11 Kasım 2019 Pazartesi

Film Güncesi - Ekim 19


Bu günceye ilk başladığımda amacım sinema üzerine yazmaktı, çok film izliyordum, ve hafızamın derinliklerinde kaybolmadan önce bu filmlerle ilgili notlar almak istiyordum. Ama izlediğim kadar yazamadıkça, izlemek çok kolay, yazmak çok zor (en azından benim için), sık sık da yazma motivasyonum düşüyordu, yazılacak filmler listemin altında eziliyordum. Film izlediğim kadar konsere, tiyatroya, sergiye gidemediğim, kitap okuyamadığımdan onları günceye not düşmek daha kolay oluyordu, ayrıca bu faaliyetlere ve bana hissettirdiklerine seneler sonra dönüp bakmak da en az filmleri hatırlamak kadar cazipti, buna bir de şimdilerde çocuklara hatırat bırakma motivasyonu eklendi. Esasında güncenin ismini "in the mood for cinema"'dan "in the mood for life"'a çevirmek daha doğru olur, zira tüm yazılar hayattan keyif aldığım anlara dair. Günceye bugün başlasam, sitenin adresinde de kendi ismimi kullanmazdım. 10 sene önce tüm mecralarda kendi ismimi almak gibi bir endişem vardı, sanki başkası kullansa bir sorun olurmuş gibi, blogger'da da kendi ismimi almıştım. Yazmaya başladığımda da esasında koruma amaçlı almış bulunduğum bu hazır adresi kullanmaya başladım. Bugün değiştirsem, sosyal mecralarda vermiş olduğum tüm bağlantılar kırılacağından, artık böyle ego kokan bir adresle idare etmem gerekiyor.

Uzun lafın kısası birazcık güncenin mevcut ismine saygı göstererek, filmlere biraz daha fazla yer vermeye çalışacağım, izlediğim filmlere dair sadece 1-2 cümle edip notlamaya, ve aylık olarak gruplayıp bir yazının içine tıkıştırmaya, eğer çok beğendiğim bir film olursa veya çok değer verdiğim yönetmenlerin yeni filmlerine denk gelirsem, mümkün olduğunca, vakit bulabildikçe ayrı bir not düşmeye karar verdim. Günceye yazmadığım yıllar, aylarda izlediğim filmlerden özür dileyerek geçen ay izlediğim filmlerden alfabetik sırayla başlıyorum.

Arctic (2018) - Joe Penna



Hayranı olduğum Mads Mikelssen uğruna izlediğim Arctic, kutuplarda bir helikopter kazası sonrası hayatta kalma mücadelesi veren bir adamın hikayesini anlatıyor. Pek çok açıdan iyi kotarılmış ama bir film olarak maalesef fazla iz bırakmıyor. Notum 6.

Between Two Ferns The Movie (2019) - Scott Aukerman



Fragmanına tav olup, kendisinde hayal kırıklığına uğradığım bir film. Zach Galifianakis Hollywood'un büyük yıldızlarıyla abzürt röportajlar yapıyor, söyleşiler fena değil, yer yer komik ama filmin iskeletini oluşturan kurgu maalesef abes ve sıkıcı. Notum 4.

Blade Runner 2049 (2017) - Denis Villeneuve



1982 yapımı aslı tam bir başyapıt olunca, hayal kırıklığına uğramaktan çekindiğimden bir türlü izlemeye ikna edememiştim kendimi. Sonunda cesaretimi topladım, hayal kırıklığına uğradım diyemem, ama selefinin yanına yaklaşamadığını da söylemek zorundayım. Yönetmen Villeneuve'e eseri bir aksiyon filmine çevirmediği ve atmosferini koruduğu için müteşekkirim. Bir devam filmi olmakla beraber, aslının üzerine yeni bir şeyler ekleyip söylemeyi maalesef başaramıyor. Notum 7.

Grüsse aus Fukushima (2016) - Doris Dörrie



Dörrie'nin 90'lı yıllardaki filmlerini izlemiştim, özellikle "Keiner liebt mich" (1994) çok çok iyiydi. Almanya'da okuduğum yıllarda televizyonda denk gelip izlediğim "Geld" (1989) ve "Happy Birthday Türke" (1992) onun kadar etkileyici değillerdi. Aradan yirmi yıldan fazla geçmiş bir filmini izlemeyeli. Hayatta iç yolculuğuna bir yön vermeye çalışan genç bir Alman kadınla, 2011'de Japonya'da gerçekleşen deprem sonrası yaşanan nükleer facia sonucunda evini kaybeden bir japon kadının dostluğunu anlatıyor film. Adını tam koyamadığım bir şeyler eksik kalmış, kimyası tam tutmamış maalesef. Notum 6.

I Am Mother (2019) - Grant Sputore



İyi bir bilim-kurgu filmine denk gelmek o kadar zor ki, fragmanı izlediğimde çok ümitlenmiştim. İnsanlık Dünya'yla birlikte kendi sonunu da getirmiştir. İnsanlığı tekrar var etme görevi robotlara düşmüştür. Bir robotun bir insan embriyosundan hayatın tohumlarını tekrar atmasını, sonra da yeni ilk insana annelik etmesini izliyoruz. Bence film çok iyi başlıyor, ortasına kadar da çok iyi getiriyor. Ama hikayenin ikinci yarısı beni hiç ikna ve tatmin edemedi. Notum 7.

Juliet, Naked (2018) - Jesse Peretz



Ara ara canımız romantik komedi çekiyor, biraz günlük sıkıntılardan uzaklaşalım, azıcık gülümseyebilelim. Bu film de tam bu şekilde çerezlik. Küçük bir kıyı kasabasında kendi hallerinde yaşayan bir çiftin hayatlarına giren eski bir rock yıldızı (Ethan Hawk) onları rutinlerinden çıkarıyor. Notum 7.

Midsommar (2019) - Ari Aster



Amerikalı bir arkadaş grubu, İsveçli arkadaşlarının daveti üzerine İsveç taşrasına bir yaz festivaline gidiyorlar. Başta pek candan ve naif gözüken İsveçli köylüler, kuşaklar boyu sürdürdükleri töreleri uygulamaya başladıklarında günlük güneşlik ortamda hayat bir kabusa dönüşüyor. Çok özgün bir film olduğuna hiç şüphe yok, hatta belli bir türe sokmak da mümkün değil, belki gerçeküstü  gerilim diye nitelenebilir. Yönetmen sanki bulduğu fikre biraz fazla takılmış, o arada karakter derinliğine/gelişimine pek önem vermemiş gibi. Bana maalesef hitap etmedi. Notum 6.

Pause (2018) - Tonia Mishiali



Yanlış hatırlamıyorsam ilk defa Güney Kıbrıslı bir yönetmenin filmini izledim, ancak neredeyse tek mekanda geçmesi itibariyle Kıbrıs'tan görüntüler bulunmuyordu. Kötü bir evliliğe hapsolmuş, menopoza girmekte olan bunalımda bir kadının hayatından bir kesit izliyoruz. Çaresizliğini, sıkışmışlığını çok başarılı ve araya mizah da ekleyerek anlatıyor yönetmen. Notum 8.

Polar (2019) - Jonas Åkerlund



Bir Mads Mikelsen filmi daha, ancak bu sefer defalarca çiğnenmiş klişe bir konuya sahip kötü bir örnek. Emekliliğini hak eden bir kiralık katili, patronu emeklilik ikramiyesini vermemek için öldürtmek istiyor, Mads de her geleni temizliyor. Sonuna kadar neden seyrettim bilemiyorum. Notum 4.

Sauvage (2018) - Camille Vidal-Naquet



Sokaklarda kendini satarak hayatta kalmaya çabalayan bir genç adamın, sevgi arayışı çok etkileyici ve çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Léo rolünde Félix Maritaud muhteşem oynuyor. Notum 8.

The Road (2009) - John Hillcoat



Kıyamet sonrası Dünya'da bir baba-oğlun hayatta kalma mücadelesi. Filmin kendisi mi, yoksa tasvir ettikleri mi daha fazla içimi daralttı bilemiyorum, ama sonuç olarak fazla memnun kalmadım. Notum 6.

Three Identical Strangers (2018) - Tim Wardle



Doğduklarında farklı ailelere evlatlık verilerek, birbirlerinden habersiz büyüyen üçüzlerin, yetişkin olduklarında birbirlerini bulmalarının hikayesini anlatan ilginç bir belgesel. Özellikle babaların farklı yetiştirme tarzlarının oğullar üzerindeki etkisi çok etkileyici. Notum 7.

