Wael'in gösterilen diğer bir filmi "El Araba El Madfuna"'da bir nevi çölde kumda oturarak bu sefer kuklalar yerine, çocukların ağızından bir şaman hikayesi dinliyoruz. Yetişkin rolüne bürünmüş çocuklar, yetişkinler tarafından seslendirilmişler.
13 Eylül 2012 Perşembe
Wael Shawky - KW Berlin
Wael Shawky'nin haçlı seferlerini 200 yıllık kuklalarla resmettiği filmini geçen sene İstanbul Bienali'nde çok beğenerek izlemiştim. Bu bir dörtlemeymiş ve ikinci bölümünü de KW'de gerçekleşen Wael Shawky etkinliğinde izleme şansına sahip oldum. Kuklaların insanı çarpan auraları, arapçanın büyüleyici tınısı, ışığın kullanımı aynen birinci bölümde olduğu gibi çok etkileyiciydi. KW'nin diğer bir katında da filmde kullanılan kuklalar sergileniyordu.
12 Eylül 2012 Çarşamba
Zeitlos schön - 100 Jahre Modefotografie von Man Ray bis Mario Testino
Bir sergi alanı olarak Berlin'deki Postfuhramt binasına ulan hayranlığıma şu yazıda değinmiştm. Yolum her Berlin'e düştüğüne bu binadaki sergileri gezmeye niyetliydim, ancak bu yazıda bahsedeceğim sergi, muhtemelen bu binada takip edebileceğim son sergi olacak çünkü Berlin'in kültür hayatı da kendini kapitalizmin vahşi pençelerinden kurtaramamış ve C/O yakın zamanda bu binadan taşınmak zorundaymış, keza bu güzelim bina, satın alan şirketin merkezi olacakmış.
Sergiye gelirsek, modayla pek yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem, moda fotoğrafçılığının bir sanat olup olmadığı da daha önce kafamı kurcalamış bir konu değildi. Son yüzyıldır modanın ve moda fotoğrafçılığının gelişimi, moda dergilerinin arşivlerinde yapılan sıkı bir taramayla, bu sergide gözler önüne serilmiş. Bu arada sergilenen fotoğrafların büyük kısmı da Vogue'un arşivinden. Vogue'un gelişimi, yönetimi, fotoğraf sanatçılarıyla çalışması kronolojik bölümlere ayrılmış sergide fotoğrafların yanısıra anlatılmış. Helmut Newton ve Man Ray gibi çok ünlü isimlerin eserleri görülebiliyor. Eminim modayı dikkatle takip edenler bu sergide kendilerinden geçeceklerdir. Fotoğraflardaki müthiş estetikten etkilenmekle birlikte mekanın darlığına karşılık, sergilenmek istenen fotoğraf sayısının fazlalığı beni biraz rahatsız etti. Çok fazla yaratıcılık olmadan yan yana balık istifi gibi dizilmiş, hem de formatları gözleri tam doyuramayacak kadar ufak olan fotoğraflar, üstüne bir de çok kalabalık olan sergi mekanının klostrofobik havası, etkinliğin etkisini benim gibi modaya nötür kişilerde azaltmış olabilir. Yine de sergi, başlığını hak ediyor "Zamansız güzel".
Sergiye gelirsek, modayla pek yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem, moda fotoğrafçılığının bir sanat olup olmadığı da daha önce kafamı kurcalamış bir konu değildi. Son yüzyıldır modanın ve moda fotoğrafçılığının gelişimi, moda dergilerinin arşivlerinde yapılan sıkı bir taramayla, bu sergide gözler önüne serilmiş. Bu arada sergilenen fotoğrafların büyük kısmı da Vogue'un arşivinden. Vogue'un gelişimi, yönetimi, fotoğraf sanatçılarıyla çalışması kronolojik bölümlere ayrılmış sergide fotoğrafların yanısıra anlatılmış. Helmut Newton ve Man Ray gibi çok ünlü isimlerin eserleri görülebiliyor. Eminim modayı dikkatle takip edenler bu sergide kendilerinden geçeceklerdir. Fotoğraflardaki müthiş estetikten etkilenmekle birlikte mekanın darlığına karşılık, sergilenmek istenen fotoğraf sayısının fazlalığı beni biraz rahatsız etti. Çok fazla yaratıcılık olmadan yan yana balık istifi gibi dizilmiş, hem de formatları gözleri tam doyuramayacak kadar ufak olan fotoğraflar, üstüne bir de çok kalabalık olan sergi mekanının klostrofobik havası, etkinliğin etkisini benim gibi modaya nötür kişilerde azaltmış olabilir. Yine de sergi, başlığını hak ediyor "Zamansız güzel".
2 Eylül 2012 Pazar
Joachim Trier ve Oslo, August 31st (2011)
Cannes Yarışma filmleri dosyasını kapatalı 2 hafta oldu, elim bu arada klavyeye gitmediğinden, bari Cannes Film Festivali'nin "Un certain Regard" bölümünden bir filmle devam edelim. Joachim Trier'in ilk uzun metrajlı filmi "Reprise"'i (2006) çok beğenmiştim, İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ödülünü de çok hak ederek kazanmıştı. 5 yıl ara verdikten sonra çektiği ikinci uzun metrajlı filmi "Oslo, August 31st" de bu yıl İstanbul Film Festivali'nde jüri özel ödülünü kazandı. Altın Lale'yi kazanan filmi henüz izleyemedim, ama bu filmden daha iyiyse, gerçek bir başyapıt olması gerekir, keza bence "Oslo, August 31st", müthiş "Reprise"'in de üzerinde bir filmdi.
Başta inanılmaz yetenekli başrol oyuncusu olmak üzere, mekan ve tarz olarak birebir örtüşen iki film, yine de bir tekrar olma tuzağına düşmüyor. Bir uyuşturucu bağımlısı, tedavi görmekte olduğu klinikten bir iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek üzere bir günlük izinle Oslo'ya dönüyor. Filmin, hayata tutunma ve arkadaşlıklar üzerine, çok doğal ve çok sade bir şekilde anlatacakları var. Baş karakter Anders'in ruh halini anlamak için uyuşturucu bağımlısı olmaya ve hayattan izole bir klinikte zaman geçirmeye gerek yok. Özellikle büyük şehirlerde hayatın, çoğu insanın sağlıklı bir şekilde kaldırabileceğinden hızlı akan zamanında, hengame içinde savrulurken birbirine hızla yabancılaşan insanlar, kendilerini kolaylıkla benzer bir melankoli içinde bulabilirler. Deri altına güçlü şekilde nüfuz eden etkileyici bir eser.
Başta inanılmaz yetenekli başrol oyuncusu olmak üzere, mekan ve tarz olarak birebir örtüşen iki film, yine de bir tekrar olma tuzağına düşmüyor. Bir uyuşturucu bağımlısı, tedavi görmekte olduğu klinikten bir iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek üzere bir günlük izinle Oslo'ya dönüyor. Filmin, hayata tutunma ve arkadaşlıklar üzerine, çok doğal ve çok sade bir şekilde anlatacakları var. Baş karakter Anders'in ruh halini anlamak için uyuşturucu bağımlısı olmaya ve hayattan izole bir klinikte zaman geçirmeye gerek yok. Özellikle büyük şehirlerde hayatın, çoğu insanın sağlıklı bir şekilde kaldırabileceğinden hızlı akan zamanında, hengame içinde savrulurken birbirine hızla yabancılaşan insanlar, kendilerini kolaylıkla benzer bir melankoli içinde bulabilirler. Deri altına güçlü şekilde nüfuz eden etkileyici bir eser.
17 Ağustos 2012 Cuma
Cannes 2011 Yarışma Filmleri Değerlendirmesi
Bu kapsamda izlediğim ve not düştüğüm filmleri, beğeni sırama göre 10 üzerinden notlarsam;
Tree of Life – Terrence Malick 10
Bir Zamanlar Anadolu'da – Nuri Bilge Ceylan 9
The Kid With The Bike – Dardenne Kardeşler 9
Footnote – Joseph Cedar 8
We Need To Talk About Kevin – Lynne Ramsay 8
Polisse – Maïwenn Le Besco 8
Le Havre – Aki Kaurismaki 8
The Skin That I Live In – Pedro Almodovar 7
Sleeping Beauty – Julia Leigh 7
L’Apollonide – Betrand Bonello 7
Melancholia – Lars Von Trier 6
Hara-Kiri: Death of a Samurai – Takashi Miike 6
We Have A Pope – Nanni Moretti 5
Drive – Nicholas Winding Refn 4
This Must Be The Place – Paolo Sorrentino 4
La Source de Femmes – Radu Mihaileanu 4
Henüz izleyemediklerim;
Pater – Alain Cavalier
Hanezu no Tsuki – Naomi Kawase
Tree of Life – Terrence Malick 10
Bir Zamanlar Anadolu'da – Nuri Bilge Ceylan 9
The Kid With The Bike – Dardenne Kardeşler 9
Footnote – Joseph Cedar 8
We Need To Talk About Kevin – Lynne Ramsay 8
Polisse – Maïwenn Le Besco 8
Le Havre – Aki Kaurismaki 8
The Skin That I Live In – Pedro Almodovar 7
Sleeping Beauty – Julia Leigh 7
L’Apollonide – Betrand Bonello 7
Melancholia – Lars Von Trier 6
Hara-Kiri: Death of a Samurai – Takashi Miike 6
We Have A Pope – Nanni Moretti 5
Drive – Nicholas Winding Refn 4
This Must Be The Place – Paolo Sorrentino 4
La Source de Femmes – Radu Mihaileanu 4
Henüz izleyemediklerim;
Pater – Alain Cavalier
Hanezu no Tsuki – Naomi Kawase
16 Ağustos 2012 Perşembe
Radu Mihaileanu ve La Source de Femmes (2011)
Cannes 2011 yarışma filmleri kapsamında bahsedeceğim son esere gelmeden önce yönetmen Radu Mihaileanu'nun daha önce izlemiş olduğum muhteşem iki filmine değinmek isterim. "Train de Vie" (1998) ikinci dünya savaşında yaşanan soykırımla ilgili yapılmış bence en iyi bir kaç filmden biridir. Bir yahudi köyünde yaşayanlar, başlarına geleceği hissederek bir plan yaparlar. Katliamların yapıldığı kamplara yahudileri taşıyan Nazi trenlerine benzer bir tren inşa ederek, kendi aralarında Naziler ve tutuklu yahudiler olarak ikiye ayrılırlar, tüm köyü bu trenle Alman hakimiyetindeki topraklardan çıkarmak için bir kaçış planı hazırlarlar. Mizahı kullanarak en güçlü mesajları vermesi açısından "Life is beautiful" ile kıyaslanabilecek film, onun kadar ses getirmese de en azından onun kadar başarılı.
