18 Ağustos 2013 Pazar

Richard Linklater ve Before Midnight (2013)


Favori yönetmenlerimden Linklater'dan en son şu yazıda bahsetmiştim. "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'te izlediğimiz ve bir nevi platonik aşkın sembolü haline gelen kahramanlarımız, meğer sonu açık kalmış olan "Before Sunset" sonrası bir arada kalmışlar, Ethan Hawke Amerika'ya dönüş uçağını kaçırmış (esasında binmemiş) ve Paris'te kalarak Julie Delpy'le olan gençlik aşkını yaşamaya karar vermiş. Aradan geçen 9 yılda ikili bir de ikiz çocuk sahibi olmuşlar. Çocuk sahibi olmanın bir ilişkiyi nasıl sınadığını, yaşamış olanlar bilir. Bu sefer Yunanistan'da geçirdikleri yaz tatilinin finalinde, çocukları dostlarına bırakarak baş başa bir gece geçirecekler. Hep olduğu gibi uzun yürüyüşlerin eşlik ettiği muhteşem diyaloglar, ilişkilerini içten ve sorgulayarak yaşayan tüm gönül gözü açık insanların duygularına tercüman oluyorlar.
Benim kuşağım özellikle çok şanslı, çünkü "Before ..." serisinin kahramanları, filmler gösterime girdiğinde hep bizimle yaşıt oluyorlar, bizim o günlerde hissettiklerimizi hissediyorlar, bizimle birlikte büyüyor, yaşlanıyorlar. Bir sonraki "Before ..." bölümünü heyecanla bekliyor olacağım.

17 Ağustos 2013 Cumartesi

E.S.T. Symphony


Albümlerini çok beğenerek dinlediğim E.S.T'nin kurucusu, isim babası, beyni, herşeyi olan Esbjörn Svensson'un 2008 yılında vefatı üzerine grubun diğer elemanları bir şekilde ürettikleri projelerle, ismin yaşamasına ve festivallerin parçası olmasına vesile oluyorlar. İyi mi yapıyorlar pek emin değilim, bana biraz ismin mirasını tüketiyorlar gibi geliyor. Geçen sene Magnus Öström Caz festivalinde çaldığında yine kendi isminden çok E.S.T'nin adı ön plandaydı, ve o konseri pek beğenmemiştim.
Bu sene E.S.T'nin eserlerinin merkezde olması tabii çok daha cazipti. Ancak beğenilen eserlerin ille bir senfoni düzenlemelerinin yapılmasını, hele de yeterli hazırlık olmaz ise çok zorlama buluyorum. Koca bir orkestranın toparlanması ve müziği özümseyerek provalar yapılması madden mümkün olamayacağı için, o günlerde müsait olan müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturulan bir orkestra muhtemelen sadece bir iki prova ile konsere çıkıyorlar. Bu durumda hep ekşi ve zorlama bir tat alıyorum. Bu konserde de benim açımdan öyle oldu. Bir de kendi bir hatamı itiraf etmeliyim, konser biletleri numarasız olunca, en ön sıra da protokole ayrılmamış olunca, marifet gibi gidip en öne oturduk. Haliç Kongre merkezinin küçük salonunda en ön sıraya oturunca, zaten sahneye zor sığmış olan orkestra elemanları dibinizde oluyor, ve düz baktığınızda oturduğunuz yerden 60 çift ayak izliyorsunuz. Bir ayak fetişiniz yoksa oldukça rahatsız edici bir görüntü ve tabii çok dikkat dağıtıcı. Ayrıca önümüzdeki viyolonsellerden arka taraftaki hiçbir solisti görmek mümkün olmadı, durumun akustik dezavantajları da ayrı bir hikaye.
Söylenmeyi bırakıp biraz da müziğe gelirsem, cazla senfoninin bu düzenlemelerde buluşması bana hitap etmedi, bir tek bir iki rock sound'unda parça vardı, onlara orkestra yakıştı. Bol solistli konserde (bkz. Jacky Terrasson, Michael Wollny, Marius Neset, Dan Berglund, Magnus Öström), kendisini göremesem de gitarını çok net ayırt edebildiğim Sarp Maden'in tınıları da kulak zarımdaki en hoş titreşmelere vesile oldu.

16 Ağustos 2013 Cuma

David Sanborn Bob James Feat. Steve Gadd James Genus “Quartette Humaine”


Nerede kalmıştık?
Bu seneki İstanbul Caz Festivali, yaşanan olaylar dolayısıyla çok karambole geldi, ama biletleri edinen dostum sağ olsun, iki noktasından yakalamayı başardım.
İlk olarak çok uzun yıllardır Saksafon denince ilk akla gelen isimlerden ve caz dinleyicilerinin dışında da kitlelerle buluşmayı başarmış olan David Sanborn isim olarak öne çıktığı konseri, 9 temmuzda maalesef bir konser mekanı olarak hiç ısınamadığım, muhtemelen de hiçbir zaman ısınamayacağım Haliç Kongre Merkezi'nde dinledik. Beni konserde etkileyen David Sanborn'dan daha çok, uzun yıllardır birlikte projeler ürettiği ve müziğiyle bu konser vesilesiyle tanıştığım piyanoda Bob James oldu. Onlara basta eşlik eden James Genus da harikaydı. Konser boyunca kendisini arka planda tutan bateride Steve Gadd ise bis parçasında öyle bir solo attı ki, hem uzun yıllar hafızamdan silinmeyecek, hem de etkinlik, otoparktan beş dakika erken çıkabilmek için, konserin biteceğini hisseden festivale özendimsilerin (kelime şu anda icat edilmiştir, tek hücreli, garip mahlukatları tasvir eder, bkz. terliksiler) depar atarak salondan çıkmaları ile sadece hak edenlerin dinleyebileceği özel bir ana dönüşmüştür.
Kısacası gezi semptomlarını tamamen silemese de bir hayli azaltmış, müthiş bir konser olmuştur.

11 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi


Bu güncede siyasete bulaşmayı ne kadar istemesem de, bugün düşündük ve hissettiklerimi yarınki bana anlatma, hatırlatma emeliyle birkaç cümleyi buraya not düşme ihtiyacı içerisindeyim. Ayrıca bu konuda iki kelam etmeden, film, konser yazılarına devam edemeyeceğimden, bu güncenin de sonu iyice yaklaşacak.

Toplumumuzun tüm kesimlerinin o veya bu sebeple hırpalandığı, ancak tarihe (her kesime göre farklı yorumlanabilecek sonuçlarıyla) iz bırakacağı kesin olan bir zaman diliminden geçiyoruz. Ben de direnmenin fiziki yorgunluğunun yanı sıra, fiziken direnmekten fazlasının şu aşamada elimden gelmemesi ve bu dirençten bir türlü arzu ettiğim ve inandığım içeriklerin çıkmamasının verdiği manevi yorgunluktan mağdurum. 