Thunder Road (2018) - Jim Cummings



Annesinin ölümü ve eşinden boşanması ile dağılan bir polis memurunun hikayesi. Film dramla komediyi harmanlamaya çalışırken ikisinin arasında sıkışmış gibi geldi bana. Birinden yana tercihini daha net yapmış olsaydı yönetmen, bence daha başarılı bir film çıkabilirdi ortaya. Notum 6.

Upgrade (2018) - Leigh Whannell



Ağır bir trafik kazası geçiren bir adam, felç olduğunu öğrendiğinde, ruhunu direk şeytana satmasa da vücudunu tekrar yürüyebilmek adına yeni bir teknolojiye devrediyor ve sonuçlarına katlanıyor. Fikir çok iyi, ancak uygulama fikrin hakkını veremiyor. Notum 6.

Woman at War (2018) - Benedikt Erlingsson



İzlandalı aktivist bir kadının tek başına, çevreyi mahveden düzene başkaldırmasını izliyoruz. Başrolde ikiz kız kardeşleri canlandıran Halldóra Geirhardsdóttir çok başarılı. Notum 7.

Yesterday (2019) - Danny Boyle



Yönetmenin izlediğim onuncu filmi. "Slumdog Millionaire" ve "Trainspotting" gibi güzel filmlerine bir yenisini eklemiş. Var olma mücadelesi veren bir müzisyen, geçirdiği kaza sonrası gözlerini Beatles grubunun ve müziklerinin olmadığı bir Dünya'ya açar. Bu durumu fark ettiğinde Beatles parçalarıyla başarıyı yakalaması işten bile değildir, ama mutluluğu yakalayabilecek midir. Sevimlilik katsayısı oldukça yüksek olan film, bir de müzik ziyafetiyle zenginleşince tadından yenmiyor. Notum 8.


10 Kasım 2019 Pazar

Stefan Zweig - Dünün Dünyası


Evimize yakın belediye kütüphanesinde rafları karıştırırken, Nina lise yollarında okumuş olduğu ve özellikle diline hayran kaldığını hatırladığı Stefan Zweig'ın otobiyografisi "Die Welt von Gestern"'i tavsiye etti. Hemen ilk bir kaç sayfada çevirinin çok iyi yapıldığından emin olduktan sonra alıp okumaya başladım. Ben de lise yıllarımda "Satranç" kitabını okuyup beğenmiştim, ama sonrasında yollarımız Zweig'la bir daha kesişmemişti. 19. yüzyılın sonlarında çocukluğundan başlayıp, eşiyle birlikte sürgünde Brezilya'daki intiharına kadar geçen döneme Zweig'ın penceresinden tanıklık ediyoruz. Her ne kadar kitap bir intihar niyeti/eğilimi ile sonlanmasa da "Dünün Dünyası"'na dönüşün artık kalıcı şekilde mümkün olamayacağına dair inancının, yaşama arzusunu körelttiğini rahatlıkla yazdıklarından anlayabiliyoruz.  Akıcı ve sürükleyici bir dille yazılmış otobiyografi kendini bir çırpıda okutuyor. Dönemin en ünlü yazarları, düşünürleri, sanatçıları, toplumun önde gelenleriyle tanışıklıkları, kurduğu dostluklar, yaptığı seyahatler, döneme dair gözlemleri gerçekten imrendirici derecede zengin. 1. Dünya Savaşı'na giden yolda toplumun farklı kesimlerinin gözünde, özellikle de entelektüellerin gözünde mümkün olmayacağına dair inanç, savaşın gelişini hızlandırmış. Olması gereken, gerilimleri azaltacak adımların atılması, uluslararası düşünürlerin, toplumun ileri gelenlerinin sağlıklı bir diyaloğa katılım sağlamaları bir yana, çoğunluk, en eğitimlisi, bilgilisi dahil kendini koyu milliyetçi akımlara kaptırmış. 1. Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkımlar gözler önündeyken, akabinde hemen 2. Dünya Savaşı'nın göz göre göre geliyor olması, bir narin porselen kadar zarif ve kırılgan ruhlu Zweig'ı çok sarsıyor. Viyana'lı bir Yahudi olarak yerinden yurdundan oluyor. Gittiği her yerde büyük bir sevgi ve saygıyla karşılansa da ait olamama duygusundan bir daha kurtulamıyor. Çektiği tüm acılara rağmen, öfkeyle dolu yaşamıyor, yazmaya, üretmeye devam ediyor, diyalog kuruyor. Hatta o kadar tarafsız kalmayı başarabiliyor ki (her ne kadar kitapları tabii ki yasaklansa da) Nazi rejimi tarafından dahi bir nevi saygı görüyor. Kitapta çok ilgimi çeken bir nokta da, Zweig'ın Dünya'ya ve topluma çok naif bir bakış açısı olması. Viyana'lı varlıklı burjuva bir aileden olması, özellikle yoksul kesimlere çok pembe gözlüklerle bakmasına sebep oluyor. Dünün Dünya'sını tasvir ederken, sadece kendi Dünyası'nın değil işçi sınıfının da pek iyiye giden hayatlarının savaşlarla alt üst olduğunu düşünüyor. Endüstri devriminin dümdüz ettiği proletaryaya bu kadar öznel bir bakış açısıyla yaklaşması, burjuvazinin körlüğü konusunda çok somut bir örnek. Evet o dönemde televizyon, internet gibi bilgiye hızlı ulaştıran mecralar yok, ama gazeteler, kitaplar var. Marx ve Engels var, Sovyetler'de yaşanan Bolşevik devrimi var.  Bu kadar akıllı, birikimli, okumuş, görmüş geçirmiş bir yazarın, bir küçük çocuk saflığıyla Dünya'da zaten yüzyıllardır mevcut olan adaletsizliklerden, ezilenlerden, daha doğrusu gidişatın iyiye olmadığı konusundan bihaber bir tablo çizmesi gerçekten şaşırtıcı. Ama tabii kitabı esas değerli kılan da, ansiklopedik nesnel bir anlatım değil de, Zweig'ın gözünden bir dönemi anlatıyor olması.


8 Kasım 2019 Cuma

Dans Trio - İstanbul Devlet Opera ve Balesi



Evvelki hafta Mancha'lı Adam'ı izlerken arada Süreyya Operası'ndaki programı inceliyorduk. Cem hangi etkinliklere biletimiz olduğunu sordu. Bir sonraki hafta Dans Trio'yu izleyeceğimizi söyledim. Bölüm isimlerine bakınca biz bunu geçen sezon izledik dedi, Bahar ve Nox'u çok iyi hatırlıyorum ama Bolero'yu hatırlayamadım dedi. Sadece bölümlerin isimlerini değil eserleri de hatırlıyordu, konularını da hatırlattı. Keskin hafızasına bir kez daha hayran kaldım. Geçen sezon sonunda, günceye işlememişim ama birlikte "Üç Bale"'yi izlemiştik. hemen telefondan aratınca haklı olduğunu gördüm, Bolero'nun yerinde "Dört Mevsim" vardı ama ilk iki eser aynıydı.


Eserleri geçen sene de izleyip beğenmiş olan çocukları tekrar izlemek hiç rahatsız etmedi, keyifle beraber tekrar izledik. En çok Bahar'ı beğenmekle birlikte, kendi adıma (her iki eserin koreografı da İdobale'nin emektar dansçılarından Uğur Seyrek) Bolero'yu da Dört Mevsim'den daha fazla beğendim. Eserleri izlerken neoklasik baleyle modern balenin farkını geçen sezon da çocuklara açıklamıştım, iyice pekiştirmiş olduk, zira farklar çok net koreografilerden okunabiliyordu.