Diğer filmi "Va, vis et deviens" (1998) de çok güçlü politik mesajlar içeren bir yapıt. Etiyopya'da yaşayan siyah bir kavimin yahudi oldukları resmen kabul edilince, Dünya'nın her tarafından kabul edildiği üzere bu kavimden de yahudiler İsrael'e kabul edilirler. Ancak ırkçılıktan tarihleri boyunca çok çekmiş olan yahudiler, bu siyah ırktan gelenleri aralarına ayrımcılık yapmadan kabul etmekte çok zorlanırlar.
Bu kaçırılmaması gereken iki filme üçüncü bir film mi eklendi heyecanıyla başlayınca "La Source de Femmes" ciddi bir hayal kırıklığı yaratabilir. Oldukça iyi başlayan film, hemen bizim bir Yeşilçam klasiğimizi anımsatıyor, hatta birebir uyarlaması mı diye düşündürüyor. Hatırlar mısınız "Şalvar Davası"'nı? (1983) Müjde Ar, köye gelip, çalışan kadınların gözünü açan şehirli kadını, Şener Şen de köyün uyanık muhtarını canlandırıyorlardı. Erkeklerin bütün gün kahvede oturdukları, kadınların tarlaya çalışmaya gittikleri düzeni, kadınlar gece yatakta greve giderek değiştirmeye çalışıyorlardı. Kuzey Afrika'nın benzer şekilde tutucu ve geri kalmış bir köyünde, köyün tüm suyunu kadınlar bir tepenin üzerindeki kuyudan taşımak zorundadırlar ve pek çok kadın da bu yolda çocuğunu düşürmüşlerdir. Kadınlar aynı şekilde gece yatakta greve giderek, erkekleri yola getirmeye karar verirler. Yeşilçam versiyonunda, kara mizah tutarlı bir şekilde filmin başından sonuna kadar hissedilir, hatta erkeklerin köye genelev kurmaları, kadınların onlara karşı önlem olarak gizlice şap yedirmeleri unutulmaz sahnelerdir. Radu'nun versiyonunda ise bir noktadan sonra mizah tamamen bir kenara bırakılıyor, film kendini bir hayli ciddiye almaya başlıyor, ve bir baş öğretmen edasıyla didaktikleşiyor. İşte bu noktada bizim (belki bugün seyretsem yönetsel ve pek çok başka açıdan oldukça zayıf ve naif bulacağım) iddiasız "Şalvar Dava"'mızın dahi gerisinde kalıyor.
Diğer filmi "Va, vis et deviens" (1998) de çok güçlü politik mesajlar içeren bir yapıt. Etiyopya'da yaşayan siyah bir kavimin yahudi oldukları resmen kabul edilince, Dünya'nın her tarafından kabul edildiği üzere bu kavimden de yahudiler İsrael'e kabul edilirler. Ancak ırkçılıktan tarihleri boyunca çok çekmiş olan yahudiler, bu siyah ırktan gelenleri aralarına ayrımcılık yapmadan kabul etmekte çok zorlanırlar.
Bu kaçırılmaması gereken iki filme üçüncü bir film mi eklendi heyecanıyla başlayınca "La Source de Femmes" ciddi bir hayal kırıklığı yaratabilir. Oldukça iyi başlayan film, hemen bizim bir Yeşilçam klasiğimizi anımsatıyor, hatta birebir uyarlaması mı diye düşündürüyor. Hatırlar mısınız "Şalvar Davası"'nı? (1983) Müjde Ar, köye gelip, çalışan kadınların gözünü açan şehirli kadını, Şener Şen de köyün uyanık muhtarını canlandırıyorlardı. Erkeklerin bütün gün kahvede oturdukları, kadınların tarlaya çalışmaya gittikleri düzeni, kadınlar gece yatakta greve giderek değiştirmeye çalışıyorlardı. Kuzey Afrika'nın benzer şekilde tutucu ve geri kalmış bir köyünde, köyün tüm suyunu kadınlar bir tepenin üzerindeki kuyudan taşımak zorundadırlar ve pek çok kadın da bu yolda çocuğunu düşürmüşlerdir. Kadınlar aynı şekilde gece yatakta greve giderek, erkekleri yola getirmeye karar verirler. Yeşilçam versiyonunda, kara mizah tutarlı bir şekilde filmin başından sonuna kadar hissedilir, hatta erkeklerin köye genelev kurmaları, kadınların onlara karşı önlem olarak gizlice şap yedirmeleri unutulmaz sahnelerdir. Radu'nun versiyonunda ise bir noktadan sonra mizah tamamen bir kenara bırakılıyor, film kendini bir hayli ciddiye almaya başlıyor, ve bir baş öğretmen edasıyla didaktikleşiyor. İşte bu noktada bizim (belki bugün seyretsem yönetsel ve pek çok başka açıdan oldukça zayıf ve naif bulacağım) iddiasız "Şalvar Dava"'mızın dahi gerisinde kalıyor.
15 Ağustos 2012 Çarşamba
Takashi Miike ve Hara-Kiri: Death of a Samurai (2011)
Takashi Miike gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, büyük başyapıtların tekrar çekimlerine kalkışmalarına anlam veremiyorum. Henüz izleyemedim, ama Kobayashi'nin "Harakiri"'si (1962) eğer yeterli sayıda kişi oy vermiş olsa (bugün itibariyle en az 25.000 kişinin oylamış olması gerekiyor) IMDB top 250 listesine ilk 50 sıradan girecek bir değerlendirme almış durumda. IMDB'nin listesi Dünya genelinde sinemaseverlerin ortak paydasını temsil ettiğinden, benim hiç onaylamadığım popüler eserler çok üst sıralarda yer bulabiliyor. Mesela "The Shawshank Redemption" (1994) birinci ve "Godfather 2" (1974) üçüncü sırada ki, bu iki film benim en iyi ilk 1000 listemde dahi bulunamazlar. Yine de listede iyi filmler kötü filmlere ciddi şekilde ağır basar. Dolayısıyla böyle bir listeye 1962'de çekilmiş siyah beyaz bir japon klasiği üst sıralardan girme potansiyele sahipse, her namlı yönetmene bu filmin tekrarından uzak durmayı salık vermek gerekir.
Miike bence Japonya'dan çıkan en iyi yönetmen değil, ama sıradışı filmografisiyle en çok ses getiren yönetmen. Eserlerinde genelde sınırları zorlaması, beni de zorladığından, özellikle de "Audition"'ı (1999) seyrederken bayılma tehlikesi geçirdiğimden, filmlerine oldukça temkinli yaklaşıyorum, ve genelde izlememeyi tercih ediyorum. İlk izlediğim filmi 2001 yapımı "Visitor Q" esasında yönetmen hakkında uyarı sinyalleri veriyordu. Kayda değer görmediğim bir polisiye TV filmi "Kôshônin"'e denk gelmişliğim vardı. Ama Miike ile ilgili atlatmış olduğum en tehlikeli durum "Dead or Alive 2"'nin 2003 İstanbul Film Festivali için altyazı çevirisini yapmış olmam. O zaman henüz "Audition"'ı izlememiştim, ve başıma gelebileceklerden habersizdim. Neyseki "Dead or Alive" abzürt bir suç filmi çıktı da ucuz atlattım.
Çok üretken bir yönetmen olan Miike'nin diğer filmlerinden hassasiyetle uzak dururken, Cannes 2011 yarışma filmlerinden eksiğim kalmasın diye, elimde kumanda (her an görüntü & ses kısabilme adına) "Harakiri"'nin karşısına geçtim. Film başladıktan kısa bir süre sonra kumandayı bir yana bıraktım, çünkü karşımda deneysel, uç noktalarda bir film değil, klasik bir samuray hikayesi bulunuyordu. Ama tabii ki Miike'ye güvenmediğimden Harakiri sahnelerinde sesi ve gözlerimi kapatmayı ihmal etmedim. Çok güçlü bir sinematografi, iyi oyunculuklarla bezenmiş eser, Japonya'da yıkılan beyliklerle işsiz kalan samurayların, paralı lordların karşısına çıkarak, fakirlikle yok olan onurlarını harakiriyle kurtarmayı istemeleri üzerine kurulu. Bunun ne kadarı lord'lara kendilerini acındırarak para koparma amacıyla, ne kadarı bir onur mücadelesi, filme bırakalım. İlk başta oluşan intiba, hikayenin geriye dönüşlerle, farklı perspektiflerden gerçekleri göstermesi üzerine değişebiliyor. Bana biraz Kurasawa'nın muhteşem "Rashomon"'unu (1950) anımsattı. Filmin Cannes'da gösterilen ilk 3D film olduğunu da not düşelim.
