romancı Alessandro Manzoni’ye ithaf etmiş, ilk seslendirme 1874 yılında Milano'da gerçekleşmiş. Umarım bir gün çocuklarla birlikte Mozart'ın "Requiem"'ini veya Pergolesi'nin "Stabat Mater"'ini de canlı dinleme imkanını buluruz.