18 Aralık 2012 Salı

Diziler 2012

En son geçen sene takip ettiğim dizilerden bahsetmişim. Sene sonu yaklaşırken bir güncelleme yapmakta fayda var.

İlk olarak en beğendiğim drama üçlüsüne değineyim;

Downton Abbey : Fazla söze gerek yok, 3. sezon tüm beklentilerimizi karşıladı, kalitesinden hiç taviz vermedi. Yıllar geçiyor ve Crawley ailesi hızla değişen değerlere ayak uydurmak için mücadele veriyor.

Mad Men : 60'lı yıllarda reklam dünyasını anlatan bu muhteşem dizi 5. sezonunda da bizi ekrana kilitledi.

Game of Thrones : Başlı başına bir yazı konusu yapmam gerekirdi, ama bir türlü fırsat bulamadım. 2011 yılı itibariyle en favori dizilerimiz arasına eklendi."Yüzüklerin Efendisi" misali bambaşka bir dünya yaratılan hikayede, taht oyunları, diğer adıyla farklı ırklar arası iktidar mücadelesi çok geniş (ve iyi!) bir oyuncu kadrosu ve büyük bir prodüksiyonla sergileniyor.


Yeni diziler;
Homeland: Claire Danes'in bir CIA ajanı olarak neredeyse tek başına sırtladığı ve sürüklediği hikaye, gazı (hızı) alınmış bir "24" misali ilerliyor. Yan rollerin pek başarılı olmadığı dar bir kadroyla ilerlemesi dizinin en büyük handikabı, ama yine de dizi Danes'in etkisiyle izleyiciyi pençesine almayı başarıyor.

The Newsroom: Medyanın soytarılığını, iktidar yalakalığını, politik işbirlikçiliğini gerçek olaylar üzerinden gözler önüne sermeyi hedefleyen dizi, son derece gereksiz ve beceriksiz şekilde ulanmış romanslarla sulanmasına rağmen, günümüzün en büyük sorunlarından birine bastığı parmakla ve başrollerindeki Jeff Daniels & Emily Mortimer performanslarıyla izlenmeyi hak ediyor.

The Hour: "The Newsroom"'un, soğuk savaş yıllarında geçen versiyonu, bir Britanya yapımı olarak kalitesini ve farkını hemen hissettiriyor. "The Newsroom"'un düştüğü dram tuzaklarının hiçbirine düşmeden ve politik söyleminden taviz vermeden izleyiciyi delip geçiyor. Başrolde "Perfume"'de bizi kendine hayran eden Ben Wishaw'un sürüklediği dizi kaçırılmayacaklardan. Şu aralar ikinci sezonu başladı, ilk fırsatta izleyeceğim.


Eskilerden;
American Horror Story: İnsanı dehşetle sarıp sarmalayan başarılı gerilim dizisinin ikinci sezonu başladı, daha sadece ilk bölümü izleyebildim, ama şimdiden Jessica Lange beni avucunun içine mıhladı.


Sherlock: İkinci sezonu da ilk sezonu kadar başarılı ve sürükleyiciydi, hele sezon finali bir sonraki sezonu iple çekmemize sebep oldu.

Damages: Kabus gibi geçen 3 ve 4. sezonlarına rağmen, Glenn Close hatırına bir kez daha geçtik ekran karşısına. 5. sezona ilgi çekici ve sürükleyici bir şekilde girdi, ilk bölümden vaat ettiği finali çok cezbediciydi, ancak sezon ilerledikçe ve de finale erdikçe bir kez daha salak yerine konduğumuzu fark ettik.

Komediler;
Modern Family: Bu seneki tartışmasız favori komedimiz. İlk birkaç bölüm sonunda az kaldı bırakıyorduk ama neyseki biraz sabredince ödülünü fazlasıyla aldık. Tüm sezonları büyük bir hızla ve bol kahkahayla gözlerimize/kulaklarımıza çektik. Şimdilerde 4. sezonun keyfini çıkarıyoruz.


30 Rock : Abzürt dizi kategorisinin tartışmasız en iyisi 7 sezondur çizgisini başarıyla koruyor. Bir şaheser değil, ama Tina Fey mizahının istikrarı takdiri hak ediyor. Bu sezon final olacakmış.


How I Met Your Mother : Geçen sene belirttiğim gibi duraklama döneminden gerilemeye geçmemek için direniyor, ama artık tadında bırakıp bizi anneyle tanıştırsalar.


Episodes: İkinci sezonu ilkinin gölgesinde kalan dizi, acilen kendini yenilemeli, yoksa ömrü pek uzun olamayacak.