Bahar - Neoklasik Bale - Orkan Dann


Nox - Modern Bale - Deniz Özaydın


Bolero - Neoklasik Bale - Uğur Seyrek




7 Kasım 2019 Perşembe

Karden Kasaplar - Radyum Kızları


Bu sezon çocuklarla birlikte gittiğimiz üçüncü Devlet Tiyatroları oyununda turnayı gözünden vurduk, dördümüz de çok büyülendik. Gerçi az kaldı oyuna giremiyorduk, her oyuna girişte olduğu üzere bu sefer de Dalya'nın yaşı soruldu, 8 deyip hemen yerimize doğru yönelirken, arkamızda görevliler arasında yoğun bir uğultu bıraktığımızı fark ettim. Bir süre sonra bir görevli yanıma gelerek, oyun hakkında fikir sahibi olup olmadığımı sorduğunda, kendimden emin tabii ki dedim, ve çocukların geldiği ilk yetişkin oyunu olmadığını da ekledim. Ancak görevli endişeli bir şekilde oyunun özellikle ikinci yarısının çocuklar için uygun olmayacağını iletti, ama endişe etmesine gerek olmadığını, sorumluluğu aldığımı belirttim. Oyun hakkında hemen hiç fikir sahibi olmadığımı itiraf ediyorum, çok fazla sürpriz-bozan içerebildiği için içerikleri çok incelememeye çalışıyorum. Oyun için bir yaş sınırlaması bulunmuyordu, radyum ve kızlar kelimelerini yan yana görünce oyunun Marie Curie hakkında olacağına ve bunun da çocukları tarihin ilk nobel ödüllü bilim kadınıyla tanıştırmak için iyi bir fırsat olacağını düşünmüştüm. Her ne kadar konu Curie'nin keşifleriyle dolaylı alakalı olsa da, hikayesi, zararları keşfedilmeden önce radyumun, her türlü (hatta suyun bile) ürünün içine eklenecek kadar popüler hale gelmesi sonucu, bir saat fabrikasında kadranların üzerindeki sayılar, akrep ve yelkovanı radyumlu boyayla süsleyen emekçi kadınlar hakkında. Zamanla hepsi ölümcül hastalıklara yakalanıyorlar, sağlık raporlarını örtbas eden fabrikatör, kızları kelimenin tam anlamıyla ölesiye çalıştırıyor.


Oyunu övmeye neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Oyunculuklardan başlayayım, başta Çiğdem Aygün ve Merve Şeyma Zengin olmak üzere genç oyunculardan kurulu muhteşem bir kadro. ABD'de yaşanan gerçek bir olayı anlatması dolayısıyla yazarının Amerikalı olduğuna neredeyse emin olup, sonrasında çok şaşırarak öğrendiğim üzere bir Türk yazar Karden Kasaplar'ın müthiş metni. Yönetmen Laçin Ceylan'ın, oyunun 2,5 saatlik süresine rağmen zerre aksamayan kusursuz rejisi. Oyunu gerçekten çok çok iyi tamamlayan muhteşem dekoru, ışığı.
Oyunun içinde o kadar çok değinilen konu var ki, sistem eleştirisi, emek sömürüsü, adaletin işlememesi, kadın erkek eşitsizliği, dostluk, aşk, ve daha nicesi. Bu motifleri işlerken tekdüze bir ton da söz konusu değil, oyun güldürüyor, ağlatıyor, düşündürüyor, ve tüm bunları kafası karışmadan, yüzüne gözüne bulaştırmadan yapıyor.


Çocuklar gerçekten de büyülendiler, öyle sanıyorum ki içlerindeki tiyatro tutkusu/ateşi, bir daha kolay kolay sönmemek üzere alevlendi, umarım onlara ömürleri boyu eşlik eder. Dördümüz de güldük ve göz yaşı döktük. Gerçi Dalya bunu kabul etmek istemedi, ama işçilerde anne olanın küçük kızına vedasında, yanaklarından süzülen yaşları bizzat gördüm. Tiyatronun büyüsünün duygu yelpazesinin tüm renklerini en dolaysız şekilde geçirebilecek bir sanat dalı olmasından geldiğini konuştuk. Çocuklar şimdi sürekli ne zaman yeni oyuna gideceğiz diye soruyorlar. Oyunla ilgili tek sıkıntı, çıta çok yükseldi, umarım her seyredeceğimiz oyundan böyle mükemmel bir iş beklemezler.
Yaşasın Tiyatro!

Yazan: Karden Kasaplar
Yöneten: Laçin Ceylan

Oyuncular:
Mae Cubberlay Çiğdem Aygün
Quinta McDonald Deniz Danışoğlu
Katherine Schaub Merve Şeyma Zengin
Albina Larice Ezgi Erdilek
Edna Husman Refiye Genç
Grace Fryer Ilgın Arslan
Lemkin Okan Değirmenci
Hodoshe Tuğçe Aksum
Yüzbaşı Dave Walder Kerem Tanık
Eleanor Eckert Ebru Terzi
Josephine Smith Esra Balaban
Hazel Vincent Kuser Begüm Mısırlı
Arabulucu Oğuz Edis
Hastane ve Mahkeme Çalışanları Batıkan Köleoğlu, Hasan Ali Yıldırım

Sesler: Ali Atilla Şendil, Laçin Ceylan, Aral Seskir, Mustafa Ergüven, Gözde Akgün

Dekor Tasarımı Gökhan Yücesal
Kostüm Tasarımı Dilek Kaplan
Işık Tasarımı Yakup Çartık
Müzik Yıldırım Arıcı
Koreografi Tuğçe Tuna
Makyaj Tasarımı Murat Polat
Yönetmen Yardımcısı Nihat İleri
Asistanlar Aral Seskir / Oğuz Edis / Gözde Akgün

Sahne Amiri Nursen Dağarslan
Kondüvit Yunus Özler
Işık Kumanda Korhan Boduroğlu
Dekor Sorumluları Mehmet Kalaycı / Dursun Özalp / Necati Işık
Aksesuar Sorumlusu Taner Şavşat
Kadın Terzi Zeliha Özduran
Erkek Terzi Recep Güler
Perukacı Yavuz Dura / Hayati Turan

31 Ekim 2019 Perşembe

Mança'lı Adam - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Geçen sene izlediğimiz Cervantes Çeşitlemeleri'nden aldığımız keyif üzerine, bu sene Süreyya Operası'ndaki sezonumuzu Mança'lı Adam ile açmaya karar verdik. Zemin kattaki 4 kişilik localardan yer bulamayınca 1. kattaki locadan bilet alabildim. Bu durum Nina açısından bir hayli sıkıntılı oldu, daha eser başlamadan önce çocuklar locadan aşağı her sarktığında yerinde zıpladı. Tehlikeli bir durum olmadığını ne kadar anlatmaya çalışsam da annelik içgüdüsüyle bütün eser boyunca rahat edemedi.
Nina'nın sıkıntısı çocuklarla sınırlı da kalmadı, 2 perdelik müzikal ikimize de hiç hitap etmedi. Sadece 2 - 3 melodi etrafında dönen 2,5 saatlik eser, opera formasyonlu seslerin müzikal seslendirmesiyle birleşince biraz dakikaları saydık. Büyük opera evlerinin müzikal sahnelemesi ne kadar yaygın bir uygulamadır bilemiyorum, daha önce denk geldiğimi de hatırlayamıyorum. Bir diğer açıdan da idobale yorumcularının asıl uzmanlık alanları tiyatro/diyalog ağırlıklı eserler sahnelemek olmasa gerek. Belki de sorun bizdedir, müzikalleri sevmiyoruzdur, gerçi sinemadaki West Side Story, Hair, Jesus Christ Superstar gibi başyapıtları tenzih ederim. 


Müzikalin konusu; kiliseyi vergi borçları yüzünden icraya veren vergi tahsildarı Cervantes engizisyon mahkemesi tarafından yargılanmak üzere hapse, adi suçluların yanına atılır. Hırsızlar, katillerden oluşan suçlular, Cervantes'in efendi ve ahlaklı halini suç sayıp, onu ve yardımcısını yargılamaya karar verdiklerinde, Cervantes savunmasını yazmış olduğu Don Kişot eserini hapishanede canlandırmak suretiyle yapmayı önerir. Oyun içinde oyunları sergilemek, roller arasında geçişlerin rahat anlaşılabilir olması, mutlaka ki reji ve oyuncular açısından beraberinde çeşitli zorluklar getiriyor. Hikayeler arasında geçişleri iyi sunabilmek, bunu müzik ve dansla birleştirmek kolay değil. Ne kadarı gerçekten eserin bir müzikal olmasından kaynaklanıyor bilemiyorum ama başta Cervantes rolündeki  Suat Arıkan olmak üzere dinlediğim seslerden ve oyunculuklardan maalesef keyif alamadım. Cervantes'i dönüşümlü oynayan Hakan Aysev'e denk gelebilseydik durum fark eder miydi bilemiyorum, zira kanaatimce eserin kendisi melodik zenginlik açısından yetersizdi. 
Neyseki çocuklar bizim gibi sıkılmadılar, her ne kadar Cem müziği "benim zevkim değil" diye nitelese de, 2,5 saat süreye rağmen ilgiyle izlediler. Eserin sonunda seyirci de çok beğenmiş olacak ki, salon inledi, ayakta uzun süre alkışladılar. Biz Nina'yla keyif alma sıramızı biletlerini edindiğimiz Verdi'nin  Requiem'i ve Rachmaninov'un "Aleko"'suna erteledik.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Bir Nefes Dede Korkut - İstanbul Devlet Tiyatrosu