Bu topraklardaki on yıllardır, esasında yakın tarihe dikkatli bakınca yüz yıllardır süregelen kutuplaşma giderek yumuşayacağına maalesef giderek keskinleşiyor. Her ama her konuda iki aşırı uçtan birinde saf tutmayı toplumsal bir gelenek haline getirdik. Kendimi hiçbir gruba yakın hissetmiyorum, çünkü bu grupların neredeyse tamamı her konuyu “Siz”, “Biz” ve “Onlar” kategorilerinde yorumluyor. “Hepimiz” diyen, “İnsanız” diyen yok, kimi entelektüel birikimini, kimi dinini, mezhebini, kimi kanını üstün görüyor. En üzücüsü de, eğitim seviyesi yükseldikçe azalması beklenen ön yargıların daha da kemikleşmesi. Bu da nesillerin ne kadar ezberci, ne kadar vesayetçi, ne kadar dogmatik beslendiğinin çok net bir göstergesi. 

Uzun yıllardır apolitik olmakla itham edilen son nesil (ki bence de gerçekten çok apolitiklerdi) gezi olayları ile bir silkelendi, internet sayesinde çok hızlı koordine olabildi, Dünya’daki benzer örneklerden feyzalabildi ve çok farklı kaynaklardan beslenebildi. Ancak ilk bir iki günün sonunda, bu hareketin derinlik kazanması ve argüman üretebilmesi için yeterli vakit olmadığından ve/veya sayıca ve ses tonuca baskın bir “cumhuriyet mitingi” zihniyetinin parka hızlıca hakim olması sonucunda, günlerce hatta haftalarca Taksim’de ve diğer direnişlerde duyabildiğimiz en baskın slogan “Hükümet istifa” olabildi. Bunun ne kadar sığ ve eğreti bir talep olduğu ve gezi direncinin ruhuna ne kadar aykırı olduğunu anlayabilmek için bugün Mısır’da Tahrir meydanına 5 dakika gözleri çevirmek yeterli. Öyle veya böyle işleyen demokratik bir ülkede seçimle gelmiş bir partinin gidişi ancak ve ancak seçimle olmalıdır. Toplumun bir kesimi istedi diye toplumun diğer bir kesiminin oylarıyla iktidara gelmiş bir parti devrilmez, devrilmemeli. Bu topraklarda ve tüm Dünya'da bunun aksi oluşumların o yörelerin halklarına ne kadar ağır faturalar çıkardığı aşikarken, bunun aksini hayal etmek dahi en haklı davanın meşruluğuna zarar verir.

Ülkemizin en ciddi sorunlarından biri gerçekten de siyasi muhalefetin zaafları ve eksikleri. Ancak sadece siyasette değil, tüm bireylerin zihnindeki muhalefet anlayışının değişmesi gerekiyor. Muhalefet, “iyi” “kötü” ayırmadan, kendi dünya görüşünde olmayan birilerinin her söylediğine kafadan “hayır” demek veya kendi görüşlerini karşı tarafa ültimatomlarla dayatma anlayışı olmamalıdır. Evet bugünkü iktidarın ve de onun liderinin son derece dayatmacı bir üslubu bulunmaktadır, kendi dünya görüşlerini etraflıca bir toplum mühendisliğine soyunarak hayata geçirme gayretleri ve bu çabalarını da dayandıkları oy tabanlarının sayıca çokluğuyla meşrulaştırma girişimleri bulunmaktadır. Zaten bardağı taşıran da bu anlayış olmuştur, ama maalesef bu anlayış cumhuriyet tarihi (ve öncesi) boyunca görülmüştür. Kitlelerin ilk kez karşılaşmışcasına şaşkınlık içerisinde olmaları esasında şaşırtıcıdır. En basitinden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin icraatlerini tarafsız kaynaklardan okuyanlar, tarihin ne kadar "şaşırtıcı" bir şekilde tekerrürden ibaret olduğunu göreceklerdir, darbeler arasına serpiştirilmiş demokratikleşme çabaları da hep aynı hastalıktan muzdariptir. Dolayısıyla artık kemikleşmiş bir vesayetçi tarza aynı üslup ile karşılık vermek, cumhuriyet tarihi boyunca pek çok sebeple ezilmiş ve toplum mühendisliğinin alasına maruz kalmış (başta mütedeyyin kesim olmak üzere) tüm kesimlere bir gözdağı vermeye çalışmak, bu topluma hiçbir zaman çok hak ettiği barış ve huzuru getirmeyecektir. Tam tersine, güç sadece bir odaktan diğerine geçip duracak ve bu gücün altında halkın ezilmesi, kinle beslenmesi ve kutuplaşması sürmeye devam edecektir.

Meydanlarda hükümet devirmeye değil, kısıtlanan özgürlüklere ve vatandaşlık haklarına, gezi olaylarının çıkış noktası olan, bireylerin yaşadıkları mekanların, onlara danışılmadan yukarıdan dayatmacı usullerle dönüştürülmesine karşı çıkılmasına odaklanılması gerekir. Bu taleplerin, toplanarak, protesto ederek, slogan atarak, ama hiçbir şekilde şiddete bulaşılmayarak iletilmesi son derece meşrudur. Ancak doğru içeriklerin ve haklı taleplerin dile getirildiği tepkiler toplumun tüm kesimlerini kucaklayabilir. İktidara oy vermiş kesimlerin ötekileştirilmediği, aşağılanmadığı bir ortamda, o kesimlerden de bireyler yanlış bulduklarını dile getirme arzusunu/cesaretini gösterebilirler. Başta siyasiler olmak üzere, öfkeyle hareket eden her kesim, olayları/insanları sadece siyah ve beyaz olarak görmeye adeta ant içmiş bir şekilde, toplumsal depresyonun en diplerine doğru yol almakta. Sonsuz renk yelpazesinin, tüm renkleri emen, veya tümünü reddeden, yani esasında hiçbir rengin kendini göstermesine imkan tanımayan iki uç tonunda düşünmeye meyilli bir toplumun aradığı huzuru bulması zaten mümkün değildir. 