The Big Bang Theory: Uzun yıllar en favori komedi dizimiz olan patlama teorimiz, 6. sezona tüm zamanların en kötü girişlerinden birini yaptı, adeta diziyi tanıyamadık. "Coupling" 4. sezon faciasına yakın bir patlamaydı, ancak birkaç bölümde toparlayabildi. Yine de artık resmen gerileme dönemine girmiş durumda, bir an önce final yapmasında fayda var.


Smash: Sevdiğimiz diziler yavaş yavaş etkilerini yitirmeye başlarken, neyseki aradan yeni diziler çıkmayı başarıyor. "Smash", Broadway'de sergilenmek üzere yola çıkan bir "Marylin Monroe" müzikalinin yapım aşamalarını, yoğun ve yıpratıcı bir rekabet içerisinde kaynayan sektöre ışık tutarak sergileyen başarılı bir dizi.


17 Aralık 2012 Pazartesi

Hürrem Sultan - İstanbul Devlet Opera ve Balesi

Her sene İdobale'den bir bale eseri izlediğimde, AKM açılana kadar bir daha izlememeye karar veriyorum, ama AKM'nin açılışı geciktikçe yine dayanamayıp Kadıköy Süreyya Opera'sının yolunu tutuyorum. Her İdobale yazımda bahsettiğim üzere bu salon bir klasik bale eseri için fazla küçük ve adeta bir tenis kortunda 22 kişi futbol maçı yapmaya benziyor, yani olmuyor.
Son dönemde ülke gündemine çok komik (esasında trajik) bir şekilde oturmuş olan "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlemiyorum, ama sanırım izleyenler sayesinde bu eser kapalı gişe oynuyor. Nevit Kodallı'nın müzikleri, Oytun Tufanda'nın (küçük sahneye uyarlanmış) koreografisiyle buluşuyor ve orkestrayı da Murat Kodallı yönetiyor. Heyecan verici soloları, parlak anları olmayan eser hakkında fazla yorum yapmak istemiyorum ama onyıllardır hem solist hem de eğitmen olarak ülkemiz balesine çok büyük hizmetlerde bulunmuş olan Oktay Keresteciyi sahnede bir kez daha görebilmek, akşamı benim için kurtaran etmen oldu.

16 Aralık 2012 Pazar

İstanbul Tasarım Bienali 2012

Tasarım Bienali'nin sonlanmasına bir hafta kala, neyseki zaman ayırabilip bu çok özel sergiyi gezebildik. Önce, mimar Emre Arolat'ın küratörlüğünü yaptığı İstanbul Modern'deki kısmı gezdik. Kusurluluk teması, çok güncel olan kentsel dönüşümün etrafında çok rahat anlaşılır ve takip edilebilir bir bütünsellik içerisinde, ve bir mimarının elinin değdiğini çok net bir şekilde gösteren mekan tasarımıyla sunulmuş. Keşke kentsel dönüşüme kıyısından köşesinden bulaşan herkes, bu sergiyi kavrayarak gezebilse ve getirdiği zengin tartışma malzemesini ve etraflı eleştiriyi süzgeçinden geçirebilse. Eminim İstanbul o anda gittiği yönden 180 derece dönerek bambaşka bir istikamete yelken açardı.
Geçen yazıda bahsettiğim Contemporary fuarı adeta bir turist edasıyla efor sarf etmeden gezilebilecek bir etkinlikken, tasarım bienalini gezmek, zihin gücünün odaklanmasını ve tüm duyuların harekete geçirilmesini talep eden bir sorgulama sürecine sokuyor içine girenleri.
Bu meydan okumanın verdiği zihinsel yorgunluk, serginin ikinci mekanı olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki kısımı daha hızlı ve daha hazımsız bir şekilde tamamlamama sebep oldu. Yorgunluğumun yanısıra, Joseph Grima'nın küratörlüğünde gerçekleşen bu kısımdaki eserler daha soyut ve birbirlerinden daha kopuktular. Daha fazla okumak ve her yapıtı birbirinden bağımsız değerlendirme enerjisini sarf etmek gerekiyordu. Bunu yapamamanın tatminsizliği, yeni bir sergi mekanı olarak Rum İlkokulu'nu keşfetmiş olmanın heyecanı ile teselli buldu.