Bu sezon izlediğimiz ilk DT oyundan çocuklar da keyif alınca, hemen programdan uygun olabilecek yeni bir oyunu gözüme kestirdim. Bir anlatıcının ağzından Dede Korkut hikayelerini dinlemek çok ilginç olabilirdi. Oğuz Türkleri'nin göçebe yaşam şekli sahnede çok güzel tasvir edilmişti. Oyunu aynı zamanda derleyen ve yöneten Gökçe Kurt Elitez, büyük bir ustalık ve bizi hipnotize edecek şekilde 3 farklı  Dede Korkut hikayesini anlattı. Ona sahnede eşlik eden Ziya Serkan Doğan, Fuat Yıldız ve Bahri Çakır, hikayeleri canlandırmada yardımcı oldular. O dönemin enstrümanlarıyla yapılan müzikler, canlandırmalara eklenen danslar, hamur yoğrulup fırında pişen ekmekler, hepsi kendimizi anlatılan hikayelere kaptırmamızı sağladılar. Boğaç Han'ın, Deli Dumrul'un, Basat ve Tepegöz'ün hikayelerini çok iyi kotarılmış bir canlandırma ile izleme imkanına kavuştuk.




Oyun bittiğinde Nina'yla ikimiz çok etkilenmiştik, ancak çocuklar bizim coşkumuzu paylaşmıyordu, oyun ağır ve sıkıcı gelmişti onlara. Dalya hikayelerden bir şey anlamadığını iletti, Cem içinse eserin en ilginç yanı oyunun finalinde tüm seyircilere dağıtılan ekmek olmuştu. Çıkışta Üsküdar Tekel Sahnesi'nin hemen yanı başındaki Fethi Paşa Koru'sunun yolunu tutarken, onlara hikayeleri tekrar özetledim. Bazı izlediğimiz eserlerde her anlatılanı anlayamasak da, belki müziklerle, danslarla, yaratılan atmosferle, verilmek istenen duygu bize geçebilir, kendimizi "beğenmedik" veya "anlamadık" diye kapatmamamız gerekir diye de biraz başlarını şişirdim. Parkın girişinde alınan dondurmalar keyiflerini tekrar yerine getirdi, korunun içindeki patikalara dalıp, kendi maceralarını kendileri yazmak üzere, hızla gözden kayboldular.


29 Ekim 2019 Salı

IDSO


Dalya'nın 8 yaşını doldurmasıyla birlikte hayatındaki "ilk"ler serisi devam ediyor. Cem'le klasik müzik sevdiği için 5 yaşından beri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın konserlerine gidiyorduk. Geçen sene Dalya'nın da Süreyya operasındaki temsillerden keyif alması üzerine (her ne kadar kabul etmek istemese de Cem vesilesiyle klasik müziğe kulağı fazlasıyla alıştı, aynı şekilde Cem de bugün (gidebilsek) bir rock konserinde bunalmayacak kıvama gelmiştir diye tahmin ediyorum, en azından artık kulaklarını abartılı şekilde kapatmak gibi teatral direnişlere başvurmuyor.) sezonu açacağımız idso konserine biletlerimizi, biletlerin çıkış saatine alarm kurmak suretiyle (ona rağmen son sıradaki son 7 biletin dördünü zor kaptım) edindik.


Program da çocuklar için çok idealdi, Çaykovski'nin keman konçertosu ve 2. senfonisi. İlk yarı solist Anna Savkina melodisi çok bilinen keman konçertosunu müthiş seslendirdi, coşkuyla alkışlayarak ufak bir bis yaptırmayı da başardık. Gözlerim bir yandan hep Dalya'daydı, ilgiyle ve beğeniyle izlediğini fark ettim. Her ne kadar okul günü Cuma akşamı uyku saati geçmiş de olsa esnemedi, ve oflayıp poflamadı. Ara olduğunda fikrini sordum, "Çok da beğenmedim" dedi, ben de üstelemedim. Arada sahnenin önüne giderek, yerlere serpiştirilmiş enstrümanları inceledik. Dalya yeni başladığı gitar derslerinden dolayı farklı enstrümanların tel sayılarının farklı olmasıyla ilgilendi. İkinci yarı Çaykovski'nin daha modern bir eserini, ikinci senfonisini şef Orhun Orhon'un yönetiminde dinledik. Dalya eserin ortasına doğru rüyalar alemine geçerken, Cem tabii sonuna kadar ilgiyle izledi.
İdso'nun konserlerine ortaokul sonlarında gitmeye başladığımı hatırlıyorum. O yıllarda da seyircinin yaş ortalaması bir hayli yüksekti, ancak yıllar içinde çok daha da yükseldiğini gözlemliyorum. Çocuk görmenin imkansızlığı bir yana gençler de çok seyrek iken, bu konserde hemen hiç orta yaşlı da görmedim. Yaş ortalaması rahatlıkla 70'in üzerindeydi diyebilirim. En arka sıradan bakıldığında önümüz bir pamuk tarlası gibi gözüküyordu. Son 20 yılın kültür politikaları ve AKM'nin uzun yıllar kapalı kalması bence klasik müzikle İstanbul'luların arasını iyice açtı. Gençlerin özel müzik konserlerini izlemek için yeterli bütçeleri olmayabiliyor, çok uygun fiyatlı İdso konserlerine ise bilet bulabilmek (büyük konser salonu bulunmadığından) gerçekten çok zor. AKM'nin yenilenmesinden sonra umarım tekrar bir klasik müzik sever kuşak yetiştirme imkanımız olur.