Gelelim eleştireceğim kısımlara, filmin ilk yarısı çok çok iyiyken, ikinci yarıda tempo inanılmaz düşüyor, film söyleyeceğini çoktan söylemiş ve mesajını vermiş olduğundan bu ikinci kısım iyice bir anlamsızlaşıyor, mesajın vurgulandığı final sahnesi de fazla abartılı ve gereksiz, filmin inandırıcılığına esaslı bir darbe vuruyor. Filmin orijinali nasıl diye merak ettim, ama Miike birebir çektiyse, bu ağır ikinci bölümü bir kez daha izlemeyi göze alabilir miyim bilemiyorum.
Miike bence Japonya'dan çıkan en iyi yönetmen değil, ama sıradışı filmografisiyle en çok ses getiren yönetmen. Eserlerinde genelde sınırları zorlaması, beni de zorladığından, özellikle de "Audition"'ı (1999) seyrederken bayılma tehlikesi geçirdiğimden, filmlerine oldukça temkinli yaklaşıyorum, ve genelde izlememeyi tercih ediyorum. İlk izlediğim filmi 2001 yapımı "Visitor Q" esasında yönetmen hakkında uyarı sinyalleri veriyordu. Kayda değer görmediğim bir polisiye TV filmi "Kôshônin"'e denk gelmişliğim vardı. Ama Miike ile ilgili atlatmış olduğum en tehlikeli durum "Dead or Alive 2"'nin 2003 İstanbul Film Festivali için altyazı çevirisini yapmış olmam. O zaman henüz "Audition"'ı izlememiştim, ve başıma gelebileceklerden habersizdim. Neyseki "Dead or Alive" abzürt bir suç filmi çıktı da ucuz atlattım.
Çok üretken bir yönetmen olan Miike'nin diğer filmlerinden hassasiyetle uzak dururken, Cannes 2011 yarışma filmlerinden eksiğim kalmasın diye, elimde kumanda (her an görüntü & ses kısabilme adına) "Harakiri"'nin karşısına geçtim. Film başladıktan kısa bir süre sonra kumandayı bir yana bıraktım, çünkü karşımda deneysel, uç noktalarda bir film değil, klasik bir samuray hikayesi bulunuyordu. Ama tabii ki Miike'ye güvenmediğimden Harakiri sahnelerinde sesi ve gözlerimi kapatmayı ihmal etmedim. Çok güçlü bir sinematografi, iyi oyunculuklarla bezenmiş eser, Japonya'da yıkılan beyliklerle işsiz kalan samurayların, paralı lordların karşısına çıkarak, fakirlikle yok olan onurlarını harakiriyle kurtarmayı istemeleri üzerine kurulu. Bunun ne kadarı lord'lara kendilerini acındırarak para koparma amacıyla, ne kadarı bir onur mücadelesi, filme bırakalım. İlk başta oluşan intiba, hikayenin geriye dönüşlerle, farklı perspektiflerden gerçekleri göstermesi üzerine değişebiliyor. Bana biraz Kurasawa'nın muhteşem "Rashomon"'unu (1950) anımsattı. Filmin Cannes'da gösterilen ilk 3D film olduğunu da not düşelim.
Gelelim eleştireceğim kısımlara, filmin ilk yarısı çok çok iyiyken, ikinci yarıda tempo inanılmaz düşüyor, film söyleyeceğini çoktan söylemiş ve mesajını vermiş olduğundan bu ikinci kısım iyice bir anlamsızlaşıyor, mesajın vurgulandığı final sahnesi de fazla abartılı ve gereksiz, filmin inandırıcılığına esaslı bir darbe vuruyor. Filmin orijinali nasıl diye merak ettim, ama Miike birebir çektiyse, bu ağır ikinci bölümü bir kez daha izlemeyi göze alabilir miyim bilemiyorum.
14 Ağustos 2012 Salı
Joseph Cedar ve Footnote (2011)
Zaman zaman İsrael yapımı çok çok iyi filmlere denk geliyorum. Cannes 2011 de böyle bir filmle ve yönetmeniyle tanışmama vesile oldu. Oldum olası dram dozu iyi ayarlanmış baba-oğul gerilimi söz konusu olunca, filmler beni hemen içine çekiyor. Bu filmde de aynı dalda iki profesör baba-oğulun içten içe rekabetine tanıklık ediyoruz. Oğul başarılarıyla, babasını oldukça gölgede bırakmıştır, aksi ve uç noktada asosyal olan baba durumu böyle görmemekte ve haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Baba, ulusal bir bilim ödülüne layık görülünce olaylar seyrini almaya başlar. Oyunculukların çok iyi olduğu filmde, yönetmen de portreleri çizerken harikalar yaratıyor. Yoğun dram, mizahla hafifliyor, ama hiçbir şekilde eksilmiyor, bu da sömürünün önünü tamamen kesiyor. Film boyunca sessizliğin hakim olduğu bir gerilim yoğun ve patlamak üzere bir fırtınaya hazırlıyor seyirciyi, ancak (dikkat ispiyon geliyor) yönetmen (ve tabii senarist) bu beklentiyi bilinçli bir şekilde karşılamıyorlar, film boyunca yaptıkları gibi, pek çok ögeyi seyircinin hayalgücüne bırakıyorlar. Bu kararlarına çok saygı duyuyorum, keza her şeyin "armut piş, ağzıma düş" şeklinde servis edildiği filmler, seyircinin zekasına ve hayalgücüne hakaret gibi geliyor çoğu zaman. Ama özellikle finalde, büyük ihtimalle mutlak bir deşarj ihtiyacı içimde olduğumdan, tatminsiz kaldım, ruh halimde buruk bir tat bıraktı, o biriken tüm enerjinin bir şekilde boşalması gerekiyordu, ama hiç işaretini vermeden pat diye filmi bitirdiler. Eminim sebep, bütün film boyunca finale yüklenen birikimin hakkını veremeyeceklerini düşünmelerinde değildi, ama yine de yoğun bir şekilde öyle bir his bıraktı.
Sonuç olarak kaçırılmayacak bir yapıt.
Sonuç olarak kaçırılmayacak bir yapıt.
13 Ağustos 2012 Pazartesi
Julia Leigh ve Sleeping Beauty (2011)
Julia Leigh'in ilk uzun metrajlı filmi "Sleeping Beauty", adının çağrıştırdığı gibi bir Disney "Uyuyan Güzel" uyarlaması değil. Zaten öyle olsaydı büyük ihtimalle Cannes 2011 yarışmacıları arasında bulunmazdı. Gerçi ismin tesadüf olduğunu sanmıyorum, tabii bilemiyorum, ama bence o masal dünyasına ironik ve esaslı bir gönderme var. Bununla ilgili daha fazla yorum yaparsam filmle ilgili ciddi ispiyon vermiş olacağım. Emily Browning'in büyük başarıyla canlandırdığı genç üniversite öğrencisi Lucy, hızlı tüketen, tükettiği her şeyin içini de hızlıca boşaltan günümüz toplumunda, yönünü tamamen kaybetmiş bir karakter gibi duruyor, ama suratında afallamış bir ifade yok. Hayata karşı umarsız bir tavır takınmış olan Lucy, görünürde fazla bir duygu belli etme potansiyeli de barındırmıyor. Geçimini sağlamak için seçtiği yollarda izleyici olarak sık sık "dur, yapma" refleksini göstersek de, o kaybedecek bir şeyi varmış gibi durmuyor. Niye "Uyuyan Güzel" olduğu konusuna hiç girmeyeceğim, ama filmin insanı boğmayan bir sembolizmle dolu olduğu aşikar. Yavaş temposu, sıradışı tarzı ile festival izleyicilerinin kesinlikle izlemesi ama anaakım seyircilerinin uzak durması gereken bir eser.
12 Ağustos 2012 Pazar
Betrand Bonello ve L’Apollonide (2011)
Bonello'nun Jean-Pierre Léaud'lu "The Pornographer"'ı (2001) izlenecekler listemde, ama önce kısmet 10 sene sonra çektiği "L'Apollonide"'i izlemekmiş.
Film, ismini 1800'lerin sonlarında Paris'te bulunan bir genelevden alıyor. Bu gerçekten olmuş bir genelev değil, ancak sayısız benzerinin oldukça gerçekçi bir benzeri. Tabii gerçekçilik hissini veren, bu genelevleri tecrübe etmiş olmak değil, filmin bir belgesele yaklaşan tarzı. Filmin bir başı, ortası, sonu, dolayısıyla bir hikaye örgüsü yok, yani o dönemdeki Paris genelev hayatından bir kesite şahitlik ediyoruz. Kadınların toplumdaki sorunlu durumları, varolabilmek için vücutlarını satmak zorunda kalmaları, onları paralarıyla satın alan erkeklerin şımarık, şişik, vahşi egoları esasında kadına şiddetin yoğun şekilde gündemde olduğu şu günlerde, geçen bir yüzyılda bir arpa boyu yol alınamadığına dair vurucu bir ayna tutuyor.