Contemporary İstanbul 2012

Günceye verdiğim uzun bir aradan sonra yeniyıl öncesi biraz ortalığı toparlamaya çalışayım. Bu dönemde hemen hiç film seyretmemiş olmakla birlikte, yazacak birkaç etkinlik birikti, bir de ara öncesinden gelen bir yazılacak filmler listesi olduğu gibi sırtımda ağırlık yapıyor. Bazen günde 5 film seyretme motivasyonuyla içim içime sığmazken, bazen de şu son dönemde olduğu gibi haftalarca elim filmlere gitmeyebiliyor. Akşamları çocuklar uyuduktan sonra vazgeçilmezim filmlerin yerini, düzenli seyrettiğimiz diziler, başta Euroleague basket maçları ve voleybol kulüplerimizin Avrupa maçları olmak üzere bol bol spor yayını alıyor. Diğer uğraşlar olarak da, android'deki basit strateji oyunları ve yakın dönem tarih kitapları vaktimin bakiyesinden tırtıklıyorlar.
Gelelim sanal hafızama son dönemle ilgili düşmem gereken notlara.
Geçen sene gezdiğim Contemporary İstanbul 2011 'den bahsetmiştim. Son yıllarda İstanbul'da gerçekleşen sanat patlamasının da etkisiyle olsa gerek, sergi alanı bu sene ikiye katlanmış. Gezerken de satışa sunulan eserlerin üzerlerinde gördüğümüz kırmızı noktalar, yapıtların büyük kısmının satılmış olduğunu gösteriyordu. Geçen sene söylediklerimi tekrar etmem gerekecek; ticaret için sanat ile insan için sanat arasındaki uçurum, bu etkinlik ile bir sonraki yazımda bahsedeceğim bienal arasında yine çok bariz bir şekilde hissedilebiliyor.
Sergi alanının büyüklüğünün de etkisiyle her zamankinden biraz daha hızlı bir tempoda gezdiğimiz sergide, gözümüz renk ve estetiğe doydu. Özellikle Devrim Erbil'in İstanbul manzaraları ve Koreli sanatçıların rengarenk tabloları, önünde en çok vakit geçirdiğim eserler oldu. Orijinal bir Keith Haring ve Andy Warhol eseri görmek de etkinliğin hoş sürprizlerindendi. Yurtiçi, yurtdışı galeri ismi pek bilmem ama anlaşılan önemli yurtdışı galeriler, İstanbul'daki sanat iştahının kokusunu çoktan almışlar. Bakalım seneye mekanı daha ne kadar büyütebilecekler.
Sergiden eve dönünce hızımı alamadım, Devrim Erbil'in eserlerinden oluşan bir katalog alma amacıyla bakınmaya başladığım gittigidiyor'daki sahaflardan, Erbil'in yanısıra Güngör Taner, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Mehmet Güleryüz, Ferruh Başağa, Nuri İyem, Neş'e Erdok, Komet, Mustafa Ata, Müjgan Özkaya Yılmaz ve Zeki Serbest gibi beğendiğim çağdaş ressamlarımızın ikinci el eski sergi kataloglarını sipariş ettim. Madem orijinal eser koleksiyonu yapmaya bütçem yetmiyor, o halde ben de bu kitapçıklarla avunurum.

19 Ekim 2012 Cuma

Paolo Taviani & Vittorio Taviani ve Cesare Deve Morire (2012)

Taviani kardeşlerin son filmi "Caesar Must Die" bu sene Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü aldı. Geçen sene bu ödülü kazanan muhteşem "A Seperation" (2011)'ın halefi olmak, hiçbir film için kolay olmayacaktı, zira kanımca eğer böyle bir kıyaslamaya kalkışılırsa Taviani'lerin filmi bir hayli gölgede kalacaktır.
Esasında iki film çok farklı türlerde ve birbirleri ile kıyaslamak pek de adil olmaz. Taviani kardeşler, Shakespeare'in "Julius Caeser" eserinden uyarladıkları filmlerinde, rolleri bir hapishanede ağır suçlar işlemiş hükümlülere oynatıyorlar. Suç işleyen biri iyi oyunculuk sergileyemez denemeyeceğine göre (hele bir de tüm hükümlüler arasından seçim yapıldığına göre), ilk anda sanılabileceğinin aksine bu anlamda pek de önemli bir sürpriz barındırmıyor film ki ayrıca bazı roller çok çok iyi canlandırılırken bazı roller ve sahneler (bkz. final) bir okul müsameresini andırabiliyor. Renkli başlayıp renkli sonlanan filmin, provaları kapsıyan ara bölümleri müthiş bir siyah beyaz görsellikle çekilmiş. Cesar'ın arkadaşı Brutus tarafından sırtından bıçaklanması hikayesi, bolca cinayet, intikam, iktidar mücadelesi gibi suçlular Dünya'sına ait ögeleri barındırdığından, bu rolleri canlandıran hükümlüler, kendilerini rolleriyle özdeşleştirip, kendi geçmiş icraatlerine tutulan ayna karşısında biraz sarsılıyorlar. Ama yönetmenler bu özele maalesef hiç girmiyor, hükümlülerin kişilikleri ve hissettikleri ile ilgili hemen hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz. Belki bunun önünde kanuni/bürokratik engeller de vardı, ama yine de film biraz daha dram barındırabilse çok daha iyi olurdu, keza eser sadece piyese indirgendiğinden, izleyiciyi etkileme/kışkırtma potansiyelinden oldukça fazla ödün veriyor.