27 Ekim 2019 Pazar

Kerem Görsev Trio - Akbank Caz Festivali


Evvelki akşam Kerem Görsev ve ekibi bize müthiş bir caz ziyafeti verdiler. Festivalin sloganı "şehrin caz hali"'ne uygun şekilde Moda, Galata gibi semtlere adanmış parçaların yanı sıra, Kerem Görsev'in çok sevdiğim albümü "Orange Juice"'dan Sunday'i, saksafonist Earnie Watts'la kaydettiği ve 1 Kasım'da çıkacak olan yeni albümünden iki parçayı (birinin ismi Tiramisu ve muhteşem bir albüm daha geliyor), Kayman Adaları'nda tanıştığı mango için yazdığı eseri, büyük caz piyanistleri Mccoy Tyner ve George Shearing (onunla ölümünden önce New York'da bir caz konserinde karşılaşmasının da hikayesini anlattı) için yaptığı besteleri, caz standartlarından "Just Squezze Me"'yi büyük bir keyifle dinledik. Kerem Görsev'e davulda Ferit Odman ve kontrbasta Volkan Hürsever eşlik ettiler.
Çocukların da hayatlarındaki ilk canlı caz konseri olarak bu günceye notumu düşüyorum (Çocuklar, yıllar sonra bu günceyi okuduğunuzda siz de hatırlamış olursunuz.) Her ne kadar Cem klasik müzik hastası, Dalya da koyu rock'çı olsalar da, ikisinin üzerinde anlaşabildikleri müzik hep caz oldu. Evdeki en modern caz albümlerini dahi sesini sonuna kadar açarak (Nina'yı odasına kaçırmak pahasına) dinlemekten hoşlanıyorlardı. Konu albümlerden açılmışken, bu konuda evde yaptığımız (benim açımdan oldukça) hüzünlü ama bir o kadar da gerekli bir devrimi de bu günceye işlemek istiyorum. Ufak ama çok severek yaşadığımız evimiz, aramıza iki çocuğun katılması, çocukların evde (söylemek zorundayım, özellikle Cem'in) yarattığı tahribatlar, eve yıllar içinde giren (her türlü) eşyanın, çıkandan çok daha yüksek seyretmesi, ciddi bir "cari açığa" ve dolayısıyla evde exponansiyel bir kaosa yol açmıştı, aradan geçen 15 yılda da zevklerimiz değişmiş, evin rengarenk halleri de bizi iyice bunaltmıştı. Bir aydan uzun süren bir süreçte evde ihtiyacımız olmadığına kanaat getirdiğimiz her şeyi, elemeye, atmaya, bağışlamaya başladık. Çocuklar giymedikleri kıyafetleri, oynamadıkları oyuncakları (lego, kapla ve kutu oyunları dışında hemen her şey) ayıkladılar, Nina'yla ben gardırobumuzun dörtte üçünden fazlasını bağış kutularına taşıdık. Sonra en zor kısım başladı, her ne kadar son yıllardır yeni kitap almak yerine evimize yakın kütüphaneden ve kindle'a yüklediğimiz kitaplardan beslensek de, bir ömür birikmiş kitaplar evimizi rehin almıştı, ve duvardan duvara raflarda kitaplar üzerimize üzerimize gelmeye başlamıştı. O büyük kitaplığı evden çıkarıp, iki ufak kitaplık aldık, birine çocukların kitapları yerleşti, diğerine sığacak kadar da biz kitaplarımızı eledik. 9 koli dolusu kitap bağışa gitti. Konu CD'lere geldiğinde, spotify'a üye olduğumdan beri tek bir CD dinlemediğimden, esasında tamamı atıl duruma düşmüştü. Ama her birine sayısız anı bağlıydı. Kimi aşkları, kimi dostlukları, kimi konserleri daha kapağına bakarken hatırlatıyordu. Önce bakarak elemeye çalıştığımda attığımdan çoğunu tuttuğumu fark edince, sonunda tamamını büyük torbalara doldurup evden dışarı çıkardım. Sadece arabada dinlemek için Cem'e bir miktar klasik ve opera CD'si ayırdık. Haftalar süren sancılı ama her aşamasında biraz daha hafiflediğimiz operasyon sonucunda ev bir hayli ferahladı, kalan eşyaları ortaya toparlayıp, tüm duvarları beyaza boyattığımızda gerçekten buna değdiğini fark ettik. Eve çocuklarla beraber yeniden şekil verdik, her ne kadar çocuklar son sözün hep bizde olmasının demokrasiye aykırı olduğunu arada dile getirseler de, bu aralar gelecek mesleğini iç mimarlık olarak tanımlayan Cem, bu fonksiyonu fazla ciddiye alıp, her konuda biraz fazla fikir beyan etmek suretiyle arada bizi biraz bunaltmış olsa da sonunda hep bir orta yol bulduk. Çocuklar, evin duvarlarında asılı (ve artık Nina'yla görmek istemediğimiz) resimlerin tamamına talip olmak suretiyle, hepsini odalarına astılar. Yıllarca ürettikleri sayısız resmi duvarlara asıp sökmekten delik deşik olmuş eski duvarla karşılaştırınca hiç fena da olmadı aslında.
Konuya, güzel konser akşamına dönersek, her ne kadar bir okul günü akşamı geç saatlere sarktığından tatlı rüyalara dalarak konserin sonunu getirmiş olsalar da, Cem de Dalya da konseri çok beğendiklerini beyan ettiler.

25 Ekim 2019 Cuma

Bienal 2019 - Yedinci Kıta


İstanbul bienali bu sene 3 farklı mekan/muhitte gerçekleşiyor. Biz de 3 Pazar arka arkaya bienali ziyaret ettik. İlk ziyaretimiz, daha önceki bir yazımda bahsettiğim üzere Pera Müzesi'ndeki kısıma idi, ve eserlerin, bienalin ana temasına (bize göre) fazla dolaylı yaklaşımı, bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci Pazar'ımızda tekrar bienale motive olabilmemizi, bienal mekanlarının Büyükada'da olması sağladı. Bienal bizi tatmin etmese de daha önce hiç görmediğimiz veya sadece önünden geçebildiğimiz mekanlara, köşklere girebilecektik. Olası bir erken direnişi engellemek adına da çocuklara adaya varana kadar bienale gittiğimizi de söylemedim.
Güneşli bir pazar sabahı erkenden adaya keyifle ayak bastık. İlk olarak sahilde, iskelenin hemen biraz ilerisindeki yerleştirmeyi gördükten sonra merdivenlerden çıkarak normalde sadece üyelerin girebildiği Anadolu Kulübüne giriş yaptık. Mekan eserlerden daha çok ilgimizi çekmiş olsa da, eski denizbilimcilerin kitaplarından, Marmara Denizi'nde bir zamanlar ne tür canlıların, hatta fok balıklarının bile yaşadığını öğrenmiş olduk. Üçüncü durağımız Hacopulo köşkü oldu. Köşk maalesef oldukça harabe bir durumda olduğundan, yerleştirme içerisinde değil ön bahçesindeydi. Yine de kapıdaki camlara gözlerimizi dayayıp, içerisinin bir zamanlarki ihtişamını zihnimizde canlandırmaya çabaladık. Dördüncü durağımız büyüleyici Mizzi Köşkü'ne geldiğimizde çocukların sabrı yavaş yavaş tükenmeye ve bu sabırsızlık her zaman olduğu üzere "açıııız" nidalarıyla tezahür etmeye başlamıştı. İtiraf etmeliyim, köşkün içinde gösterilen yazar James Baldwin'in İstanbul günlerine dair bir belgesel gördüğümde çok heyecanlanıp baştan sona seyretmeye karar vermem de işleri kolaylaştırmadı. Baldwin'in Sonny's Blues'unu lise yıllarında okuyup, Baldwin üzerinden ırkçılığı anlatan müthiş "I am not your Negro" belgeselinden sonra bir kez daha okumuştum. İstanbul'a gelmiş olduğunu Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'la meşhur elele fotoğrafından biliyordum, ama meğer Sedat Pakay 1970 yılında ona eşlik edip bir belgesel çekmiş. Her ne kadar James Baldwin'in İstanbul'da bulunuşunun yedinci kıtayla bağlantısını kuramasam da, hoş bir keşif oldu.


Beşinci ve son durağımız Taş Mektep için oldukça uzun ve dik bir yokuş çıkmamız gerekti, ama buna değdi, bu seneki bienalde ilk etkilendiğim eserle karşılaştım. Hale Tenger, sadece iskeleti kalmış olan Taş Mektep'in bahçesinde bulunan çok ihtişamlı bir ağacın dilinden bize çok etkileyici bir şiir fısıldatıyordu.
Taş Mektep'in bulunduğu tepeden ana caddeye dönmeyip, arka sokaklardan merkeze doğru inmeye başladık, hatta huzur dolu sokaklardan, güzel evlerden gözlerimi alamayıp, merkezi de ıskalayarak adanın diğer yakasına doğru devam etmişim, ve tabii çocuklar sonunda tamamen arızaya bağladılar. Merkeze döndüğümüzde öyle baş döndürücü bir kalabalık vardı ki, dondurmayla çocukları kandırıp saati gelmiş vapura kendimizi zor attık. Bienalin son yıllarda şehre dağılıyor olması, bir yandan yeni mekanlar keşfetmek adına keyifli ama kendimi tek mekanda gerçekleştiği zamanlarda sanatsal olarak daha çok etkilendiğimi düşünmekten alamadım. Mesela Antreponun o çiğ atmosferinde baş kaldıran eserler daha bir vurucuydu sanki.
Üçüncü Pazar bienal için evden erken çıkmaya çalışmam, çocukların ciddi derecede ayak sürümesiyle başarısızlığa uğradı, her Pazar bienale gitmekten bunalmışlardı, hatta Cem "bütün hafta çalışıyorum, bir Pazar rahat vermiyorsun" dahi dedi. Sanatsal beslenmenin önemine dair verdiğim birkaç yüzüncü söylevimi, büyüdükleri zaman bize teşekkür edeceklerine dair vaatlerimi, İstanbul'daki favori hamburgercimiz Black Angus ve dondurma sözleriyle birleştirince, zar zor 11 gibi evden çıkabildik. Yenilenmiş, ancak henüz açılmamış olan Resim ve Heykel Müzesi bienalde son durağımız idi. Mekan gerçekten çok güzel olmuş, inşası devam eden Galataport'un ve yenilenen İstanbul Modern'in yanında sevilen bir uğrak noktası olacağı kesin. Bir diğer komşusu (yıkılmış olan) antrepoların mimarisinde olması da bir önceki hafta bienal özlemimi gidermeye dair bir umut doğurdu. Hayal kırıklığına da uğramadım, eserler gerçekten ekolojiye dair olabildiğince dolaysız ve etkileyiciydiler. Tabii metinleri okumak kritikti, her ne kadar eserler Cem'in ilgisini çekse de Dalya henüz 8 yaşının sabırsızlığıyla hızlı ilerlemek istedi ve çok da ilgilenmedi eserlerle. 4 kattan oluşan serginin ilk iki katını olabildiğince verimli gezebildik, ancak üçüncü kata geldiğimiz Cem "acıkmıştı". Evden erken bu yüzden çıkmak istemiştim, çünkü Cem "acıkınca" akan sular duruyor. 3 ve 4. katları neredeyse koşarak geçtikten sonra bir bienal maceramız daha sonlanmış oldu. Bakalım bu ziyaretler gelecek yıllarda nasıl evrilecek, Cem ergenliğe girdiğinde (çoktan girmiş gibi hissediyorum ya neyse) bizimle "takılma"yı tamamen bırakacak mı zaman gösterecek. 