Gezi olaylarında bana en çok ümit veren ve en sahip çıkılması gerektiğini düşündüğüm olgu, farklı kesimlerin kardeşliği idi. Her türlü dini inancın, etnik kimliğin birbirine karşılıklı sevgi ve saygı ile bir araya gelmesi, hatta 3 büyük spor takımının kanlı bıçaklı taraftarlarının buluşması, şimdilerde yeryüzü sofralarında herkesin birlikte iftar açıyor olması, kardeşlik özleminin ve potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun birer göstergesi. Bu kaynaşma tüm ülkeye yayıldığında sorunlar kendiliğinden çözülecek ve birlikten gerçekten özgürlükçü bir güç doğacak. Bir de mizah anlayışının bu kadar gelişmiş olması, mizahın tansiyon düşürmedeki etkisi düşünüldüğünde son derece olumlu bir rol oynayacak. Bu mizah anlayışı daha geniş kitlelere ve dolayısıyla da meclise nüfuz ettiğinde sorunların çözümü çok daha kolay olacak.

Son söz olarak en büyük arzum, toplumumuzun tüm kesimlerini kucaklayan, bireylerin temel özgürlük haklarına saygılı, hoşgörülü, “Çoğunluk bizde, biz ne dersek o olur, biz halk için neyin iyi olduğunu halktan daha iyi biliriz” demeyen, vesayetçi anlayışın karşısında duran, mizah sahibi, kendisini eleştirebilen, eleştirten, sürekli gelişen, yerinde saymayan bir siyasi oluşumun bir an önce filiz vermesi. Kendimi hayatımın hiçbir döneminde siyaseten temsil edilmiş hissetmedim. 1% de oy alsa, benim gibi düşünenlere umut aşılayacak, gerektiğinde katkı sağlayabileceğim bir oluşum diliyorum.

19 Mayıs 2013 Pazar

Globe Tiyatrosu ve Kral Lear

Sabancı Vakfı ve Devlet Tiyatroları işbirliğiyle düzenlenen Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali'nde sahne alan İngiltere'nin köklü tiyatrolarından Globe Tiyatrosu, Shakespeare'in meşhur "Kral Lear" oyununu bir akşam da İstanbul Aya İrini'de sahneledi. Bu kadar önemli bir eseri, bu kadar güçlü bir ekipten, Aya İrini gibi büyüleyici bir atmosferde izlemek gerçekten unutulmaz bir deneyimdi.
Shakespeare'in hemen hemen tüm oyunları için geçerli olan, anlatıların hiçbir dönemde güncelliğini yitirmemesi, insanoğlu'nun bıkmadan usanmadan, varoluşunun her döneminde verdiği iktidar mücadelesinin acımasızlığı ve yıkıcılığı üzerine müthiş bir resmediş olan Kral Lear'de bir kez daha gözler önüne seriliyor.
 Topkapı Sarayı Müzesi genel müdürü Haluk Dursun rehberliğinde sarayı gezdiğimiz bir müthiş bir etkinlikten hemen sonra girdiğimiz oyunu izlemeye oldukça seçkin bir izleyici kitlesi gelmişti. Hemen iki sıra önümüzde Kenan Işık, Haluk Bilginer, Ayten Gökçer gibi isimler oturuyordu. Üzülerek belirtmeliyim ki, kendisi Londra'da çok önemli rollerde sahneye çıkmış olan ve Istanbul'da oyun atölyesi'yle sergilediği hiçbir oyununu kaçırmadığım Haluk Bilginer, eseri baştan sona sakız çiğneyerek izledi, bu duruma gerçekten akıl sır erdiremedim. Bu kadar önemli ve kültürlü bir oyuncu bunu yaptıktan sonra, ben bu güncede izleyicilerden ne kadar yakınsam nafile. Yine de bu falso dışında gecenin tadını kaçıracak başka bir kaza ile karşılaşmadık.
Oyun boyunca aklım hep Kurosawa'nın muhteşem "Ran"'ına gitti, ilk fırsatta tekrar bir izlesem diye düşündüm. Bu aralar film izlemeyi bir hayli ihmal etmiş durumdayım, belki "Ran" ile tekrar bir dönüş yaparım.

19 Nisan 2013 Cuma

Haset, Husumet, Rezalet - Arter

İstiklal Cadde'sinde dolaşırken her daim girilmesi gereken mekanlardan bir tanesi de Arter. Sergilerinde hep çağdaş sanatçılara ev sahipliği yapan Arter, bu sergisinde Emre Baykal'ın küratörlüğünde ve "Haset, Husumet, Rezalet" teması altında aşağıdaki sanatçıları bir araya getirmiş.

Selim Birsel
Hera Büyüktaşçıyan
CANAN
Aslı Çavuşoğlu
Merve Ertufan & Johanna Adebäck
Nilbar Güreş
Berat Işık
Şener Özmen
Yusuf Sevinçli
Erdem Taşdelen
Hale Tenger
Mahir Yavuz

En çok ilgimi çeken projenin detaylarını, eserin sahibi Erdem Taşdelen'in kendinden okuyalım;

Worrier
5-channel video installation
48' 23" / 43' 11" / 55' 54" / 56' 06" / 60' 29"
2013
For this project, I went to five therapy sessions with a psychotherapist over the course of two months to resolve my anxieties about my career and being an artist in general. I asked: What if I’m not creative enough? What would happen to me if I stopped being an artist? What satisfaction do I get from exposing myself? Why do I envy more successful artists? Will I be happy if I am successful? This work was produced with the support of ARTER specifically for an exhibition titled Envy, Enmity, Embarrassment curated by Emre Baykal. Although the presence of the cameras during the sessions necessitated a certain amount of self-editing, the videos are all shown in their entirety, which inevitably puts me in a vulnerable position and investigates whether a work of art can be viewed separately from its creator’s personality.

18 Nisan 2013 Perşembe

Duvar resminden korkuyorlar - Salt Beyoğlu

Sanat Dünyası'ndan pek çok önemli insanı bir araya getiren Görsel Sanatlar Derneği'nin 70'li yıllar ve askeri darbe esnasında başından geçenler, döneme net bir ayna tutuyor. Sıkı bir arşiv çalışmasıyla o yıllara ait pek çok belge, fotoğraf ve gazete kupürü bir araya getirilmiş. Salt Galata'nın duvarlarına dizili sayısız evrak saatlerce okunabilir, ama hızlıca bir bakış atmak dahi, o zaman diliminde yaşananlara dair çok net bir fotoğraf ortaya çıkarıyor. Günümüzde sanat ve sansür çerçevesinde sıkça yaşanan tartışmalara denk gelmesi ayrıca düşündürüyor. Serginin başlığı/sloganı da çok çarpıcı seçilmiş. İstiklal Caddesi'ne yolunuz düştüğünde, o kuru kalabalıktan kendinizi iki adımla kurtarıp nefes alabileceğiniz bu vahaya girebilirsiniz, ama nefesiniz başka bir türlü kesilir mi, onun garantisini veremem.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Çöl ve Deniz Arasında - Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi’nden Bir Seçki - Pera Müzesi

Pera Müzesi'nde "Nicholas Muray" ile eşzamanlı sergilenen bir diğer seçki de Ortadoğu kaynaklı. Farklı kuşak ve tarzlardan derlenmiş olan bu küçük seçki, bir bütünsellik arz etmezken çok özgün eserler ihtiva ettiği de söylenemez. Serginin tanıtımında sıkça kullanılan yukarıdaki eserde de net şekilde gözükebildiği üzere, yapıtların büyük kısmını batılı çağdaşlarından birine öykündürmek mümkün. Ortadoğu'nun en önemli koleksiyonlarından birine sahip olduğu belirtilen Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi, güzel eserlerini bence Pera ile paylaşmaktan imtina etmiş.