18 Ekim 2012 Perşembe

Gareth Dickson - Beyoğlu Salt

Beyoğlu Salt'ta "Ses ve Müzik Keşifleri" adı altında bir konser dizisi sunuluyor. Bu organizasyonu gerçekleştiren ekipte olan çok sevdiğim dostum sayesinde haberdar oldum. Serinin ilk konserini, o gün belimi incittiğim için izlemeye gidememiştim, ama ikinci konseri kaçırmadım. Çok yorucu ve koşuşturmacalı bir günün akabinde, saat 19:00'da yerlerimizi aldık ve kendimizi Glasgow'lu sempatik müzisyen Gareth Dickson'ın müziğinde dinlenmeye bıraktık. Solo gitar ve vokaliyle müziği biraz Kings of Convenience'ı andırmakla beraber, onların ki kadar güçlü ve özgün değildi, özellikle vokali biraz monotondu, ama gitarında farklı perdeler üzerinde bir mandal kullanarak elde ettiği farklı tınılarla çok keyifli bir 75 dakika geçirtti bize. Biraz çekingen ve ürkek halini sevimli ve doğal mizahıyla harmanlayınca, salonu doldurmuş genç seyirci kitlesinin gönlünü hızlı bir şekilde kazandı.

14 Ekim 2012 Pazar

DJ Maestro - 22. Akbank Caz Festivali

Bu seneki festivalin finalini Babylon Lounge'da DJ Maestro'nun müziği eşliğinde, kurtlarımızı dökerek yapmaya karar verdik. Sanatçı hakkında verilen bilgilere göre kendisi Hollanda’nın en ünlü caz DJ’i olarak tanınmış ve funk, caz, latin ve elektronik müziği harmanlayarak, efsanevi caz plak şirketi Blue Note imzalı sekiz albüm çıkarmış, altı kez de platin kazanmış.
Babylon Lounge'a geldiğimizde, DJ Maestro bir köşede mixer'inin arkasında kendi başına takılıyordu, mekanda bulunan as sayıda dinleyici de kendi içinde muhabbete dalmış, bir konsere gelmiş havasında değildi. Belki biraz da bu ilgisizliğin etkisiyle DJ bence cazla pek bir yerinden bağı olan müzikler çalmadı, basbayağı ortamı çosturacak kulüp müziği çaldı ki, bunda da başarılı oldu, zira bir süre sonra herkes dans etmeye başladı, biz de geç saatlere kadar pistte haftanın stresini üzerimizden attık. DJ Maestro'nun olması gereken ama bu tarzda gerçekleşmeyen müziği şu şekilde olsa gerekti;

13 Ekim 2012 Cumartesi

Ketil Bjørnstad - 22. Akbank Caz Festivali

Festivallerin en güzel yanlarından biri, yıllarca bir şekilde kulağımızdan kaçmış olan müzisyenleri keşfedebilmek. Ketil Bjørnstad'ın adının çok sevdiğim cazcılardan Tord Gustavsen ve Arild Andersen ile anıldığını görünce hemen bilet edindim. Konserin CKM'de, dolayısıyla evime yürüme mesafesinde olması sayesinde biletleri de gişeden alabildim, böylece hiç hazzetmediğim Biletix'e para kaptırmamış oldum.
Solo piyano olarak gerçekleşen konser çok dinlendirici ve çok keyifliydi. Bjørnstad'ın müziğini Keith Jarrett'la Michael Nyman arasında diye tanımlayabilirim. Doğaçlama çalış şekli Jarrett'da olduğu gibi başka bir boyuttan vahiy şeklinde inmiş tadı vermiyor, onunki kadar bir derinliğe sahip değil, daha melodik, mükemmel film müziği olacak kıvamda. Konserin güzel bir diğer yanı da, Bjørnstad her parçadan önce, o parçanın hikayesini anlattı, böylece eseri dinlerken zihnimizde Bjørnstad'ın müziğiyle resmettikleri daha rahat imgelendi. Bir hikayesi çok hoşuma gitti; 16 sene kadar Oslo'nun güneyinde, kışları 250 kişinin kaldığı bir adada yaşamış, hatta Wagner'in "Uçan Hollandalı"'sının gemisi bu adanın bulunduğu fyordlarda karaya vurmuş. Bu tehlikeli bölgede kullanılan, adanın deniz feneri sadece ışıkla değil aynı zamanda 4 farklı tonla gemicileri uyarıyormuş, piyanoda bize bu 4 notayı çaldı. Kendisine bu aralar niye hep Mi Minör besteler yapıyorsun diye sorulduğunda, bu sürekli uğuldayan deniz fenerinin etkisinde kaldığını fark etmiş. Bunun üzerine bu 4 ton üzerine kurulu bir beste yapmış. Diğer eserlerinin de ortak paydasında hep bir şekilde deniz, okyanus, dalgalar, yani kısacası su var. İstanbul'un da doğasından etkilendiğini söylediğinde, herhalde yeşili değil, denizi, boğazı kastediyordur diye düşündüm.
Şimdi sizi Bjørnstad'ın müziğiyle başbaşa bırakayım;