23 Ekim 2019 Çarşamba

Memet Baydur - Düdüklüde Kıymalı Bamya



Geçen sene çocukları götürdüğüm son çocuk tiyatrosunda isyan edip, biz artık çocuk tiyatrosuna gitmek istemiyoruz, bu oyunlar küçük çocuklar için demişlerdi. Dalya da artık 8 yaşını devirdiğinden bu sene gideceğim ilk devlet tiyatrosu oyunu için onlara da bilet aldım. Favori tiyatro mekanım Üsküdar Tekel Sahnesinde salonlardan ufak olanında en önden yerlerimizi kaptık. Oyunda dile getirilen esaslı toplumsal eleştirinin, mizahi bir dil ve komik sahnelerle sunulması, hem çocukları çok eğlendirdi, hem de bizim aile içinde çok sık konuştuğumuz bir konuyu tekrar değerlendirmemizi sağladı. Oyunda vakitlerini konken partileri, boş sohbetler, dedikodular ve televizyonda pembe dizilerle geçiren kadınların, eve bir emrivakiyle gelen bir erkek misafir tarafından hor görülmeleri anlatılıyor. Günümüzde telefon, tablet, bilgisayarlara uyarlanabilecek konu, oyunun muhtemelen yazıldığı 80'li yıllarda yazar tarafından bu şekilde işlenmiş. Oyunu izlerken, çocukların gözünden izlemeye çalıştığım için ben de bir hayli güldüm ve eğlendim, ancak oyun bittiğinde, Nina'nın gözlerinde çakan şimşekleri gördüğümde kendisini zor sakinleştirdim, çocukların ilk yetişkin tiyatro deneyiminin olumlu olmasının önemini kulağına fısıldayarak onu olumsuz fikirlerini frenlemeye ikna etmem gerekti. Hepimiz oyunu çok beğendiğimiz ve artık sık sık devlet tiyatrosunun oyunlarına birlikte gelmek konusunda hemfikir olduğumuz tespit ettiktan sonra, oyunun sıkıntılı tarafını çocuklara açıkladık. Oyundaki erkek karakterler eğitimli, kültürlü, kadınlar cahil ve boş tasvir edilmelerinin ötesinde, erkeklerin kadınlara tepeden bakar, son derece ukala, cinsiyetçi, erkek egemen, hatta şiddet dolu yaklaşımları gerçekten rahatsız ediciydi. 2020'yi devirmeye yakın, kadın - erkek eşitliği konusunda hala alınacak fersah fersah yol varken, bu kadar ataerkil bir yaklaşımın günümüzde artık bu kadar hoyratça kaleme alınamayacağına dair (muhtemelen naif) inancım, bir nebze de olsa iyiye gidildiğine işaret ediyor olabilir.
Çocuklar daha oyun başlamadan önce dekora takıldılar, neden evin duvarları garip mağaramsı tasvir edilmişti. Bunu ilk çağlardan beri insanların aynı dertlerden muzdarip olduklarına yordum, ama ikna olmadılar. Bir de not düşmek lazım, evin hizmetlisi Cemile rolünde Demet Ergün çok başarılıydı.




Yazan Memet Baydur
Yöneten Serap Eyüboğlu
Oyuncular:
Fazilet -  Sevinç Niş
Aynur - Ayla Baki Yücesoy
Fahrettin - Emin Maltepe
İnci - Ece Koroğlu
Hamiyet - İpek Gülbir
Cemile - Demet Ergün
Nilgün - Türkü Deyiş Çınar
Uğur - Rami Çakır

22 Ekim 2019 Salı

Erkan Oğur - Anatolian Blues


Daha önce hiç konserine gidemediğim Erkan Oğur'un Caddebostan Kültür Merkezi'ne geldiğini gördüğümde bu fırsatı kaçırmadım. Ülkemizin en değerli gitaristlerinden olan Erkan Oğur, farklı enstrümanlara büyük bir ustalıkla ve piyano, kontrabas, vurmalılar eşliğinde ses verdi. Ona sahnede Turgut Alp Bekoğlu, Can Cankaya, Kağan Yıldız çok güzel sololarla birlikte eşlik ettiler.

Canımın çok sıkkın olduğu bir günde o kadar iyi geldi ki anlatamam. Şu tınılarla ruhun dinlenmemesi, bir nefes almaması mümkün olabilir mi?

13 Ekim 2019 Pazar

İstiklal Caddesinde bir Pazar günü


Geçen Pazar İstiklal Caddesi'nde çok keyifli bir pazar günü geçirdik. Sanal hafızama bu notları, çocukların yıllar sonra okuyacaklarını umarak düşüyorum. Keyif her zamanki gibi vapur sefasıyla başladı. İstiklal'e vardığımızda ilk durağımız yeni restore edilen Narmanlı Han'da açılan "İllüzyon Müzesi" oldu. Narmanlı Han'ın yenilenmesiyle ilgili yapılan yoğun tartışmalara, teknik olarak yorum yapabilecek yetkinliğim maalesef bulunmuyor, ama yok olmayıp, tekrar kullanıma açılmış olması bile sevindirici. Tabii ki caddeye bakan yüzünde yabancı bir kişisel bakım mağazası, ortasında Dünya'nın en büyük kahve zincirinin, kalan kısmında da bir illüzyon müzesinin olması, bu ihtişamlı hanın ruhuna ne kadar uygun olduğu tartışılır, hatta tartışmaya gerek yok, uygun değildir. İçinde yaşadığımız düzende, çok ideal çözümler beklemek fazlaca naif olur, ama buranın ruhuna daha uygun bir kiralama yapılamaz mıydı? Mesela içinde bir yüzyıllık markalar müzesi, ortasında şirin bir kitap/cafe, ön yüzünde yine tarihi veya bu topraklara özgü bir marka.


Gelelim İllüzyon müzesi'ne, çocuklar çok eğlendi, mekan ufak olmasına rağmen, adının hakkını veriyor. Haftasonu sabah erken gitmek gerekiyor, kalabalıklaştığında keyfi kaçıyor. 1 saat kadar geçirip, anılarımızı bol bol fotolara hapsettik ve kendimizi dışarıya attık.


İkinci durağımız yeni yerine taşınan Arter'in yerine açılan Meşher oldu. "Kalıpları Aşınca" isimli serginin alt başlığı "Mit, Efsane ve Masallarla Avrupa’dan Çağdaş Seramik" sergiyi güzel tasvir ediyordu. Masal Dünya'sından fırlamış canlı renkli seramikler çocukların da ilgisini yüksek tuttu.


Her ne kadar bu gezinin çıkış noktası çocuklar açısından İllüzyon müzesi olsa da, kendi adıma hedefim Bienal'in Pera Müzesi'ndeki kısmını gezmekti. Son dönemde "çok şükür" yoğunca gündemde olan iklim ayaklanması, çocuk ve gençlerin çevre ve iklim konularına sahip çıkmalarıyla da, bu seneki bienalin ekoloji odağı çok güzel birleşir diye düşünüyordum. Sergiye girmeden önce bienalin temasını kısaca çocuklara özetlemeye çabaladım. Ancak gezdiğimizde çocuklar "Bunların Yedinci Kıta'yla ne ilgisi var" diye haklı bir şekilde sordular. Haklı diyorum, zira bir yetişkin olarak (sanatsal yetersizliğim bir yana) ben de bir bağ kuramadım. Evet rehber dinleyerek, veya uzun uzun kitapçıklar okuyarak, sanatçıların pek bir dolaylı anlatımlarına anlam vermek mümkün olabilir ama toplumları (başta çocuk ve gençleri) dönüştürmenin tohumları bu kadar dolaylı mı atılmalı, bu kadar güncel bir konuda daha direk bir şeyler söylemek çok mu zor, yoksa basit/kolay anlaşılır olan sanatsal olarak değersiz mi görülüyor gibi sorular kafamda yine döndü durdu. Pazar gezintisinin (bize göre) en zayıf halkasından bir hayal kırıklığı ile uzaklaştık.