16 Nisan 2013 Salı

Nickolas Muray - Bir Fotoğrafçının Portresi - Pera Müzesi

Hollywood'da pek çok yıldızı fotoğraflamış olan Nickolas Muray, başarısını büyük markalar için yaptığı renkli reklam çekimleri ile yakalamış. Günümüzde gelişmiş dijital teknoloji ve photoshop zihniyeti ile mertliğin çoktan bozulduğu fotoğrafçılık sanatıyla kıyaslandığında etkisi zayıf kalabilen fotoğraflarını mutlaka o günün koşullarında değerlendirmek gerekiyor. Yine de pek etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. İlgilimi esas çeken, büyük aşk yaşamış olduğu Frida Kahlo'yu sayısız kere fotoğraflamış olması. Kahlo'nun bilinen bütün portre resimleri, Muray'ın parmağını deklanşöre değdirmesi sonucu kağıda gelmiş.


15 Nisan 2013 Pazartesi

Tehlikeli Oyunlar - Seyyar Sahne

Oğuz Atay'la tanışmam, pek çok gencimiz gibi melankoliden muzdarip ergenlik döneminde "Tutunamayanlar" ile olmuştu. "Tehlikeli Oyunlar" romanını okumamıştım, ama Seyyar Sahne'nin muhteşem uyarlamasıyla okumuş kadar oldum. Romanı okumadan bir uyarlamayı nasıl övebileceğim akıllara takılmış olabilir, ama oyunu izleyenler anlayacaklardır. Erdem Şenocak'ın tek kişilik ayakta alkışlanacak performansıyla roman kahramanları ile tanışıyoruz, tüm karakterleri aynı kişinin canlandırıyor oluşu, bu karakterlerin gerçek mi yoksa, baş karakterin hayal dünyasının bir parçası mı olduğunu sordurtuyor ki, benim algıma göre kesinlikle çok yalnız tek bir kişi söz konusu. Gerçi roman bu konuda okuyucuyu gerçek bir ikilemde bırakıyormuş, bunu da romanın artı hanesine yazalım. Son derece minimalist olan dekor sadece yan yana asılmış iki salıncaktan oluşuyordu, ancak hikaye anlatımında, müthiş bir koreografi ile sayısız sahnenin betimlenmesinde çok yaratıcı bir şekilde kullanıldılar. 130 dakika süren oyunun repliklerinin nasıl ezberlenebildiği muamması bir yana, sadece bu salıncaklarla gerçekleştirilen koreografinin bile akılda tutulunabilinmesi bana çok zor geldi. Dolayısıyla emeği geçenlere ve başta Erdem Şenocak'a şapka çıkarılır. Kaçırmayın.

Konsept ve Yönetim: Celal Mordeniz
Metni Düzenleyen ve Reji Danışmanı: Oğuz Arıcı
Metni Düzenleyen ve Oynayan: Erdem Şenocak

14 Nisan 2013 Pazar

Tariq Ali - Salt Galata

Pakistanlı düşünür, yazar Tariq Ali'yi çok yakın bir dostumun sayesinde Salt Galata'da dinleme şansına sahip oldum. Noam Chomsky ve Zizek kadar geniş kitleler tarafından tanınmasa da, en az onlar kadar ezber bozan, göz/zihin açan, tüm bilinenleri (bilindiğini sanılanları) sorgulatan bir hatip.
“Türkiye NATO İç ve Dış İlişkiler” başlıklı konuşmasında son derece yalın ve anlaşılır bir dille, içinde yaşadığımız çarkların nasıl döndüğünü, bağlı olduğumuz ipleri kimlerin tuttuğunu bir güzel anlattı. Bir beş dakika gecikerek vardığım Salt'ın bu güzel binasında içeri izdihamdan nasıl girerim diye endişelenirken, çok çok üzülerek boş bir salonla karşılaştım. Neredeydi İstanbul'un pek bilmiş aydınları, bilgiye aç pırıl pırıl gençleri. Söyleşinin sonunda gelen sorular da salonun büyük bir kısmını doldurmuş olan yabancılardan geldi. Sadece son soruyu soran, aksanından anlaşıldığı üzere bizim topraklardandı, o da 10 dakika konuşmasına rağmen sonunda bir soru sormadı, sadece yorum yaptım diye, yaptığı kakaya gururla bakan bir bebek misali sırıttı. Tariq Ali'nin çizdiği Dünya resmine mi dert yansak, ne olacak bizim insanımızın bu hali diye mi tasalansak bilemedik.
Konuşmayı kaçıranlar üzülmesin, konuşmanın tamamı aşağıdaki linkten izlenebilir. Tariq Ali'nin başta Rothko Chapel'de yaptığı konuşma olmak üzere tüm youtube kayıtlarını dinlemenizi salık veririm.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Mashrou Leila - Babylon

Beyrut'a olan hayranlığımdan, İbrahim Maalouf'un konseri üzerine yazdığım notlarda bahsetmiş, Mashrou Leila'nın müziğine bayıldığımı da belirtmiştim. Bir denk getirsek de Baalbek Festivali'nde onları yakalasak diye hayallar kururken, İstanbul'un hareketli konser hayatı bu rüyamızı da gerçekleştirdi ve onları Babylon'da izleme imkanına kavuştuk. Karizmatik solistleri ve hafif içedönük grup elemanlarıyla kulaklarımızı Lübnan kaynaklı müziğe doyurdular. Tek sıkıntı, İbrahim Maalouf konserindeki muhteşem izleyicinin yerini Babylon'da konser izlemeye gelmemiş, onun yerine bolca muhabbet edip kahkaha savurmayı gaye edinmiş garip bir güruhun almış olmasıydı, ama Mashrou Leila ile buluşmanın keyfini hiçbir şey kaçıramazdı.
Onları bir gün de Baalbek'te dinleyebilme dileğiyle...