Filmin çekimleri, yarattığı atmosferi, oyunculuklar çok başarılı, ancak neredeyse tek mekanda geçen klostrofobik, karanlık atmosferi ve ağır ritmi, filme "şen şakrak hoş hatunlar görelim, gözümüz, gönlümüz açılsın" beklentisiyle yaklaşan izleyici kesimini büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.
Film, ismini 1800'lerin sonlarında Paris'te bulunan bir genelevden alıyor. Bu gerçekten olmuş bir genelev değil, ancak sayısız benzerinin oldukça gerçekçi bir benzeri. Tabii gerçekçilik hissini veren, bu genelevleri tecrübe etmiş olmak değil, filmin bir belgesele yaklaşan tarzı. Filmin bir başı, ortası, sonu, dolayısıyla bir hikaye örgüsü yok, yani o dönemdeki Paris genelev hayatından bir kesite şahitlik ediyoruz. Kadınların toplumdaki sorunlu durumları, varolabilmek için vücutlarını satmak zorunda kalmaları, onları paralarıyla satın alan erkeklerin şımarık, şişik, vahşi egoları esasında kadına şiddetin yoğun şekilde gündemde olduğu şu günlerde, geçen bir yüzyılda bir arpa boyu yol alınamadığına dair vurucu bir ayna tutuyor.
Filmin çekimleri, yarattığı atmosferi, oyunculuklar çok başarılı, ancak neredeyse tek mekanda geçen klostrofobik, karanlık atmosferi ve ağır ritmi, filme "şen şakrak hoş hatunlar görelim, gözümüz, gönlümüz açılsın" beklentisiyle yaklaşan izleyici kesimini büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.
11 Ağustos 2012 Cumartesi
Paolo Sorrentino ve This Must Be the Place (2011)
Sorrentino, bol ödüllü "Il Divo"'su (2008) ile Cannes'da da jüri ödülü almıştı. İkinci Dünya savaşı sonrası sayısız kez başbakanlığı üstlenerek, İtalya yakın tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Giulio Andreotti'nin portresini çizen film, bu ülkenin yakın tarihini bilmeyenler için de rahatlıkla izlenebilen ve başarılı bir yapıttı.
Sorrentino, 2011'de Cannes film festivalinin sinema çizgisinden en çok sapan bir yapıtla karşımıza çıktı. Filmin merkezinde, aykırı rollerin aykırı oyuncusu Sean Penn tarafından canlandırılan, 1980'lerden kalma, ilerlemiş yaşına rağmen, o döneme ait çılgın makyaj-saç-kıyafet tarzını korumuş varlıklı bir rock/metal starı var. Garip konuşma ve hareket etme tarzı da yine o dönemin aşırı uyuşturucu tüketiminden kalma bir hasarı mı var diye düşündürtüyor. Bana çizilen portre hiç inandırıcı gelmedi, oldukça karikatürize buldum. Filmin hikayesi de bir hayli abzürt, keza bir alışverişe gidip gelmesi dahi izleyiciyi yoracak derecede efor gerektiren yaşlanmış bir rock starı, babasına Auschwitz'deki kampta işkenceler yapmış birinin peşine düşüp ülkeyi boydan boya bir hafiye gibi dolaşıyor. Tüm abzürtlükler, sıradışı karakterler ortaya müthiş bir film de çıkarabilirdi, ama kanaatimce bu eserin kimyası tutmamış, ben ikna olmadım.
Sorrentino, 2011'de Cannes film festivalinin sinema çizgisinden en çok sapan bir yapıtla karşımıza çıktı. Filmin merkezinde, aykırı rollerin aykırı oyuncusu Sean Penn tarafından canlandırılan, 1980'lerden kalma, ilerlemiş yaşına rağmen, o döneme ait çılgın makyaj-saç-kıyafet tarzını korumuş varlıklı bir rock/metal starı var. Garip konuşma ve hareket etme tarzı da yine o dönemin aşırı uyuşturucu tüketiminden kalma bir hasarı mı var diye düşündürtüyor. Bana çizilen portre hiç inandırıcı gelmedi, oldukça karikatürize buldum. Filmin hikayesi de bir hayli abzürt, keza bir alışverişe gidip gelmesi dahi izleyiciyi yoracak derecede efor gerektiren yaşlanmış bir rock starı, babasına Auschwitz'deki kampta işkenceler yapmış birinin peşine düşüp ülkeyi boydan boya bir hafiye gibi dolaşıyor. Tüm abzürtlükler, sıradışı karakterler ortaya müthiş bir film de çıkarabilirdi, ama kanaatimce bu eserin kimyası tutmamış, ben ikna olmadım.
10 Ağustos 2012 Cuma
Nanni Moretti ve Habemus Papam (2011)
Nanni Moretti'yle ilgili son dönem hayal kırıklığımdan şu yazıda bahsetmiştim. 5 sene boyunca film çekmedi ve arada bir de çok kötü bir filmde rol aldı. Neyseki Cannes 2011'de yarışan "We have a Pope" ile yönetmenliğe döndü. Eski formundan çok uzakta da olsa, umut ışıkları var. Tam da Moretti mizahına uyacak bir konu seçmiş, Vatikan'ın yeni seçilen Papa'sı, seçildiği anda sırtına aldığı sorumluluğun ağırlığıyla panikliyor, ve bu görevi yerine getiremeyeceğini söylüyor. Vatikan'ın önünde birikmiş büyük kalabalık yeni seçilmiş dini liderlerini görmek için heyecanla beklerken, Papa bu görevi reddediyor, yapamayacağını söylüyor. Vatikan'da kardinallerin Papa olabilme hırsları sayısız filme, kitaba konu olmuşken, böyle bir olasılık ne kadar inandırıcılıktan uzak olsa da, zaten filmin gerçekçi olma gibi bir amacı bulunmuyor. Papa'nın herkes gibi bir insan olduğu, gökden zembille inmediği mizahi bir dille anlatılıyor. Moretti de, Vatikan'a Papa'ya destek olması için çağırılan bir psikoloğu canlandırıyor. Esasında iyi bir malzeme ve Papa rolünde muhteşem bir Michel Piccoli var, ama Moretti bu malzemeyi iyi kullanamıyor. Özellikle ilk yarım saatte, film söyleyeceği her şeyi zaten söylemiş olduğundan, geriye kalan kısım sadece sıkıcı olmaktan öteye geçemiyor.
Sevgili Moretti, sen bundan çok daha iyisini yapabilirsin.
Sevgili Moretti, sen bundan çok daha iyisini yapabilirsin.
3 Ağustos 2012 Cuma
Aki Kaurismäki ve Le Havre (2011)
2011 Cannes yarışmasının, güçlü yönetmenler ve filmlerle donanmış olduğunun kanıtlarından biri de Aki Kaurismaki'nin son şaheseri. Bu güncede sık sık bahsediyorum, bir imzası olan yönetmenleri çok seviyorum. Kaurismaki'nin herhangi bir filminden herhangi bir kareyi, sadece tek bir kareyi size gösterseler, filmin yönetmenini rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Filmin mekanının Finlandiya yerine bu sefer Fransa'nın kaçak göçmen kaynayan liman şehri Le Havre'da olması da hiçbir şey değiştirmiyor, çünkü Kaurismaki'nin kendine has ışık / dekor kullanımı, mekandan bağımsız kendini gösteriyor.
Kaurismaki'nin daha önce izlemiş olduğum filmleri;
Lights in the Dusk (2006)
The Man Without a Past (2002)
Ariel (1988)
Önceki filmlerden göz aşinalığımız olan Kati Outinen, başrolde André Wilms ile birlikte sevimli bir çifti canlandırıyor. Ucu ucuna geçinebilen, yaşı da ilerlemiş bir ayakkabı boyacısı, kendi hayatındaki tüm zorluklara rağmen, yardıma muhtaç bir kaçak oğlanı himayesi altına alıyor. Kaurismaki, her zamanki gibi dramla mizahı iç içe geçirdiği, az diyaloglu, yavaş tempolu özgün anlatım tarzını koruyor. Diğer filmlerine kıyasla daha iyimser, umudun varolduğu bu filmde, bence melankolinin kıvamı tam tutmuş, ne eksik, ne de fazla. Kaurismaki sinemasına giriş için çok isabetli bir film. Bu filmi beğenenler, diğer filmlerine de yelken açabilirler.
Kaurismaki'nin daha önce izlemiş olduğum filmleri;
Lights in the Dusk (2006)
The Man Without a Past (2002)
Ariel (1988)
Önceki filmlerden göz aşinalığımız olan Kati Outinen, başrolde André Wilms ile birlikte sevimli bir çifti canlandırıyor. Ucu ucuna geçinebilen, yaşı da ilerlemiş bir ayakkabı boyacısı, kendi hayatındaki tüm zorluklara rağmen, yardıma muhtaç bir kaçak oğlanı himayesi altına alıyor. Kaurismaki, her zamanki gibi dramla mizahı iç içe geçirdiği, az diyaloglu, yavaş tempolu özgün anlatım tarzını koruyor. Diğer filmlerine kıyasla daha iyimser, umudun varolduğu bu filmde, bence melankolinin kıvamı tam tutmuş, ne eksik, ne de fazla. Kaurismaki sinemasına giriş için çok isabetli bir film. Bu filmi beğenenler, diğer filmlerine de yelken açabilirler.