İstiklal Caddesi'nde ilerlerken sırada Salt Beyoğlu vardı, "Mutluluk Resimlerimiz" isimli serginin sanatçısının Nur Koçak olduğunu gördüğümde çok heyecanlandım, zira yıllar önce onun Cahide Sonku'nun farklı dönemlerini resmedişinden çok etkilenmiş ve günceye de şu yazıda not düşmüştüm. Aradan 8 yıl geçmiş, aynı resimleri de bir kez daha görme ve çocuklarıma da gösterme imkanına kavuştum. Çocuklar da bu vesileyle fotogerçekçilik kavramını öğrenmiş oldular.



Çocukların yoğun acıkma sinyallerini bastırmanın yolu, bir sonraki durağımız Yapı Kredi Sanat'ta karşımıza çıkan "Abrakadabra" sergisi oldu. Son dönem çağdaş sanatın önde gelen isimlerinden ve pek çok sergide karşımıza çıkan "Halil Altındere"'nin eserleri çocuklar için biçilmiş kaftandı. Çocuklar sergiye bizden önce daldılar, ve daha ilk dakika güvenlik görevlisinin "dokunmaaaa" nidasıyla irkildik. Oğlum Cem piyanist heykelin bıyıklarını çekiştirmeye çalışmıştı, gerçek olup olmadığını anlamak istemişmiş. Fotogerçekçiliğin bir diğer önemli temsilcisi olan Altındere'nin heykellerinin de gerçekçiliğini birinci elden test etmiş olduk. Çıkışta Yapı Kredi yayınlarının Garfield serisinden son çıkan ciltleri almayı da ihmal etmedik.

Yemek molasından sonra aklımda bir de Arter'in yeni ihtişamlı binasına gitmek vardı, ama yürüme mesafesinde olmadığından onu bir başka pazara havale ettim. Son olarak İstiklal gezilerimizin klasiği Galatasaray'daki sahaflar çarşısına uğradık. Yaptığımız özenli sondaj çalışmalarıyla çocuklar için 2 güzel Almanca roman bulduk. Dönüşte vapur sonrası Kadıköy'de otoparktan trafik felç olduğu için 2 saat kadar çıkamadığımızda (gerçekten 2 saat otoparkta kaldık), günün finali bu romanlardan birini Nina'nın bize arabada okuması oldu.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Sidi Larbi Cherkaoui ve Sutra


İKSV'nin sosyal medyada yoğun şekilde duyurusunu yaptığı, ve 9 yıl önce İstanbul'da sahnelendiğinde çok ses getirdiğini vurguladığı Sutra'nın tanıtım videosunu izlediğimde açıkçası çok da ilgimi çekmemişti. Akrobasiye yaklaşan bir dans stili, havada taklalar, atlamalar zıplamalar bana çok hitap etmiyor, ayrıca bir budist tapınağındaki rahiplerin yıllarca Dünya turnesine çıkıyor olması da çok samimi gelmemişti. Ancak koreograf Sidi Larbi'yi merak edip, yaptığı diğer işleri internetten izlediğimde çok etkilendim. Diğer çalışmaları Sutra'dan oldukça farklı ve büyüleyici. Her ne kadar çok ilgimi çekmemiş olsa da bir "Sidi Larbi" eseri izlemiş olmak ve ismine hafızamda (ve bu güncede) bir yer kazandırmak adına tuttum Zorlu PSM'nin yolunu.

Eserin koreografisinde dansçıların hareketlerinden daha çok, tek boy büyük sandıklara verdiği şekillerle etkiledi beni eser. Çocuklarımın uzun yıllardır oynadıkları ve hala sıkılmadıkları Kapla isimli bir oyun var. Tek boy ve şekil tahta parçalarından oluşuyor, hayal gücünü kullanınca verilemeyecek şekil kalmıyor. Sidi Larbi'nin çocukluğunda bu oyunu çok severek oynadığını tahmin ediyorum, belki de ilk koregrafi hayallerini bu oyuncakla kurmuştur. Zira kendisi de eser süresince sahnede bir orkestra şefi gibi bulundu ve ufak bir "kapla" modellemesini sahnenin ön tarafında gerçekleştirdikçe, arka plandaki sandıklar şekilden şekile girdi. Budist rahipler bir saat gibi işleyerek, bu görsel ziyafeti işliyor ve tamamlıyorlar.

Çok özgün ve etkileyici bir eser olduğuna şüphe yok ama umarım ilk fırsatta Sidi Larbi'nin çok daha fazla keyif alacağımı hisseettiğim diğer çalışmalarını canlı izleme fırsatım olur.


17 Nisan 2019 Çarşamba

Rüya - Birazdan Tiyatro


Esaslı bir (manevi) tiyatro kazası yaşamış bulunuyorum. Son dönemde iyi oyunların yanı sıra kötü oyunlara da denk gelince, bilet almadan önce ekşi sözlükle yetinmeyip, tiyatrolar.com.tr sitesine de bakmaya başladım. Kadıköy'de olsun, yeni oyun olsun, yeni mekan olsun, yeni grup olsun diye bakarken "Rüya"ya denk geldim. 3 adet yorum yere göğe koyamıyordu, 17 kişi yüksek notlamıştı, ben de çok düşünmeyip (maalesef) bilet aldım.

Ara ara kötü oyunlara denk gelsem de, emeğe saygı diye düşünüp fazla olumsuz cümleler kurmamaya gayret ediyorum. Ama hayatımda bu kadar kötü bir oyun izlememiştim. İzlediğim çoğu okul müsameresi daha iyiydi diyebilirim. Oyuncuların herhangi bir tiyatro eğitimi olduğunu da düşünmüyorum. Belki okulda veya bir atölyede beraberce amatör tiyatro yaparak bir araya gelmiş olabilirler, ama izlediğim oyun bir okul müsameresi için dahi her anlamda oldukça kötüydü. Üzüldüğüm konu tiyatrolar.com.tr 'ye de muhtemelen yakın arkadaşları yazmış, notlamış, kendimi gerçekten kandırılmış hissettim, az sayıdaki seyirci de zaten tahminimce kendi arkadaşlarıydı, alkış sırasında ayağa fırlayan dahi oldu.

Mekanın ismi Theatron idi. Theatron kendi oyunlarının yanı sıra, sitesindeki bilgiye göre atölye çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Bu oyun bir atölye çıktısı mıydı bilemiyorum ama bu şekilde ortaya çıkan performanslar, bir ücret talep etmenin uygun olmayacağı kadar aşırı amatör kalıyorsa, ücretsiz sahnelenmeli ve bir tiyatro yapımı olarak sunulmamalı, tanıtılmamalı, hele sosyal mecralarda sahte yorum, notlarla pompalanmamalı. Özel tiyatrolar mekanlarını teslim ettikleri oyunların asgari bir tiyatro kalitesini tutmasını sağlamazlarsa kendi itibarları da sarsılır. Bir daha o mekanda kolay kolay oyuna gitmeyi düşünmem. Bu da böyle bir anı oldu, acı da bir tecrübe oldu, yoğurdu artık üfleyerek değil, önce dondurucuya sokarak yemek gerekiyor.

12 Nisan 2019 Cuma

Cannes 2016


Cannes Film Festivali 2016'ya dair notlar;

Juste la fin du monde
Juste la fin du monde - Xavier Dolan - 9
Basit ve özetlendiğinde çok sıradan gelebilecek bir aile için dramayı, bu kadar sıra dışı hale getirebilmek, sıra dışı bir yönetmenin, sıra dışı oyuncularla bir araya gelmesiyle olabilirdi. Dolan'ın filmlerine daha önce 3 not düşmüşüm: Les Amours Imaginaires (2010)Laurence Anyways (2012),
J'ai tué ma mère (2009)

Toni Erdmann
Toni Erdmann - Maren Ade - 8
Maren Ade'nin bir önceki filmi "Alle Anderen"'i de çok beğenmiştim. Toni Erdmann için "Anlatılmaz, izlenir"'den başka bir yorum yapmak zor. 