24 Şubat 2013 Pazar

Oscar Ödülleri - En iyi oyuncular

En iyi kadın oyuncu ödülü : "Amour"'da Emmanuelle Riva'yı çok beğenmiş olmakla birlikte, bu yılki favorim "Zero Dark Thirty"'deki CIA ajanı rolüyle Jessica Chastain. İlk olarak "Tree of Life"'da izleyerek oyunculuk gücüne hayran olduğum Chastain her filminde etkileyici performanslar ortaya koymaya devam ediyor. Bin Ladin'in yakalanmasına önayak olan kadın ajan rolünde de çok başarılı.

En iyi erkek, yardımcı erkek ve kadın rollerinde favorilerim ayı filmden;

Paul Thomas Anderson ve The Master (2012)
Joaquin Phoenix'in vücuda getirdiği bir savaş gazisi, Philip Seymour Hoffman'ın canlandırdığı tarikat liderinin etkisi altına giriyor ve bir nevi köle-sahip ilişkisi yaşıyorlar. Muhteşem görselliğine rağmen, yönetsel zaafların filmin akışına ve ikna ediciliğine zarar verdiğini düşünüyorum, ancak Phoenix'in müthiş performansı, Hoffman ve eşi rolünde Amy Adams'ın oyunculuklarıyla birleşince ortaya çıkan sonuç ilginç ve izlenebilir. Bu üçlü hak ederek Oscar adayılar, ve başta Phoenix olmak üzere ödül alacaklarını tahmin ediyor ve umuyorum.

Oscar Ödülleri 2013 - En iyi Film

Bu gece Oscar ödülleri sahiplerini bulmadan değerlendirmemi, beğeni sırama göre yapayım;

Ang Lee ve Life of Pi (2012)
Bir fırtına sonucu okyanus ortasında batan bir gemiden sağ çıkabilen tek sandalı, bir delikanlıyla bir kaplanın paylaşması üzerine 2 saatlik bir film izleyeceğimi söyleseler, bunun ancak uçuk bir çizgi film olabileceğini düşünürdüm. Ama Ang Lee, yine yapacağını yaptı, tüm filmografisinde olduğu üzere bambaşka tarz bir eserle karşımıza çıktı, ve yine türünün en iyi örneklerinden birini verdi. Adaylar arasında kanımca en özgün ve kaliteli olanı.

Michael Haneke ve Amour (2012)
Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ile dönen bu filmin, Oscar Ödüllerinde hem en iyi yabancı film, hem de en iyi film dalında yarışması büyük bir sürpriz, tam elmayla armut kıyaslama durumu söz konusu. Haneke'nin her filmi gibi bu da müthiş bir eser, ancak beni diğer eserleri kadar sarsmadı. Bunun iki tane sebebi var; ilk olarak Haneke "Das Weisse Band" ile "EN" filmini yapmıştı, bundan daha iyi bir Haneke filmi düşünemiyorum, eğer onun yerinde olsam, üzerine bir şey eklemem mümkün olamayacağı için sinemayı bırakabilirdim. Bir de bu filmde işlediği iki tema, yaşlılık ve ölümcül hastalık, daha önce Andreas Dresen'in "Wolke 9" (2008) ve "Halt auf freier Strecke" (2011) filmlerinde oldukça güçlü ve vurucu şekilde işlenmişti.

David O. Russell ve Silver Linings Playbook (2012)
Aday filmler arasından çıkan en hoş sürpriz oldu. Ruhsal sorunları olan ve Bradley Cooper tarafından çok başarılı şekilde canlandırılan bir öğretmenin, bir süre kaldığı klinikten çıkarak eve dönmesiyle, hayata tekrardan adapte olma sürecini anlatan bu kıvamında komedi, karşısına yine ruhsal sorunlar yaşayan bir kadının (Jennifer Lawrence) çıkmasıyla sevimli bir romansa dönüşüyor.

Kathryn Bigelow ve Zero Dark Thirty (2012)
Bu listenin diplerinde bulunan "Argo"'ya olan tepkimin önemli bir kısmını etik açıdan filmi yargılamamdan kaynaklanıyordu. Ancak bu durum kötü oyunculuklar ve kötü yönetmenliklen de birleşiyordu. Bin Ladin'in yakalanış hikayesini anlatan Bigelow ise güçlü bir kadroyla oldukça sağlam bir film koyuyor ortaya. Amerikan tarafını (her ne kadar zaaflarını da gösterse) fedakar kahramanlar, karşı tarafı ise hamam böceği misali ezilesi, işkence edilesi caniler olarak tasvir etmesini ise bir kenara not etmek gerekir.
 
Steven Spielberg ve Lincoln (2012)
Gerçekten şaşırdım, ABD'nin en efsani liderlerinden biri Spielberg gibi klişelere meyleden bir yönetmen tarafından resmedilince, ortaya vıcık vıcık bir amerikan vatanperverlik bulamacı çıkar diye düşünmüştüm. Sinirlerimin sağlam olduğu bir dönemde izlemeye gayret ettiğim yapım, tersine sadece Lincoln'ün köleliğin kaldırılışı için verdiği mücadeleye, anaakım izleyicisini sıkma pahasına, odaklanıyor.

Benh Zeitlin ve Beasts of the Southern Wild (2012)
Bu film hakkında yorum yapmak oldukça zor. ABD sınırları içinde vahşi doğada bağımsız hayat süren bir grup insanın büyük sel felaketiyle varoluşlarının tehdit altında kalmalarını anlatan eserin çok özgün olduğu kesin, ancak filmin dağınık yapısı, izlenmesini biraz güçleştiriyor. Başrolündeki küçük kızın (en iyi kadın oyuncu adayı) performansı da filmin biraz önüne geçiyor.

Quentin Tarantino ve Django Unchained (2012)
Tarantino, bilindiği üzere sinema tarihine şiddeti estetize etmesiyle özgün bir imza attı. Bu imzanın günümüz gençliğine etkisinin etik tartışmalara yol açmasını bir yana bırakırsak, benim için önemli olan, filmleri şiddetten arındırıldığında geriye ne kaldığıdır. "Inglorious Basterds" (2009)'da kalan beni son derece tatmin ederken, "Django Unchained"'de kalan hayal kırıklığına uğrattı. Christoph Waltz ce DiCaprio'nun başarılı performansları da filmi kurtaramazken, Jamie Foxx'un canlandırdığı, özgürlüğüne yeni kavuşan kölenin sahip olduğu inanılması güç yüksek özgüven de hikayenin tutarlığına darbe vuruyor.

Ben Affleck ve Argo (2012)
Şu yazıda film hakkında son derece olumsuz olan tepkimi dile getirmiştim. Ödülü alması tam bir soytarılık olur.