2 Ağustos 2012 Perşembe
Maïwenn ve Polisse (2011)
Yarışmanın en güçlü filmlerinden "Polisse", Paris'teki bir polis merkezinde "çocuk/genç" departmanına odaklanıyor. Görevleri, istismar edilen ve/veya sokakta kalan çocukları sağlıklı büyüyebilecekleri kurumlara yerleştirmek, onları istismar edenleri adalete teslim etmek, suç işleyenlerini yakalamak vs. Bu konuda tamamen uzmanlaşmış bir ekibi, bu filmdeki gibi canla başla ve tüm ruhlarıyla mücadele ederken görünce çok etkilendim. Bizim ülkemizle aradaki uçurum gerçekten çok can acıtıcı. Gerçi onlar da duyarsız/politik amirlerinden çok çekiyorlar, ama yine de bahsettiğim az buz bir uçurum değil. Bir de filmin, belgesele yaklaşan gerçekçiliği eklenince, bir hayli vurucu bir eser çıkmış ortaya. Bütün yürek parçalayan hikayecikler sadece izleyiciyi değil, filmde görevli ekibi de duygusal olarak sarsıyor, yani çağımızın vebası yabancılaşma/robotlaşmadan nasiplerini henüz alamamışlar. Eleştireceğim tek yan, dikkati hikayeden biraz dağıtan amirlerin bireysel dramlarında, özellikle aşk hikayeciği biraz eğreti duruyor. Yönetmen Maïwenn'i oyuncu olarak gözüm ısırıyor, ama yönetmen olarak ilk defa izledim. Filme kadın duyarlılığının işlediği zaten çok belli, hararetlen tavsiye ederim.
1 Ağustos 2012 Çarşamba
Nuri Bilge Ceylan ve Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Mayıs ayında 2011 Cannes Film Festivali Yarışma filmlerine değinmeye "The Skin I Live In" ile başlamıştım ama sonra film kopmuştu. Kaldığım yerden devam etmeye gayret edeyim.
Nuri Bilge Ceylan benim için sadece Türkiye'den çıkmış en iyi yönetmen değil, Dünya'daki en iyi yönetmenlerden bir tanesi. Zaten Cannes'da da pek çok ödül alarak bunu belgelemiş oldu. Özellikle "Uzak"'la başlayarak ardı ardına başyapıtlar veriyor. Pek çok kimsenin eleştirdiği "İklimler" de bence çok çok iyi bir film, bu filmde tek hatası başrolü kendi oynuyor olması. Eğer diğer filmlerinde yaptığı gibi, mükemmel oyuncu seçimlerinden bir tanesini de bu filmde sergilemiş olsaydı, bu film çok daha özel bir yere konumlanabilirdi. Nuri Bilge sinemasının doruk noktasına ulaştığı film bence "Üç Maymun"'dur. Muhteşem kareler, mükemmel oyuncularla buluşur, ve Nuri Bilge'ye has özgün dil en sade haliyle vücuda gelir. Durağan kamerası, asgaride tutulan diyalogları, iç sesle konuşmanın iç içe geçtiği harika montajlar, bu filmden gerçekten çok etkilenmiştim, benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.
Nuri Bilge'nin filmografisi;
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Üç Maymun (2008)
İklimler (2006)
Uzak (2002)
Mayıs Sıkıntısı (1999)
Kasaba (1997)
Koza (1995)
2011 Cannes'da yarışan ve hak ederek ödül alan son filmine geldiğimizde, yine eşine hiç rastlamamış olduğum bir görsellik şöleniyle karşılaştım. Bir cinayeti aydınlatmak üzere polisler, jandarma, savcı ve adli doktordan oluşan bir ekip zanlıyla birlikte Anadolu'nun ücra bir kasabasında geçe vakti yollara düşüyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu doğayı sadece araç ışıkları aydınlatıyor. Bu nasıl bir kameradır, nasıl objektifdir bunlar, acaba uzaylıların yeryüzünde unuttukları bir teknoloji midir, bilemiyorum, Nuri Bilge gibi özel bir yönetmenin elinde harika sonuçlar çıkıyor ortaya. Filmin ilk yarısı ses kapatılarak sadece görüntüler dahi de izlenebilir. Filmin zenginliği tabii ki sadece görselliğinde değil, yine önceki Nuri Bilge filmlerinden bildiğimiz üzere gerçekten hayattan koparılıp film edilmiş gibi duran, en derinine kadar, müthiş oyunculuklarla verilmiş karakter tahlilleri söz konusu.Tüm film boyunca eğreti/ gereksiz duran hiçbir laf edilmiyor. Başta muhtarın evinde verilen mola olmak üzere tekrar tekrar izlenmesi gereken o kadar çok sahne var ki, eminim her seferinde karelere, satır aralarına gizlenen sayısız yeni gizemler, hikayecikler bulmak mümkün olabilir. Sistemin çarpıklığı ve herkesin kendi derdinde olması, odakta olması gereken cinayeti tamamen arka plana iterken, bu bir eleştiriden çok izleyiciye tutulmuş bir ayna gibi, kimsi yadsıyacaktır, kimi kanıksayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını sevenler, ağır tempolu filmlerle ilgili sıkıntısı bulunmayanlar bu filmi kesinlikle çok beğenecekler.
Nuri Bilge Ceylan benim için sadece Türkiye'den çıkmış en iyi yönetmen değil, Dünya'daki en iyi yönetmenlerden bir tanesi. Zaten Cannes'da da pek çok ödül alarak bunu belgelemiş oldu. Özellikle "Uzak"'la başlayarak ardı ardına başyapıtlar veriyor. Pek çok kimsenin eleştirdiği "İklimler" de bence çok çok iyi bir film, bu filmde tek hatası başrolü kendi oynuyor olması. Eğer diğer filmlerinde yaptığı gibi, mükemmel oyuncu seçimlerinden bir tanesini de bu filmde sergilemiş olsaydı, bu film çok daha özel bir yere konumlanabilirdi. Nuri Bilge sinemasının doruk noktasına ulaştığı film bence "Üç Maymun"'dur. Muhteşem kareler, mükemmel oyuncularla buluşur, ve Nuri Bilge'ye has özgün dil en sade haliyle vücuda gelir. Durağan kamerası, asgaride tutulan diyalogları, iç sesle konuşmanın iç içe geçtiği harika montajlar, bu filmden gerçekten çok etkilenmiştim, benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.
Nuri Bilge'nin filmografisi;
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Üç Maymun (2008)
İklimler (2006)
Uzak (2002)
Mayıs Sıkıntısı (1999)
Kasaba (1997)
Koza (1995)
2011 Cannes'da yarışan ve hak ederek ödül alan son filmine geldiğimizde, yine eşine hiç rastlamamış olduğum bir görsellik şöleniyle karşılaştım. Bir cinayeti aydınlatmak üzere polisler, jandarma, savcı ve adli doktordan oluşan bir ekip zanlıyla birlikte Anadolu'nun ücra bir kasabasında geçe vakti yollara düşüyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu doğayı sadece araç ışıkları aydınlatıyor. Bu nasıl bir kameradır, nasıl objektifdir bunlar, acaba uzaylıların yeryüzünde unuttukları bir teknoloji midir, bilemiyorum, Nuri Bilge gibi özel bir yönetmenin elinde harika sonuçlar çıkıyor ortaya. Filmin ilk yarısı ses kapatılarak sadece görüntüler dahi de izlenebilir. Filmin zenginliği tabii ki sadece görselliğinde değil, yine önceki Nuri Bilge filmlerinden bildiğimiz üzere gerçekten hayattan koparılıp film edilmiş gibi duran, en derinine kadar, müthiş oyunculuklarla verilmiş karakter tahlilleri söz konusu.Tüm film boyunca eğreti/ gereksiz duran hiçbir laf edilmiyor. Başta muhtarın evinde verilen mola olmak üzere tekrar tekrar izlenmesi gereken o kadar çok sahne var ki, eminim her seferinde karelere, satır aralarına gizlenen sayısız yeni gizemler, hikayecikler bulmak mümkün olabilir. Sistemin çarpıklığı ve herkesin kendi derdinde olması, odakta olması gereken cinayeti tamamen arka plana iterken, bu bir eleştiriden çok izleyiciye tutulmuş bir ayna gibi, kimsi yadsıyacaktır, kimi kanıksayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını sevenler, ağır tempolu filmlerle ilgili sıkıntısı bulunmayanlar bu filmi kesinlikle çok beğenecekler.
24 Temmuz 2012 Salı
Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü
İstanbul Caz festivali kapsamında gerçekleşen "Caz için tuhaf bir yer" sloganlı konserin mekanı Sakıp Sabancı Müzesi, konser öncesi güncel sergisini gezmek isteyenlere kapısını açmıştı. Ben de fırsattan istifade ederek, hızlı bir şekilde galerinin salonlarını dolaştım ve daha önce haberdar olmadığım bir sanat hareketinden eserler gözlemleme şansına erdim. Kobra'yı kendi kelimelerimle anlatmaya çalışmak yerine, Müzenin kendi sitesinden aşağıdaki bülteni buraya kopyalama tembelliğine sığınayım;
"S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ortamını şekillendiren Kobra akımının öne çıkan eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyi, Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü adlı sergiyle ağırlıyor. Adını sanatçıların geldikleri Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam’ın ilk harflerinin bileşiminden alan Kobra, 29 Haziran’da ziyarete açıldı. Kobra sanatçıları tarafından hayata geçirilen ve yalnızca 1948-1951 yılları arasında uygulanan bu avangard akım 60’ın üzerinde eser ile temsil ediliyor. Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkinin 400. yıl kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen sergi, Hollanda’daki Kobra Modern Sanat Müzesi ve ABN AMRO Bank’in özel koleksiyonuna ait eserleri, ilk kez Türkiye’ye getiriyor. Seçki; tablo, heykel, kumaş, seramik, kağıt üzerine işler, caz müziğinden ilham alan çalışmalar ve belge niteliğindeki malzemelerden oluşuyor.