11 Ekim 2012 Perşembe

İbrahim Maalouf - 22. Akbank Caz Festivali

Bir önceki yazımda Oda Orkestrasını kapattığı için çattığım Akbank, en azından düzenlediği Caz festivalini 22 yıldır istikrarla sürdürüyor. 
Konserden bahsetmeden önce İbrahim Maalouf'un müziğiyle tanışma hikayeme kısaca değinmek istiyorum. Beyrut uzun yıllardır seyahat etmek istediğim şehirlerin en başında geliyordu, evvelki sene Antakya'ya yaptığımız seyahat de bu arzuyu iyice kamçılamıştı. Sonunda geçen mayısta sürekli seyahat ettiğim en yakın iki dostumla bu çok özel şehri ve hatta Lübnan'ın önemli bir kısmını, Byblos, Bekaa Vadisi, Baalbek, ve büyüleyici Kadişa vadisini kiraladığımız arabayla gezdik. Hayatımda yaptığım en etkileyici geziydi. Mayıs ayında Lübnan gibi bir yerde sandaletlerle karlar üzerinde yürümek gibi çocuksu sürprizlerini bir yana bırakırsam, esas etkilendiğim bu ülkenin ve özellikle Beyrut'un sayısız yıkıma karşı dimdik ayakta duruyor oluşuydu. Tahrip olmuş pek çok binanın yanında, mimari olarak çarpıcı pek çok modern binalar inşa ediyorlar, fakirlikle zenginliğin, yıkımla inşanın, eğlenceyle hüznün tezatlığı, şehirde kelimelerle açıklanması imkansız bir aura yaratıyor. Tüm bunlara bir de (birkaç gün içerisinde tanışabildiğimiz kadarıyla) insanlarının iç güzelliği ekleniyor. Şiddetin her an kol gezdiği ülkede, insanlarda adeta bir boşvermişlik var, yaşadıkları her ana şükreder gibi garip bir "huzur" içerisindeler. İstanbul'da yaşayanların, insanı boğan agresifliğinden ve koşuşturmacasından eser yok, kimse bir yerlere yetişmeye çalışmıyor, hem niye çalışsın ki, koşarken gittiği (veya gittiğini sandığı) hedefin yıkılmayacağı, koşarken başına bir şey gelmeyeceği ne malum. 
Uzun lafın kısası hayatımda ilk defa bir şehire aşık oldum (İstanbul aşkım doğuştan, onu saymıyorum), ve İstanbul'a döndükten sonra uzun süre oralara bir an önce tekrar gitme arzusuyla baş etmek zorunda kaldım. Benimle benzer şekilde bu seyahatten çok etkilenmiş olan dostlarımla, bu özlemimizi sürekli birbirimizle paylaştığımız Lübnan müzikleriyle bastırmaya gayret ettik. Daha Beyrut'a gitmeden önce tanıştığım ve müziklerine bayıldığım Mashrou Leila'dan, Lübnan'ın Sezen Aksu'su Fairouz'a kadar sayısız Lübnan'lı sanatçı bu dönemde tesellim oldu. Bir gün aşağıdaki parça posta kutuma düştüğünde ise gerçekten dağıldım;
Bu parçayı dinledikten sonra ortak kararımız kesindi, ne yapıp edip, İbrahim Maalouf'u Lübnan'da dinlemeliydik. Kendisi çocukluğundan beri Fransa'da yaşadığı için bu ihtimal çok güçlü değildi, ama Akbank Caz Festivalinin programı açıklanır açıklanmaz, hayalimizin yarısı kendiliğinden gerçekleşmiş oldu ve evvelki akşam Garajistanbul'daki yerimizi aldık.
İlk şaşkınlığım, konser alanının tamamını tıka basa doldurmuş olan gençlerdi. İbrahim Maalouf'un (her ne kadar kendisi benim ve diğer Türk okurların çok sevdiği Amin Maalouf'un yeğeni olsa da) ülkemizde bu kadar popüler olmasına ne kadar sevindiğimi anlatamam. Ama daha da büyük sevincim, bir dinleyici topluluğu bu kadar mı güzel olur. Bu günceye arada toslayanlar çok iyi bilir ki oldum olası "kazma" seyirci topluluklarından dert yanarım (mesela bkz. son yazı, veya SSM'deki tuhaf caz konseri). Ama evvelki akşam hepimiz aynı büyünün altındaydık. Kimse önlere gitmek için birbirini itmedi, kimse sigara içmedi, kimse telefonunun ekranında kaybolmadı, kimse bağıra çağıra yanındakiyle muhabbete dalmadı. Tam tersine herkes sahnedeki müthiş ekibe hep bir ağızdan eşlik etti. Herkes sadece İbrahim Maalouf'un ismini değil, müziğini de biliyordu. Bu durumdan sanıyorum Maalouf da büyük keyif aldı, dinleyiciyi gruplara bölerek, kah müziğe eşlik ettirdi, kah aksak ritimler tutturdu ve Beyrut'la ilgili samimi, içten anılarını uzun uzun seyirciyle paylaştı. Bir de eklemeliyim, bu eşsiz dinleyici grubu tek bir kez detone olmadan tüm melodileri seslendirdi, ve bir kez bile ritim kaçırmadı. Bu gençlere ulaşmanın bir yolunu bulmalıyım, keza hayatımın geriye kalanında izleyeceğim, dinleyeceğim etkinliklerde önümde, arkamda, sağımda solumda bu gruptan insanlar olmasını istiyorum.
Konserin içeriğini tasvir etmem ise imkansız; muhteşemdi, son albümü "Diagnostic"teki parçaları ve tabii "Beirut"u seslendirdi. Tamamı virtüöz ekibi şu şekildeydi;
Ibrahim Maalouf: Trompet
François Delporte: Gitar
Youenn Lecam: Flüt, Trompet
Xavier Rogé: Davul
Laurent David: Bas
Yvan Robilliard: Fender Rhodes