Tom Hooper ve Les Misérables (2012)
Her yıl bu ödüllerden bahsederken, mutlaka bir filmi izlerken büyük acı çektiğimden bahsederim. Bu yıl "Les Misérables"'ı izlerken çektiğim acıyı ve hissettiğim sıkıntıyı tasvir etmem çok zor. Hugh Jackman ve Russell Crowe' müzikal söyletmek hangi aklıevvelin fikri idiyse tebrik ediyorum. Hemen hiçbir parlak anı olmayan bir müzikalın, zayıf müzikalitesi, amatör seslerle buluşmasıyla ortaya çıkan sonucun, yılın en iyi filmi ünvanına aday olması, "Argo"'yla birlikte bu yılki olağan Oscar skandalları. Hugo'nun "Sefiller"'ini okumamış olup okumayı da düşünmeyenler, bu hikayeyi 1998 yapımı usta yönetmen Bille August'un elinden çıkmış, ve başrolünde Liam Neeson'ın bulunduğu filmden dinlesinler.

9 Şubat 2013 Cumartesi

2012 Bakiyesi - Dramlar 4


Gustavo Taretto ve Sidewalls (2011)
Sidewalls, Buenos Aires'de geçen çok sevimli bir romans. Birbirini tanımayan iki gencin hikayelerini ayrı ayrı izliyoruz, büyük şehrin göbeğinde son derece yalnızlar, ve esasında birbirlerine çok uygunlar, ama hayat onları karşı karşıya getirecek mi?

Gary Ross ve Pleasantville (1998)
Tobey Maguire ve Reese Witherspoon'un başarıyla canladırdıkları iki kardeş 90'lı yıllarda, bir şekildeki kendilerini izlemekte oldukları, 50'li yıllarda geçen TV dizisinin içinde bulurlar. İki dönemin birbirinden çok farklı olan hayata bakış açıları, değerleri çarpışır, iki kardeş siyah beyaz olan dizinin yer yer renklenmeye başlamasını sağlayacak değişimlere vesile olurlar.

Clint Eastwood ve J. Edgar (2011)
Eastwood, ileri yaşında birbirinden ilginç filmler yönetmeye devam ediyor. Leonardo Di Caprio'nun canlandırdığı J. Edgar, FBI'ı 50 yıl boyunca yöneten, şekillendiren kişi olmuş. Sadece soğuk savaş döneminde ajanlar veya her türlü kanunsuzlar hakkında değil, toplumun önde gelen liderleri, yöneticileri, politikacıları hakkında da dosyalar tutmuş, özel hayatları hakkında topladığı bilgileri onlara karşı kullanmış, bu şekilde dokunulmaz bir pozisyona gelmiş. Kimse ona dokunamazken, kendi özel hayatı da oldukça ilginç. Uzun yıllar birlikte çalıştığı erkek meslektaşı ile tatilleri dahil, ömrünün sonuna kadar özel hayatının neredeyse tamamını paylaşmış. Çok yakın iki dost olduklarını belirtmelerine rağmen, bunun dostluğun çok ötesinde bir ilişki olduğu hep iddia edilmiş, ancak hiçbir zaman ispatlanamamış.

Bahman Ghobadi ve A Time For Drunken Horses (2000)
İranlı yönetmen Ghobadi'den şu yazıda kısaca bahsetmiştim. Daha önce beğendiğim filmleri gibi, bu filmi de İran'la Irak sınırına sıkışmış kürtlerin trajik hikayelerine tanıklık ediyoruz. Bu sefer, 12 yaşında aile reisliğini, babası ölmüş olduğu, için sırtlanmak zorunda kalmış bir oğlan çocuğun, acil ameliyat olması gereken özürlü kardeşini son derece zor koşullarda sınırdan geçirme mücadelesini izliyoruz. İç parçalayan bu hikaye belgesele yaklaşan bir gerçekçilikle resmediliyor.

Bille August ve Best İntentions (1992)
Ingmar Bergman'ın kaleminden çıkan senaryoyu diğer bir usta yönetmen Bille August yönetiyor. Fakir ve din eğitimi almakta olan bir üniversite öğrencisiyle, zengin bir ailenin kızının aşkı, sayısız zorluk ve sınavdan geçmek zorunda kalır. Cannes Film Festivali'nde altın palmiye ile taçlanmış bir başyapıt.

7 Şubat 2013 Perşembe

2012 Bakiyesi - Dramlar 3

Icíar Bollaín ve Tambien la lluvia (2010)
Bolivya'da yurtdışından gelen bir film ekibi, Christopher Columbus üzerine bir film çekmektedir. Yüzlerce yıl önce Avrupa'lıların kıtalarına çıkmaları ve toprakları üzerinde hak iddia etmeleri üzerine mağdur olan yerli halkı, yine Bolivya'nın yerel halkı canlandırıyor. Bu arada devletin, su işlerini özelleştirmesi üzerine, fakir halkın doğal su kaynakları ellerinden alınmaya başlıyor, hayat damarlarından olan insanlar da haklı olarak isyana başlıyorlar. Film çekimleri de ülkenin karışması üzerine sekteye uğruyor. Burada kurulan paralellik gerçekten müthiş, 500 yıl önce emperyalist güçlerin yaptığı köleleştirmeyle, günümüzde sinsi kapitalizmin başını çektiği köleleştirme arasında hiçbir farkın bulunmaması, insanların ellerinden "yağmurlarının dahi" alınıyor olması, izleyeni çok fena çarpıyor.

Steve McQueen ve Shame (2011)
Günümüz toplumlarında, insanların giderek bireyselleşmesi, yalnızlaşması, yabancılaşması ilişkilerine de yansıyor. O kadar steril ve kopuk hayatlar yaşanıyor ki, insanlar sağlıklı cinsellikten de uzaklaşmaya başladılar, cinsellik de metalaştı, sanallaştı. Bu film çok cesur bir şekilde, başroldeki Michael Fassbender'in de çok güçlü oyunuyla bu konuyu işliyor.
 


Andrey Zvyagintsev ve Elena (2011)
Yönetmen Zvyagintsev'den şu yazıda büyük övgüyle bahsetmiştim. Üçüncü filmi de ilk ikisinin izinden gidiyor, farkı ise daha çok iç mekanda çekilmiş olması, ilk iki film doğa ve muhteşem görsellik içeriyordu. Dolayısıyla üçüncü filmin işi çok daha zor, saf içeriğiyle izleyiciyi bağlamak ve etkilemek zorunda ki bunu da zorlanmadan başarıyor. Çok zengin bir Rus, bakıcısı/hizmetlisiyle evlidir. Ciddi bir rahatsızlık geçirdiğinde, uzun zamandır ortalıkta olmayan kızı birden meydana çıkar ve bir ölüm durumunda mirasın ne olacağı kafaları kurcalamaya başlar. Eş rolünde Elena Lyadova döktürüyor ve Zvyagintsev, insan doğasına acımasız aynasını tutmaya devam ediyor.