"S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ortamını şekillendiren Kobra akımının öne çıkan eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyi, Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü adlı sergiyle ağırlıyor. Adını sanatçıların geldikleri Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam’ın ilk harflerinin bileşiminden alan Kobra, 29 Haziran’da ziyarete açıldı. Kobra sanatçıları tarafından hayata geçirilen ve yalnızca 1948-1951 yılları arasında uygulanan bu avangard akım 60’ın üzerinde eser ile temsil ediliyor. Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkinin 400. yıl kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen sergi, Hollanda’daki Kobra Modern Sanat Müzesi ve ABN AMRO Bank’in özel koleksiyonuna ait eserleri, ilk kez Türkiye’ye getiriyor. Seçki; tablo, heykel, kumaş, seramik, kağıt üzerine işler, caz müziğinden ilham alan çalışmalar ve belge niteliğindeki malzemelerden oluşuyor.
Sergide, Kobra döneminin öne çıkan isimlerinden Karel Appel’e ait “Femme, Enfants, Animaux” (Kadınlar, Çocuklar, Hayvanlar)
isimli ünlü tablonun yanı sıra Eugène Brands, Constant, Corneille,
Asger Jorn gibi sanatçıların imzasını taşıyan önemli eserler de yer
alıyor. Ülkemizde ilk kez sanatseverlerle buluşacak sergi; ABN AMRO
Bank, De Meeuw Group / ABC Prefabrik, Gözde Girişim Sermayesi Yatırım
Ortaklığı, İpragaz, Merck Serono, TMF Group ve Hollanda Kraliyeti’nin
desteğiyle gerçekleştiriliyor.
Sergiyi ziyaret edenler, Kobra akımının gelişiminin yanı sıra, 1930-1960 yılları arasında Avrupa ve Türkiye’deki sosyal, tarihsel gelişmelerin paralel kurguyla anlatıldığı keyifli bir yolculuğa çıkıyor. Tarihsel önem taşıyan görüntülerden oluşan siyah-beyaz belgesel ise Kobra akımı başladığında dünyada nelerin olup bittiği konusunda izleyenlere fikir veriyor. 16 Eylül’e kadar sanat severlerle buluşacak “Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü” sergisi kapsamında, çocuklara yönelik eğitim programları da yapılıyor."
Sergiyi ziyaret edenler, Kobra akımının gelişiminin yanı sıra, 1930-1960 yılları arasında Avrupa ve Türkiye’deki sosyal, tarihsel gelişmelerin paralel kurguyla anlatıldığı keyifli bir yolculuğa çıkıyor. Tarihsel önem taşıyan görüntülerden oluşan siyah-beyaz belgesel ise Kobra akımı başladığında dünyada nelerin olup bittiği konusunda izleyenlere fikir veriyor. 16 Eylül’e kadar sanat severlerle buluşacak “Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü” sergisi kapsamında, çocuklara yönelik eğitim programları da yapılıyor."
23 Temmuz 2012 Pazartesi
Keith Jarrett & Gary Peacock & Jack DeJohnette
18 Temmuz Çarşamba, 20:00, Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce
Caz Festivalinin benim için kapanışı muhteşem oldu. Haliç Kongre Merkezi'nin akustiğinin ne kadar kötü olduğunu Dany Brillant konserindeki faciadan dolayı biliyordum ve Keith Jarrett'i bu salonda izleyeceksem kesinlikle iyi bir yerden izlemeliyim diye düşünürken yüksek bilet fiyatlarının bir hayli ürkütücü olduğunu fark ettim. Yardımıma koşan bir dostum mükemmel bir yerden ikimize davetiye ayarladı ve müthiş finalin önündeki son engel ortadan kalktı. Bana Dünya'da kimi canlı izlemek istersin deseler hiç düşünmeden Keith Jarrett derdim. Lise yıllarımdan beri (20 yılı geçmiş) albümlerini özellikle de solo albümlerini Köln, Viyana, Bremen, Lausanne, Paris sayısız kez dinlediğim Jarret'i canlı izleme hayalim gerçek oldu, ve hayallerimin de ötesinde etkilendim. Gerçi Keith Jarrett'in konser adabı konusunda taviz vermez tavrı biraz gerilim yaratmadı değil, öncelikle işten çıkıp bu trafikte nasıl saat 20:00'de Sütlüce'deki bir konsere geç kalınmayacağı konusunda bir hayli kafa yormak gerekiyordu. Kendi özelimde bu sorunu metrobüsle çözdüm. Sonra bir de konser esnasında sessizlik konusu vardı ki, Keith Jarrett, bir öksürük veya telefon sesiyle konserleri yarıda bırakmasıyla nam salmış bir sanatçı. Salonda sayısız anons yapıldı. Herkes çok usluydu, insanlar nefeslerini tutmuşlardı, her an biri bir saçmalık yapacak ve muhteşem konser yarıda kalacak gerginliği dahi konserin büyüsünü bozamadı. Gerçi ikinci yarıda tam Keith Jarrett konsantre olacak ve parçaya girecekken, elini tuşlara dokundurmasıyla bir cep telefonu çaldı ve Keith Jarrett ellerini havaya kaldırarak aman tanrım dedi. Neyseki parçaya tekrar giriş yaptı ve yarıda kesmedi. Bir sonraki parça öncesi bu sefer sayısız kez anons edilmesine rağmen fotoğraf çekmeye çalışan birine ayar verdi. Seyirciyle o ana kadar hiç konuşmadığı halde mikrofona gelerek özetle "anı küçük bir kareye sığdırmaya çalışmak yerine müzik /caz dinlemeye kulağınızı verin" dedi. İçimin nasıl yağları eridi anlatamam, tüm sanatçıların bizim seyircimize bu muameleyi yapması gerekir, müstehaktır, taa ki bizler adam olana kadar. Bu bir iki ufak olay dışında seyirci nasıl mum gibiydi anlatamam, dolayısıyla benim sinirlerime hiç iş düşmedi, ruhumun bir elekten geçerek, irili ufaklı tüm taşlarından kurtulduğunu hissettim. Salon yine eko yaptı, sanki DeJohnette'in davuluna balkonlardan davullarla, zillerle cevap verenler vardı, ama yerimiz çok iyi olduğundan idare ettik. Jarrett'in kariyerinin başından beri, hem albüm yapmak, hem de konserler vermek için sürekli bir araya geldiği 70'lik abilerimiz Gary Peacok ve Jack DeJohnette de yaşlanmayla ilgili korkularımı tamamen gidererek döktürdüler. MUHTEŞEMDİ.
22 Temmuz 2012 Pazar
Caz için Tuhaf Bir Yer
3 mini konseri barındıran bu etkinlik için doğru slogan şu olmalıydı; "Caz için tuhaf insanlar". Konser katılımcıları hakkındaki bitmek bilmez dırdırımdan sıkılmış olanlar, kendi ruh sağlıkları için bu satırları lütfen okumasınlar. Sakıp Sabancı müzesi gibi "nezih" bir mekanda olacak etkinlik için en alt kıyafet kodu herhalde ince kumaş bir pantolon ve gömlek olur diye düşünmüş ve bu şekilde arz-ı endam etmiş iken, konsere gelenlerin büyük kısmının parmak arası terlik ve şortlarla konsere teşrif etmiş olmaları üzerine, zaten bir kendimi yabancı hissetme hali hasıl olmuştu. Bu kendime esasında hiç yakıştıramadığım elitist tonu bir yana bırakmaya çalışsam da, asıl sorun insanların konsere plaj kılığında gelmiş olmaları değil, kendilerini gerçekten plaja gelmiş olduklarını sanmalarındaydı. Hatta bir plaj çok daha sakin ve huzur dolu olabilirdi. "Ayakta" izlenmesi öngörülmüş konser, "yürürken, konuşurken" olarak algılanmıştı ve herhalde müzisyenlere olan saygılarından bu güruh hiç yerinde rahat durmadı, sürekli devinim halindeydi ve sürekli ellerinde içkileri, bağıra çağıra muhabbet etti, ve tabii sürekli sigara içti. Sanatçılardan o kadar utandım ki, gerçekten yerin dibine girmek istedim. Bu insanlar bu mekanlara niye gelir, niye bu müziği dinler gibi yapar (hatta onu dahi yapmaz), gerçi bu soruların cevapları belli. İnsanlara tahammül edemediğimden artık sinemaya kesinlikle gitmiyorum ama onun çözümü kolay. Konser sanatçılarını salonumda ağırlayamayacağıma (ne muhteşem bir hayal değil mi) göre, bu insanlara katlanmaktan veya konserlere gitmemekten başka bir çarem maalesef bulunmuyor. Ben de sigara dumanlarından kaçış dansları yaparak, bağıra çağıra konuşanlardan sakınma amaçlı sürekli yer değiştirerek caz dinlemeye gayret ettim ama gerçekten bitap düştüm.
Konsere gelirsek, ilk olarak geçmişte rahmetli Estbjörn Svensson'un davulcusu olan ve Arkeoloji müzesindeki konserde Lars Danielsson'a davulda eşlik eden Magnus Öström, kendi grubuyla 1 saatlik bir mini konser verdi. Bana çok hitap etmedi, zaten zaman sinirlerimi yatıştırmakla ve kendimi doğru yere konumlamaya gayret etmekle geçti. "Ya gerçekten 1 dakika susuuuun" diye çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi bir hayli zor tuttum, ama zaten bağırsam da, o sırada ayakları yorulmaya başlamış terliksi canlılar başka şeylerle meşguldüler, zira oturma yerleri icat etmeye çalışıyor ve müzenin bulabildikleri tüm duvar ve sütunlarına tırmanma girişimlerinde bulunuyorlardı.