9 Ekim 2012 Salı

CKM Sezon Açılış Konseri

Akbank Oda Orkestrası'nın akıl sır erdiremediğim şekilde kapatılmasıyla, (Akbank ne müthiş bir sanat sponsoruymuş değil mi?) CKM'de bir nevi konser öksüzü kaldık. Bu ay başında Kadıköy Belediyesinin katkısıyla bir açılış konseri olması bizi heyecanlandırdı, umarım arkası gelir.
Konserin ücretsiz olmasına rağmen, salonun yarısından büyük kısmı boştu, ama işin daha da acıklı tarafı davetiyeler tükenmişti, yani insanlar (daha doğrusu insansılar) sırf bedava diye davetiye almışlar, ama gelmeye tenezzül etmemişlerdi. Kadıköy belediyesinin sanat ve kültürü bu şekilde desteklemesi çok güzel ama bu konserlerin gençlerle buluşması için de aktif çalışması gerekir, zira konserde yaş ortalaması da 70-80 civarındaydı. Liseler ve üniversitelerden gençlerin bu konserleri izleyebilmesi gerekir ki, klasik müzik daha geniş kitlelere ulaşabilsin.
Konsere gelen kesimin kalitesizliğini kelimelere sığdırmak ise mümkün değil, anons yapılmasına rağmen, tam konser başlayacakken bir cep telefonu çalmaya başladı, sanatçılar telefonun susmasını beklediler, sonra giriş yaptıklarında bir başka telefon çalmaya başladı, disko tınılı telefon uzun süre çaldı, sahibi telefonunun çaldığını fark etmesi bir hayli sürdü, seyirci tepki vermeye başlayınca sanırım jeton düştü. Zaten konserin oda müziği olması itibariyle telefonun sesi, iki enstrüman kadar yüksek çıkıyordu. Bu arada ben kendime sürekli telkinlerde bulunmaya devam ediyordum, "buraya güzel bir konser izlemeye geldim, lütfen hiçbir şeye sinirlenmeyeyim diye" Ama susan telefonun yerini bu sefer bir öksürük oratoryosu almıştı. Ağızlarını dahi kapamadan ve hiç çekinmeden toplu halde sahneye doğru böğürüyorlardı. İşin garip yani tüm bunlar havanın haftalardır 25-30 derecenin altına düşmemiş olduğu bir 3 ekim akşamında gerçekleşiyordu. Sanatçılarla aramızda mümkün olduğu kadar az insansı olsun diye en önlerden bir yere oturmuştuk, ancak tam yanımda oturan bayan, sanatçılara 1,5 metre mesafede oturmasına rağmen hiç umursamadan yüksek sesle burnunu çekiyor, ve burnundan boğazına kaçanları da yüksek sesle böğürerek temizliyordu, gerçekten de aklım yerinden fırlamaya ve sinirden elim ayağım titremeye başladı. Arada yerimizi değiştirdik. Ancak bu sefer yanımda oturan bayan esaslı bir öksürük krizine tutuldu, bir öksürüyor, bir su içiyor, sonunda su boğazına da kaçtı, ve boğulmak üzereyken salondan çıkmaya karar verdi. İnanın bunlar şaka değil ve hiçbir abartı da barındırmıyor.
Konsere gelirsek, ilk bölümde Cesar Franck'ın  "Sonata for violin and piano"'sunu seslendiren viyola sanatçısı Deniz Yücel oldukça tutuktu, çok gergindi ve vücut dili oldukça sıkıntılı sinyaller gönderiyordu (bunda seyircinin de esaslı bir payı olmuş olabilir), maalesef bir iki notaya da hafif yan bastı, piyanist Tutu Aydınoğlu ise pozitif ışığı, güler yüzü ve tutkulu çalışıyla tam bir profesyonellik sergiledi. İkinci bölüm çok sevdiğim bir besteci olan Rachmaninoff 'un çok güzel bir parçasıyla, Elegiaque Tiio, konseri benim açımdan kurtardı. Yine piyanist Tutu Aydınoğlu çok iyiydi, kemanda Nilgün Yüksel, müthiş sahne ışığı ve karizmasıyla Tutu'yu yanlız bırakmadı ve eseri çok güçlü yorumladı, bir tek bu ikiliye eşlik eden viyolonselci Bike Öner oldukça zayıf kaldı, belki çok genç olan yaşının da etkisiyle çok sessiz ve silik bir performans sergiledi, çoğu zaman viyolonseli işitmekte bir hayli zorlandık.