Andreas Dresen ve Halt auf freier Strecke (2011)
En favori yönetmenlerimden Dresen'den sanırım daha önce hiç bahsetmemiştim. Sinemasıyla tanışmam, 2003 yılında İstanbul Film Festivali için "Halbe Treppe"'nin altyazılarını çevirmemle başladı. Altyazı çevirisi, eğer film kötü çıkarsa tam bir kabusa dönüşebilir, çünkü sahneleri tekrar tekrar izlemeniz gerekir, ancak iyi bir film ise bir keyfe dönüşür. "Halbe Treppe"'yi sadece bir kere izleseydim, belki de sadece iyi bir film deyip geçecek, ama sıkı bir Dresen takipçisi olmayacaktım. Dresen'in son derece insan odaklı ve yalın sinemasının örnekleri olarak aşağıda izlemiş olduğum filmleri sıralamak isterim;
Wolke Neun 2008
Sommer vorm Balkon 2005
Willenbrock 2005
Halbe Treppe 2003
Nachtgestalten 1999
Raus aus der Haut 1997
Son filmi "Halt auf freier Strecke" Cannes 2011'de "Un Certain Regard" bölümünde gösterilmişti. Bir aile babasının beyin tümörüne sahip olduğunu ilk sahnede öğreniyoruz. Sonrasında başta çekirdek ailesi olmak üzere, çevresindeki insanların bu durumla başa çıkma şekillerini olabilecek en doğal ve sade anlatım diliyle Dresen'in kamerasından izliyoruz. 

Lena Dunham ve Tiny Furniture (2010)
1989 doğumlu yönetmen Xavier Dolan'ın genç yaşında gösterdiği başarının bir benzerini de 1986 doğumlu Lena Dunham gösteriyor. İlk olarak kendisini, New York'da hayata yeni atılan 4 genç kızın etrafında dönen hikayelerin anlatıldığı "Girls" dizisinde tanıdık, hem dizinin yaratıcısı, hem de başrol oyuncusu idi, bu aralar çok beğendiğimiz dizinin ikinci sezonu başladı. Kendisini biraz araştırınca dizinin kaynağının yine Dunham'ın yazıp yönettiği "Tiny Furniture" olduğunu gördüm. Film de dizi kadar başarılı, ikisini de tavsiye ederim.

6 Şubat 2013 Çarşamba

2012 Bakiyesi - Dramlar 2

Roland Joffé ve The Mission (1986)
Son 30 yılda Cannes'da Altın Palmiye kazanmış filmlerden iki üç tanesini henüz izleyememiştim, "The Mission" da bunlardan bir tanesiydi. Başrolünde Robert De Niro'nun bulunması ve Hollywood'un bolca işlediği Amerika'daki yerli halkların Avrupa'lı işgalciler tarafından sömürülmesi teması, filme mesafe koymama sebep olmuştu, ama önyargımın aksine derli toplu bir eser olmuş.. O yıl yarışan filmler arasından benim favorim tartışmasız Jarmusch'un müthiş "Down by Law"'u olurdu, ama jüri başkanının Sydney Pollack olduğu düşünülürse, "The Mission" seçimi anlaşılabilir.

Michael Caton-Jones ve Shooting Dogs (2005)
Ruanda'da, Tutsi'lerin Hutu'lar tarafından katliama uğramaları "Hotel Rwanda" (2004)'da çok etkili bir şekilde resmedilmişti. "Shooting Dogs" da aynı konuyu işliyor, özellikle Nato'nun bu katliamda ne kadar büyük (ve aymaz) bir rol oynadığı (bkz. Bosna katliamı) bir kez daha gözler önüne seriliyor.

 
Jay ve Mark Duplass ve Jeff Who Lives at Home (2011)
"Cyrus" (2010) ile çok başarılı bir bağımsız yapıma imza atan Duplass kardeşlerin, bu filminde "How I Met Your Mother"'dan tanıdığımız Jason Siegel (Marshall), 30'lu yaşlarında, hala annesiyle yaşayan, hayatıyla ilgili ne yapacağına dair bir nevi sinyaller bekleyen, ve sinyal olduğuna kanaat getirdiği bir durumun peşine takılan bir karakteri canlandırıyor. "Cyrus"'ta başarıyla tutan hamur, bu sefer mayalanmakta zorlanmış.

Radu Mihaileanu ve Le Concert (2009)
Yönetmen Mihaileanu'nun çok güçlü iki filminden geçen sene şu yazıda bahsetmiştim. Maalesef "Le Concert" hayal kırıklıkları hanesine yazılabilecek bir film. Uzun yıllar önce politik sebeplerle Bolshoi Orkestrasından uzaklaştırılan ve sefalet içinde yaşayan Rus müzisyenler Fransa'da verilecek bir konser için tekrar bir araya geliyorlar.

Gavin O'Connor ve Warrior (2011)
Hollywood, Rocky tarzı dövüş filmlerinden hiç vazgeçmiyor. Bu türe hiç sempati beslememekle birlikte son yıllarda Clint Eastwood'un "Million Dolar Baby" (2004)'sini ve Darren Aronosfsky'nin "The Wrestler" (2008)'ını çok beğenerek izledim. Geniş kitlelerce beğenilen "Warrior" ise yüzlerce benzerinin bir taklidi olup, bu türe hiçbir katkısı olmayan bir maçoizm yumağı olmanın ötesine geçemiyor.

Shainee Gabel ve A Love Song For Bobby Long (2004)
John Travolta ve Scarlett Johansson'un başrolünde olduğu film, geçen sene izlediklerim arasında en kötülerden. Annesinin öldüğü haberini alınca, onun evinde yaşamak için New Orleans'a geri dönen genç bir kız, evin, annesinin iki arkadaşı tarafından işgal edilmiş olduğunu görür. Ne anlattığı, niye anlattığı belli olmayan anlamsız bir film.

5 Şubat 2013 Salı

2012 Bakiyesi - Dramlar 1

Şubat ayına geldik, ama 2012'de izlediğim filmlerden yazacaklarımı hala tamamlayamadım. Dramlarla son dört yazıya geldik. İlk iki yazıda vasat olanları, ikinci ikilide ise gerçekten beğendiklerimi, ve esasında teker teker yazıyor olmam gerekenleri not düşüyor olucam.