I, Daniel Blake
I, Daniel Blake - Ken Loach - 8
Ken Loach arada beni üzen filmler yapabilse de, iyi film yaptı mı da, Altın Palmiye'yi kapıveriyor. Yaşadığımız düzene ve bu film özelinde de sosyal devlete eleştirisini, kalp krizi geçirdiği için çalışamaz duruma gelen bir kişinin, hakkı olan destekten faydalanabilmek için neler çekmesi gerektiğini göstererek anlatıyor.

Forushande
The Salesman - Asghar Farhadi - 8
Farhadi'nin "About Elly" ve "A Seperation" gibi iki başyapıt verdikten sonra Fransa'ya geçerek "Le Passé"'yi çekmesini, İran sinemasından uzaklaşmasına yormuş ve üzülmüştüm, zira memleketinde anlatacağı daha çok hikayeleri olduğuna emindim. Neyseki Farhadi "The Salesman" ile İran'a ve özüne döndü.

American Honey
American Honey - Andrea Arnold - 8
"Fish Tank" (2009) ile gönlümü fetheden Arnold, "American Honey"'de kaldığı yerden devam ediyor. Çarpıcı bir gerçeklikle, pembelere boyamadan anlattığı bir genç kızın yolculuğunu izliyoruz.

Elle
Elle - Paul Verhoeven - 8
"Robocop" (1987) ve "Total Recall" (1990) gibi çok ses getiren bilim kurgu filmlerinin yanı sıra "Basic Instinct" (1992)  ile geniş kitlelere ulaşan Verhoeven, benim radarıma 2006 yapımı "Zwartboek" ile girmişti, yerini "Elle" ile iyice sağlamlaştırdı. Isabelle Huppert'e cuk diye oturan bir rolle iyicene geriliyoruz.

Bacalaureat
Bacalaureat - Cristian Mungiu - 8
Romanya, birden fazla "Nuri Bilge Ceylan" çıkarabildiğinden bizim sinemamızı da geçti. Geçenlerde not düştüğüm Cãlin Peter Netzer'in yanı sıra Cristian Mungiu da yeni dalga rumen gerçekçiliğinin önemli bir temsilcisi. Bacaulaureat, kızını yurt dışında okutmak isteyen bir babanın, yozlaşmış düzenin çarkında dönmeye çalışmasını anlatıyor.

Sieranevada
Sieranevada - Cristi Puiu - 7
Romanya Yeni Dalga demişken, tam lafının üstüne geldi. Bükreş'de daracık ve loş bir apartman dairesinde, ölmüş babalarını anmak için bir araya gelen ailenin bütün fertleri, eski defterleri açmak suretiyle hesaplaşmalara girişiyorlar. O mutfağın kapısı her açılıp kapandığında beni hafakanlar bastı. Kapalı alanlardan hoşlanmayanlar bu filmde daralabilirler.

Ma' Rosa
Ma' Rosa - Brillante Mendoza - 7
Bir "yeni dalga gerçekçilik" filmi de Filipinler'den geliyor. Şehrin fakir kesimlerinden birinde büfecilik yapan bir aile, ufak tefek çerezlerin yanı sıra uyuşturucu da satmaktadır. Yakalanmaları üzerine yaşananları izliyoruz.

La fille inconnue
La Fille inconnue - Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne - 7
Cannes'ın gediklileri Dardenne kardeşler ne çekseler izlenir. Önceki filmlerinin biraz gölgesinde kalsa da, yine aynı toplumsal yaralara parmak basan bu filmden çıkarılacak dersler var. Bir cinayete kurban giden bir genç kız, eğer bir göçmen ise, toplumun en alt tabakasına sıkışmışsa, kim olduğunun bir önemi var mıdır, yoksa "bilinmeyen" olarak kalması, kimsenin umurunda olmamalı mıdır?

The Neon Demon
The Neon Demon - Nicolas Winding Refn- 7
Genç bir modelin hikayesi üzerinden "Güzellik" kavramı/sektörü üzerine esaslı bir eleştiri/saldırı. Bence genelde daha çok beğenilen "Drive" (2011) filminden daha başarılı.

Paterson
Paterson - Jim Jarmusch - 7
Her çektiği filme kendi baharat kavanozlarından bir şeyler bırakan Jarmusch, "Only Lovers Left Alive" (2013) ile müthiş özgün bir vampir hikayesine imza attıktan sonra, sade filmin de en sadesini ben yaparım diye genç bir çiftin minik şiirsel Dünya'larına götürüyor bizi.


Aquarius
Aquarius - Kleber Mendonça Filho - 7
Hikayesi Brezilya'dan geçmesine rağmen, kentsel dönüşümün sadece yerel bir kabus olmadığını bizlere anlatan bu filmde, evine sahip çıkmak için sermayeye karşı mücadele eden bir Brezilyalı yoldaşımızı izliyoruz. 

Julieta
Julieta - Pedro Almodóvar - 7
En esaslı "kadın" hikayeleriyle hepimizi büyüleyen Almodovar, arada bir süre "saçmaladıktan" sonra çok şükür yine kadın hikayelerine dönüyor. Eski filmlerinin gücünden mahrum olmasını kondisyon eksikliğine bağlayıp, gelecek filmleri için umutlanalım.

Mal de pierres
Mal de pierres - Nicole Garcia - 6
Yönetmenin izlediğim ilk filmi, ancak pek iz bırakmamış olacak ki, konusunu dahi pek hatırlayamıyorum. Veri bankam 6 verdiğimi söyleyince ben de o şekilde kabullendim.

Ah-ga-ssi
The Handmaiden - Park Chan-wook - 6
Söz konusu Park Chan-Wook olunca, ister istemez "Oldboy" (2003) kıvamında çarpılmayı arzu ediyor insan. Daha önce aynı romandan uyarlanan "Fingersmith" (2005) mini dizisini izlediğimden, dolayısıyla filmin çok kritik sürpriz-bozanına hakim olduğumdan etkilenmeyi başaramadım.

Loving
Loving - Jeff Nichols - 6
Nichols'un daha önce izlediğim iki filminden "Take Shelter"'ı (2011) beğenmiş ama "Mud"'ı (2012) ise hiç beğenmemiştim. 1960'lı yıllarda Amerika'da bir siyahla bir beyazın evlenme cesaretini gösterdikleri gerçek hikayenin işlenişini sıradan buldum.

Personal Shopper
Personal Shopper - Olivier Assayas - 6
Assayas herhalde Kristin Stewart'ı özel yardımcı yaptığı filmlerle ilgili bir üçleme çekiyor olsa gerek. "Clouds over Sils Maria"'dan (2014) sonra Stewart'ı benzer rolde izliyoruz, ama bu sefer kanımca biraz daha zayıf bir filmde. 

Ma Loute
Ma Loute - Bruno Dumont - 6
Bruno Dumont her filminde olduğu üzere yine seyircisinin sabrını sınıyor. Anlattığı abzürt hikayenin özgün olduğuna şüphe yok ama izlemesi kolay değil.

Rester vertical
Rester Vertical - Alain Guiraudie - 6
Bu filmle de kimyamız pek tutmadı, yönetmeni tanımadığımdan bir beklentim de yoktu ama biraz sıkılarak izlediğimi itiraf etmeliyim. Elle tutulur bir konusu yok gibi geldi, sanki doğaçlama o anki ruh haline göre yazılmış, çekilmiş gibi.

İzlemediklerim;
The Last Face - Sean Penn


Altın Palmiye harici filmleri de notlarımla birlikte sıralayayım;

Divines Poster
Divines - Houda Benyamina - 8

La tortue rouge
La Tortue Rouge - Michael Dudok De Wit - 8

Café Society
Cafe Society - Woody Allen - 7

La danseuse Poster
La Danseuse - Stéphanie Di Giusto - 7

Ma vie de Courgette Poster
Ma Vie De Courgette - Claude Barras - 7

Money Monster
Money Monster - Jodie Foster - 7

Eshtebak
Eshtebak - Mohamed Diab - 7

Hymyilevä mies
The Happiest Day in the Life of Olli Maki - Juho Kuosmanen - 6

Hell or High Water
Hell or High Water - David Mackenzie - 6

Captain Fantastic
Captain Fantastic - Matt Ross - 3