2 Ekim 2012 Salı

Olivier Nakache & Eric Toledano ve Intouchables (2011)

Geçen hafta beni bir hayli sarsan "Café de Flore"'dan bahsettikten sonra, hemen bir de bu tarz filmlerin panzehirine, yani "kendini iyi hisset" filmlerine değinelim. Benim için bu konuda "en" film "Groundhog Day"(1993)'dir. Aynı güne hapsolup, tekrar tekrar aynı anları yaşamak zorunda kalan bir havadurumu spikerinin (Bill Murray) hikayesi, günümüz insanına müthiş bir ayna tutmaktadır. Her anı aynı olmaya mahkum bir günde, gerçek farkı yaratmanın nasıl bir emek gerektirdiği çok etkileyici bir sadelikte sunulmaktadır.
Gelelim "kendini iyi hisset" türündeki son favorime. "Intouchables" boynundan aşağısı felçli olan kültürlü bir Paris zengininin kendisine bakıcı olarak deli dolu bir siyahi göçmeni seçmesini ve onunla geliştirdiği dostluğu anlatıyor. Filmin bütün masalsı fanstastikliğine rağmen konu, gerçek bir hikayeden ve bu hikayenin kitabından alınmış. Tabii inanamadığım için film sonrası hemen google'dan gerçek kahramanları da arayıp buldum. Felçli zengin rolünde sayısısız fransız filminden beğeniyle izlediğimiz François Cluzet var, ama filmin esas yıldızı kesinlikle bakıcı rolündeki Omar Sy. Kolaylıkla kitch olarak tabir edebileceğimiz bir yöne kayabilecek olan malzeme bu anlamda kesinlikle taviz vermiyor, ve kendini yer yer gözleri doldurarak yer yer güldürerek izletiyor.
Bu filmi gerçekten kendinizi mutsuz hissettiğiniz bir ana saklamanızı tavsiye ederim, sonuçtan çok memnun kalacaksınız. Filmin sonunda tek sıkıntınız, filmin daha uzun sürmemiş olması olacak.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Gabriel Ba & Fabio Moon ve Daytripper

Çok sevdiğim bir dostumun fb duvarında bu çizgiroman dizisini okuduğunu görünce hemen edindim ve bir nefeste içime çektim, okuyarak çarpılmanın etkisi bir başka oluyor. Doğum, yaşam, ölüm sarmalında hayat üzerine bolca soracakları ve söyleyecekleri bulunan bu 10 bölümlük dizi, her bölümünde bizi Bras de Olivias Dominguez isimli baş karakterin hayatında farklı bir kesite götürüyor. Zamanda bir ileri bir geri giderek, her yaşında hep aynı finale ererek, bizlere tutulan aynaya gözlerimiz dolarak bakıyoruz.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Jean-Marc Vallée ve Café de Flore (2011)