Magnus Öström davul
Danıel Karlsson piyano
Andreas Hourdakıs gitar
Thobıas Gabrıelsson bas
Stefon Harrıs vibrafon, marimba
Nıcholas Payton trompet
Davıd Sanchez tenor saksofon
Edward Sımon piyano
Rıcky Rodrıguez bas
Terreon Gully davul
Maurıcıo Herrera vurmalı çalgılar
Bugge Wesseltoft ve arkadaşları saat 24:00 gibi sahne aldığında, IKSV'nin 24:00'da kaldırdığı (niye konser sonunda değil, bir muamma) deniz motoruna binmezsem, Emirgan'dan Caddebostan'daki evime nasıl döneceğimi bilemediğimden, bir de yukarıda değindiğim üzere yıpranmış olduğumdan, geceye veda etme vakti gelmişti, dolayısıyla üçüncü mini konseri izleyemedim. Diğer konserlerde dimdik ayakta kalmış sinirlerim, bu sefer beni alaşağı etmişti.
Konsere gelirsek, ilk olarak geçmişte rahmetli Estbjörn Svensson'un davulcusu olan ve Arkeoloji müzesindeki konserde Lars Danielsson'a davulda eşlik eden Magnus Öström, kendi grubuyla 1 saatlik bir mini konser verdi. Bana çok hitap etmedi, zaten zaman sinirlerimi yatıştırmakla ve kendimi doğru yere konumlamaya gayret etmekle geçti. "Ya gerçekten 1 dakika susuuuun" diye çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi bir hayli zor tuttum, ama zaten bağırsam da, o sırada ayakları yorulmaya başlamış terliksi canlılar başka şeylerle meşguldüler, zira oturma yerleri icat etmeye çalışıyor ve müzenin bulabildikleri tüm duvar ve sütunlarına tırmanma girişimlerinde bulunuyorlardı.
Magnus Öström davul
Danıel Karlsson piyano
Andreas Hourdakıs gitar
Thobıas Gabrıelsson bas
14 Temmuz Cumartesi, 20:00, Sakip Sabancı Müzesi
Ardından daha ilginç ve bu festivalde trompet / saksafon ikilisine olan özlemimi doyuracak bir grup çıktı; Ninety Miles. Bir de isminin marimba olduğunu öğrendiğim bir vurmalı çalgı vardı, çok etkileyiciydi. Müzikle bağı olmayan güruh, müzenin bahçesindeki muhtelif çimenlik alanlara tünediği için de seyir keyfi arttı.Stefon Harrıs vibrafon, marimba
Nıcholas Payton trompet
Davıd Sanchez tenor saksofon
Edward Sımon piyano
Rıcky Rodrıguez bas
Terreon Gully davul
Maurıcıo Herrera vurmalı çalgılar
Bugge Wesseltoft ve arkadaşları saat 24:00 gibi sahne aldığında, IKSV'nin 24:00'da kaldırdığı (niye konser sonunda değil, bir muamma) deniz motoruna binmezsem, Emirgan'dan Caddebostan'daki evime nasıl döneceğimi bilemediğimden, bir de yukarıda değindiğim üzere yıpranmış olduğumdan, geceye veda etme vakti gelmişti, dolayısıyla üçüncü mini konseri izleyemedim. Diğer konserlerde dimdik ayakta kalmış sinirlerim, bu sefer beni alaşağı etmişti.
21 Temmuz 2012 Cumartesi
Erykah Badu
13 Temmuz Cuma, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi
Erykah Badu da Antony gibi sahneye çıktığı anda aurasıyla beni hipnotize etti. Çok uzun yıllardır albümlerini dinlerim. Ama yine aynen Antony'de olduğu gibi müziği şahsıyla vücuda gelince özel bir tılsım ortaya çıkıyor. Konser boyunca yerimde duramadım. Arkamdakiler laf eder diye ayağa kalkmaya konserin sonlarına kadar cesaret edemeyince konserin başında merdivenlere akın ederek dans eden gençleri gıptayla izledim, keşke ben de onlara konserin en başında katılsaydım. Neyseki son bir kaç parçada artık zaptedemez hale geldiğim bacaklarımı özgür salıverebildim. Konserin güzelliğini kelimelere sığdırmaya çalışarak kendime de bu satırlara denk gelenlere de işkence etmiyeyim ama aşağıya şu notu düşmeden geçemeyeceğim;hayır sinirlenmedim ama gerçekten acıdım, bu insanlara acımaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Konserin sonlarına doğru iyice bir sevgi kelebeği formuna bürünen Badu seyircilerin arasına girerek onlara dokunmayı arzu ediyor. "hayran oldukları" sanatçıya dokunma mesafesinde olan primitif yaşam formları ne yapıyorlar, telefonlarına sarılıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlar, niye? hatıra olsun diye mi? hayır, hiç olur mu, facebook'ta ve artık bir de instragram'da paylaşıp beğeni toplamayı umuyorlar. Yaşadıkları anla ilgilenmiyorlar, başkalarına "bakın neler kaçırıyorsunuz" derken, anı esasında kendileri kaçırıyorlar. Beğenilme arzusu artık hayatlarını hapse almış bir dijital programda bir kaç tıklanmaya indirgenmiş durumda. Bence matrix yavaş yavaş gerçek oluyor. Söyleyecek başka şey bulamıyorum, bu sanal buhran bir yerde çok fena çuvallayacak veya benim gibiler yeryüzünden silinecek. Bu sözleri sadece fotoğraf çekmek için bir tarafını zedeleyenler için değil, konserin büyük bölümünü telefonunun ekranına bakarak geçiren, minik tuşlarına dokunarak dünya'yla ve hayatla bir bağ kurmaya çırpınan garip ve acınası insansı türü için sarf ediyorum.
20 Temmuz 2012 Cuma
Lars Danielsson ve Liberetto
12 Temmuz Perşembe, 21:00, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Avlusu
Festivalin en güzel sürprizi bu konser oldu. Kontrabasçı Lars Danielsson'un müziğini tanımıyordum. Bu sayede çok sevdiğim bir konser mekanı olan Arkeoloji Müzesinin avlusunda yerimizi alırken herhangi bir beklenti içerisinde değildim. Konserin başlamasıyla mükemmel bir ekip Lars Danielsson'un 2012 tarihli son albümü "Liberetto"'dan eserler icra etti ve bizi bizden aldı. Caz gruplarında liderin kontrabasçı olması sık rastlanan bir durum değil, Danielsson hem kontrabasından hem de zaman zaman değiştirerek eline aldığı çellosundan çok farklı ve unutulmaz tınılar çıkardı. Grubun lideri olmasına rağmen performansta ağırlık çok demokratik bir şekilde tüm enstrümanlara dağılmıştı; Yaron Herman piyanoda, John Parricelli gitarda ve Magnus Öström davulda hepimizi büyülediler. Konserin sonunda herkes coşkuyla ayakta alkışlıyordu. Israr üzerine bir kez daha bis yaparak çalmaya başladıkları esere birden ezan sesleri eşlik etmeye başladı. Önce şaşıran fakat bozuntuya vermeyen dörtlü, ezan sesine mükemmel bir şekilde eşlik ederek, insanın hayatta kolay kolay şahit olamayacağı bir anı bize yaşattı.
19 Temmuz 2012 Perşembe
Antony And The Johnsons
Nerede kalmıştık? En son mayıs ayında Cannes Film festivali esnasında, bir sene öncesinin yarışma filmlerinden bahsetmeye karar vermiştim, söz edeceğim filmleri bir sıraya dizmiştim, ama sonra zamanlama & motivasyon ayarını tutturamayınca uzunca sarktı, üzerine yazacak bir ton film, dizi, aktivite birikti, ve yine yazmak istediklerimin altında ezildim. Zaman geçtikçe de kafayı toparlamak zor oluyor, esasında en ideali, mesela bir filmi izlemeyi bitirir bitirmez veya bir konserden çıkar çıkmaz klavyeye sarılmak olmalı. Takip ettiğim güncelerin pek çoğu benzer bir şekilde kuruyorlar, yazma sıklıklarına baktığımda hep aynı şekilde seyrelip kayboluyorlar, şu anda sanırım internet ölü günceler cennetine (cehennemine) dönüşmüş durumda, ara ara reader'da temizlik yapmak ve ruhunu teslim etmişleri yeni güncelerle ikame etmek gerekiyor. Neyse ben parmaklarımı bir kez daha doğrultup, geçirdiğim muhteşem caz haftasından notlar düşmek istiyorum ki gelecekteki hafızası zayıflamış bana neler hissetmişim hatırlatabileyim.
Neyse gelelim artık pozitif satırlara; Kamusal alanda sigara yasağı artık açıkhava konser alanlarını da kapsadığı için sinir krizi geçirmeden ve ciğerlerimize kanser çekmeden müzik dinleyebilmek mümkün hale geldi. Yine de yasağı delenler oluyor, hiç utanmadan sıkılmadan hala sigara yakabiliyorlar ama en azından uyarı yapılabilecek bir kural var ortada, mesela tam önümde oturan süngerimsi parazit konserin sonuna doğru bir tane yaktı, ters bir tepki verirse konser bana zehir olacağı için içimden küfrede küfrede dumanları yuttum. Bir de konser biter bitmez herkes yakmaz mı, yahu kardeşim bir dışarı çıkmayı bekleyin ne olur. Kısacası SİGARADAN VE SİGARASIYLA HUNHARCA VE UMURSAMAZCA ÇEVRELERİNE ZARAR VERENLERDEN NEFRET EDİYORUM.