David Cronenberg ve A Dangerous Method (2011)
Öncelikle vasatın iyisinden başlayalım. Konu, Jung ve Freud, ortalarında histeri hastası bir kadın olunca, başrollerde Mortensen ve Fassbender gibi iki güçlü oyuncu olunca, en önemlisi de yönetmen Cronenberg olunca, doğal bir sonuç olarak çarpıcı bir eser bekleniyor, film de biraz bu beklentilerin altında eziliyor.

David Mackenzie ve Perfect Sense (2011)
Dünya'da insanların duyularını yitirdikleri bir salgın baş gösterir. Bu ortamda Ewan McGregor ve Eva Green'in canlandırdıkları karakterler tanışır ve bir ilişki yaşamaya başlarlar. Son yıllarda çıkan salgın filmleri gibi hızla yayılan hastalığa ve yıkıma değil de, iki insanın aralarında gelişen ilişkiye etkilerini merkeze alması olumlu, ancak sonuç beni hiç ikna etmedi ve etkilemedi.

Lasse Hallström ve Salmon Fishing in the Yemen (2011)
Söz Evan McGregor'dan açılmışken, bu filme de değinelim. Bir önceki filmle zamanın en güzel aktrislerinden Eva Green ile oynarken bu sefer de bir başka güzel Emily Blunt'la rolleri paylaşıyor. "Chocolat" (2000) ile tanınan yönetmen Hallström'ün bu son filmi, ismi gibi özgün bir hikayeye sahip ancak karakter çizimi tutarlı değil, merkezdeki McGregor'un karakteri filmin her kesitinde başka bir kimliğe bürünüyor, bu da inandırıcılığa darbe vuruyor.

Tony Kaye ve Detachment (2011)
Başroünlde Adrien Brody'nin bulunduğu film, sıradışı okul öğretmeni profiliyle bana biraz "Half Nelson"'ı (2006) anımsattı, ama onun eline su dökmesi mümkün değil, zira onun düşmediği tuzaklara düşerek, sayısız gereksiz klişe duygu sömürüsü barındırıyor.

S.J. Clarkson ve Toast (2010)
60'lı yıllar Britanya'sına nostaljik bir bakış atan film, Helena Bohem Carter'ın varlığına rağmen yer yer sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.

Granaz Moussavi ve My Tehran For Sale (2009)
Mutlaka ki İran'da hayat kolay değil, özellikle de dışarıdan bakanların bu zorlukları algılayabilmesi de pek mümkün değil. Türkiye de dahil olmak üzere yeryüzünde pek çok ülkenin kendine göre zorlukları var. Sinema mecrasının sadece şikayet veya kötüleme amaçlı kullanılması, her ne kadar anlatılanlar gerçek de olsa beni rahatsız ediyor, çünkü önyargıya bulanmış insanların kanılarını iyice kemikleştiriyor ve hoşgörünün yollarını tıkıyor. Kuru kuru şikayet etmek, ve bununla prim yapmaya çalışmak yerine, en sert eleştirileri güçlü bir sinemanın içinde eritmek çok daha etkili bir yöntem olsa gerek. Tahran'ını satışa çıkaran Moussavi de bunu benimsese çok daha iyi bir film ortaya çıkabilirdi.

4 Şubat 2013 Pazartesi

2012 Bakiyesi - Suç Filmleri

Jean-François Richet ve Mesrine: Killer Instinct (2008)
60'lı, 70'li yılların Fransa'da pek çok şiddet olayına kaynak olmuş, dönemin en tanınan gangesteri Mesrine'in yükselişi, güçlü oyuncu Vincent Cassel'in başrolde olmasına rağmen, sıradan ve fazlaca anaakım sinema diliyle resmedilmiş.


Andrés Baiz ve La Cara Oculta (2011)
Ünlü bir orkestra şefinin kız arkadaşı çok mistik bir şekilde ortadan kaybolmuştur, ama esasında dokunacak kadar yakındadır. Daha fazla ispiyon vermeyeyim, fikir müthiş, ama zayıf oyunculuklara yönetsel zaafların eklenmesiyle, bu son derece iyi gerilim malzemesi harcanmış.

Morten Tyldum ve Headhunters (2011)
Bu film, edebi pek bir değeri olmayan, ama bitirene kadar elinizden bırakamadığınız bir polisiye gerilim kitabına benziyor. Tam bir dolandırıcı olan baş karakter, sanat eseri hırsızlığı yaparak büyük bir servetin ve çok güzel bir eşin sahibi olmuştur, ama son icraatinde sert bir kayaya toslar, ve işler çığırından çıkar. Sürprizleriyle sürekli şaşırtmayı başaran film, türünün kaliteli bir örneği.

Ole Bornedal ve Just Another Love Story (2007)
Kendi hayatından bunalmış olan bir aile babası, ağır bir trafik kazası geçiren bir kadının erkek arkadaşı olarak algılanınca, belki de bir kaçış olarak bozuntuya vermez, ama bu naif aldatmaca, kendisini karmaşık olayların ortasında bulmasına sebep olur. Zorlama durmaya çok müsait olan bu malzemeyi işlemek, çok ince bir işçilik gerektiriyor, ancak bu meydan okuma yönetmene bir numara büyük gelmiş.

 Óskar Jónasson ve Reykjavik-Rotterdam (2008)
İskandinav yapımlarından devam ediyoruz. Eski bir hükümlü, maddi zorluğa düşünce eski yasadışı uzmanlığını devreye sokar ve Reykjavik-Rotterdam arasında gemiyle alkol kaçakçılığına soyunur. Usta yönetmen Baltasar Kormákur'un başrolünde olduğu film, komedi ve aile dramını, polisiye ile harmanlıyor ama bence sıradan olmanın ötesine geçemiyor.

Hector Babenco ve Carandiru (2003)
Brazilya'nın en büyük hapishanesi Carandiru'da AIDS'le mücadele için göreve başlayan bir doktorun gözünden hapishanedeki dramlara şahitlik ediliyor. Çok farklı profildeki hükümlülerin hikayelerini dinlerken, bir yandan da bir trajedinin sinsice yaklaştığı seziliyor.

James McTeigue ve The Raven (2012)
Edgar Allen Poe'nun yazdığı polisiye hikayelerdeki cinayetlerin, aynen yazıldığı şekillerde işlenmeye başlanması, tüm şüpheleri yazarın üzerinde toplar. Tüm bunlar bir komplo mudur, Poe, başı iyice derde girmeden bu komployu çözebilecek midir? Başrolünde de John Cusack olunca, ister istemez böyle bir senaryodan çok güçlü bir film bekleyenler maalesef hayal kırıklığına uğrayacaklar.