İnanın yazarken deliriyorum, şu anda herhalde vücudumda adrenalin ölçümü yapılsa enteresan değerler çıkar. Neyse konsere bir kez daha dönmeyi deneyeyim; Şan tiyatrosunun büyüsü maalesef yoktu, ama zaten bunu beklemiyordum, (bu arada geçen hafta bu konser sebebiyle farkındalığım dürtülmüş olduğundan, önünden geçerken baktığımda Şan tiyatrosunun bir şantiye gibi demir levhalarla çevrildiğini gördüm, eğer AVM sığdıramıyorlarsa muhtemelen zincir otel yapıyorlardır, neyse bu konuya hiç girmiyeyim, tansiyonum şimdiden fırladı) Ses düzeni çok iyi değildi, bence bu tür bir konserde kusursuz olmalıydı. Antony'e eşlik eden Filarmonia İstanbul dağınıktı, ya orkestra/şef yetersizdi, ya da yeterli prova yapılamamıştı. Antony'nin sesi çıplak olarak tek başına bir konsere yetebilecekken yanına bir orkestra iliştirmek gereksizdi. AMAAAAAAA Antony muhteşemdi. Konseri Selda Bağcan'dan "Vurulduk Ey Halkım" ile açtı ve başından sonuna kadar yüreklerimizi sürükledi. Gerçekten çok özel biri, sözleriyle müziğiyle insanın en derinlerine işleyen bir ozan. Seyirciyle kurduğu diyalog inanılmazdı, hepimizle sohbet etti, müthiş mesajlar verdi, adeta tüm kötülüklere karşı müziğiyle duran bir misyoner gibiydi. Dünya'yı artık annelerin yönetmesinin zamanının geldiğini ve dünyayı mahvetmekle meşgul erkeklerin elinden kontrolü, kadınların alması gerektiğini söyledi. Son konserinden bu yana her şeyin daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gittiğini sorduğunda tüm seyirci tek ağızdan "daha kötüye" diye böğürdü, Antony de Dünya'nın neresinde bu soruyu sorsa aynı cevabı aldığını, ama hala umut olduğunu söyleyerek seyirciyi teselli etti. Sonra eşcinsel haklarından bahsetti, her ailede bir eşcinsel olabildiğine, eşcinsellerin hayat dolu renkli kişilikler olduğuna, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektiğine değinirken, seyircilerin arasından esaslı bir homofob "Music" diye bağırarak, özetle kısa kesmesini arz-ı beyan ettiğinde muhteşem bir cevap aldı; "konuşmak da müziktir, ve ben konuşuyorum" Neyseki seyirciden bir destek alkışı koptu. Çok hassas bir karaktere sahip olduğu malum Antony yine de bir hayli kırılmış olacak ki, başka bir boyuttan geliyormuş hissi verdiği güzel mesajlarına devam etmedi. Şimdi soruyorum, nasıl insanlardan nefret etmeyeyim, bu mahlukatlara nasıl tahammül edeyim?
Neyse bir nevi deşarj olduğum bu epey asabi yazıya esasında çok özel bir gece geçirdiğim ve çok mutlu olduğum notuyla son vereyim.
9 Temmuz Pazartesi, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi
Çok hazırlıksız (yani biletsiz) yakalandığım Festival kapsamında ilk izlediğim konserin grubu Antony and The Johnsons'ın uzun yıllardır müziklerini beğenerek dinliyordum, ancak sıkı hayranı olmam 2007 yılında yanmış Şan tiyatrosunda verdikleri muhteşem konserle gerçekleşti. Bence bir konserde olması gereken, sunulanın, en başta müzikal anlamda, evde CD'den dinlemenin çok üzerinde bir tecrübe yaşatabilmesi. Antony'nin inanılmaz özgün ve duygu yüklü, titrek sesi CD'de biraz mekanik kalabilirken kanımca konserde inanılmaz bir samimiyetle insanın derisinin altına nüfuz ediyor. Konserin başından sonuna kadar ürperiyor ve çakırkeyif bir ruh haline giriyorum. Bu seneki konsere gelirsek, Cemil Topuzlu'da uzun zamandır konser takip etmiyordum, hem aşırılaşan bilet fiyatları, hem de son yıllarda, toplu sigara içim mekanı haline gelmiş olması beni gerçekten çıldırtıyordu. İKSV'ye bu konuda kaç kere yazı yazdığımı hatırlayamıyorum. Günde bir iki tane içen insanlar bile açıkhavada konsere gidince iki paket sigara bitiriyorlar, bunun nasıl bir haksızlık olduğunu sigara içen insanlara anlatmak gerçekten bir hayli güç. Tüm bunlara bir de izleyici kitlesinin kalitesizleşmiş olması eklenince; uzun zamandır görüşmeyenlerin konsere gelince sohbet muhabbete dalması mı dersiniz, hayatını sadece facebook'ta paylaşmak için yaşayan zavallıların en iyi kareyi yakalama çabaları mı dersiniz, insanoğluna olan nefretimi anlatmaya kalkışmam bu konserle ilgili not düşmeme tamamen engel olabilir.Neyse gelelim artık pozitif satırlara; Kamusal alanda sigara yasağı artık açıkhava konser alanlarını da kapsadığı için sinir krizi geçirmeden ve ciğerlerimize kanser çekmeden müzik dinleyebilmek mümkün hale geldi. Yine de yasağı delenler oluyor, hiç utanmadan sıkılmadan hala sigara yakabiliyorlar ama en azından uyarı yapılabilecek bir kural var ortada, mesela tam önümde oturan süngerimsi parazit konserin sonuna doğru bir tane yaktı, ters bir tepki verirse konser bana zehir olacağı için içimden küfrede küfrede dumanları yuttum. Bir de konser biter bitmez herkes yakmaz mı, yahu kardeşim bir dışarı çıkmayı bekleyin ne olur. Kısacası SİGARADAN VE SİGARASIYLA HUNHARCA VE UMURSAMAZCA ÇEVRELERİNE ZARAR VERENLERDEN NEFRET EDİYORUM.
İnanın yazarken deliriyorum, şu anda herhalde vücudumda adrenalin ölçümü yapılsa enteresan değerler çıkar. Neyse konsere bir kez daha dönmeyi deneyeyim; Şan tiyatrosunun büyüsü maalesef yoktu, ama zaten bunu beklemiyordum, (bu arada geçen hafta bu konser sebebiyle farkındalığım dürtülmüş olduğundan, önünden geçerken baktığımda Şan tiyatrosunun bir şantiye gibi demir levhalarla çevrildiğini gördüm, eğer AVM sığdıramıyorlarsa muhtemelen zincir otel yapıyorlardır, neyse bu konuya hiç girmiyeyim, tansiyonum şimdiden fırladı) Ses düzeni çok iyi değildi, bence bu tür bir konserde kusursuz olmalıydı. Antony'e eşlik eden Filarmonia İstanbul dağınıktı, ya orkestra/şef yetersizdi, ya da yeterli prova yapılamamıştı. Antony'nin sesi çıplak olarak tek başına bir konsere yetebilecekken yanına bir orkestra iliştirmek gereksizdi. AMAAAAAAA Antony muhteşemdi. Konseri Selda Bağcan'dan "Vurulduk Ey Halkım" ile açtı ve başından sonuna kadar yüreklerimizi sürükledi. Gerçekten çok özel biri, sözleriyle müziğiyle insanın en derinlerine işleyen bir ozan. Seyirciyle kurduğu diyalog inanılmazdı, hepimizle sohbet etti, müthiş mesajlar verdi, adeta tüm kötülüklere karşı müziğiyle duran bir misyoner gibiydi. Dünya'yı artık annelerin yönetmesinin zamanının geldiğini ve dünyayı mahvetmekle meşgul erkeklerin elinden kontrolü, kadınların alması gerektiğini söyledi. Son konserinden bu yana her şeyin daha mı iyiye yoksa daha mı kötüye gittiğini sorduğunda tüm seyirci tek ağızdan "daha kötüye" diye böğürdü, Antony de Dünya'nın neresinde bu soruyu sorsa aynı cevabı aldığını, ama hala umut olduğunu söyleyerek seyirciyi teselli etti. Sonra eşcinsel haklarından bahsetti, her ailede bir eşcinsel olabildiğine, eşcinsellerin hayat dolu renkli kişilikler olduğuna, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerektiğine değinirken, seyircilerin arasından esaslı bir homofob "Music" diye bağırarak, özetle kısa kesmesini arz-ı beyan ettiğinde muhteşem bir cevap aldı; "konuşmak da müziktir, ve ben konuşuyorum" Neyseki seyirciden bir destek alkışı koptu. Çok hassas bir karaktere sahip olduğu malum Antony yine de bir hayli kırılmış olacak ki, başka bir boyuttan geliyormuş hissi verdiği güzel mesajlarına devam etmedi. Şimdi soruyorum, nasıl insanlardan nefret etmeyeyim, bu mahlukatlara nasıl tahammül edeyim?
Neyse bir nevi deşarj olduğum bu epey asabi yazıya esasında çok özel bir gece geçirdiğim ve çok mutlu olduğum notuyla son vereyim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)