Bazı filmler vardır, insan izleyince dağılır, bir süre kendine gelemez. Beni de dağıtan pek çok film olmuştur, ilk aklıma gelen de "Requiem for a Dream"'dir. Uzun zamandır dağıldığımı hatırlamıyorum, ancak hiç beklemediğim bir anda "Cafe de Flore" beni darma duman etti. Çok beğendiğim yönetmenlerden Jean-Marc Vallée'nin izlediğim filmlerine daha önce şu yazıda değinmiştim.
Bu son filminin amacı "Requiem for a Dream"'deki gibi insanı göstere göstere dağıtmak da değildi, hatta içinde sansasyonel hiçbir olay da yoktu. Basit ve esasında sıradan bir aşk hikayesi, ruh ikizini bulma/bulamama durumu ve özellikle aşk acısı olarak binlerce filmin ortak paydasına yazılabilecek kavramlar, bu eserde benim için çok özel bir yere oturuyor. Yönetmenin paralel ilerleyen iki hikaye arasında kurduğu analojiye olan hayranlığımı kelimelerle ifade etmem çok zor. Kimsenin beklentisini yükseltmek istemem, pek çok insan pek çok farklı sebepten bu filmi hiç beğenmeyebilir, ama benim derimin altına sinsice nüfuz ederek, başta göz pınarlarımın bağlı olduğu sinirler olmak üzere ciddi bir tahribata yol açtı. Vanessa Paradis ve Hélène Florent'in müthiş oyunculuklarının da hakkını vermek lazım. Kısacası benim için çok çok çok özel bir film.

18 Eylül 2012 Salı

Takashi Miike ve 13 Assassins (2010)


Takashi Miike'nin yeniden çekim bir samuray hikayesi olan "Harakiri"'sinden geçen ay bahsetmiştim. O filmden bir yıl önce başka bir samuray hikayesi daha anlatmış ki bu filmin de pek özgün olduğu söylenemez. Keza sinema tarihinin en muhteşem filmlerinden biri olan Kurosawa'nın unutulmaz "Seven Samurai"'ını hatırlatıyor. Onur mücadelesi veren az sayıda savaşçının koca bir orduya karşı mücadelesi söz konusu. Bu sefer 7 yerine 13 kişiler ama mücadeleleri inandırıcılıktan çok uzak, filmin sonu başından belli. Miike'nin yönetmenliğine ve filmin görselliğine diyecek yok, ama anlaşılan Miike ciddi bir senaryo sıkıntısı yaşıyor. Uç noktalardaki özgün filmlerinden sonra anaakım yapımlarına döndü ancak anlatımındaki özgünlüğü yitirdi. 7 Samuray'ın hikayesini izlemiş olanlar, bu filmden tatmin olmayacaklardır.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Nadine Labaki ve Et maintenant on va où? (2011)

Labaki'nin güzelliğine ve yönetmenliğine hayranlığım, sıcacık filmi "Caramel" (2007) ile başlamıştı. İkinci uzun metrajlı filmi Cannes "Un Certain Regard" kapsamında şimdilik değineceğim son eser. Lübnan'da hristiyanlarla müslümanların yüzyıllardır barış içinde yaşadığı, kiliseyle caminin yan yana bulunduğu bir köy, Lübnan'daki dinler arasındaki çekişmelerden nasibini almakta, ve köyün erkekleri en ufak olaydan gerginlikler çıkarmaktadırlar. Köyün kadınları ise barışı korumak adına ellerinden geleni yaparlar, dışarıdan haber gelmemesi için köyün tek televizyonunu bozup, gelen gazeteleri yakarlar. Şu günlerde saçma ve zavallı bir film, İslam'ı aşağıladı diye yüzbinlerin sokaklara dökülmesindeki ruh hali, bu filmdeki mikro modelde çok başarılı bir şekilde masaya yatırılıyor. Labaki sayısız örnekle, yaşananların abzürtlüğünü gözler önüne seriyor. Mesela birbirlerinin boynuna sarılmak için fırsat kollayan erkeklerin kafasına dank etsin diye, bir sabah kadınlar dinlerini değiştirerek kalkıyorlar, hristiyan kadınlar başlarını örtüp namaz kılıyorlar, müslüman kadınlar başlarını açıp meryeme dua ediyorlar, ve erkeklerine hadi öldürmeye benden başla mesajını veriyorlar.
Labaki, bu konuyla ilgili verebileceği sayısız mesajı ardı adına sıralarken, bundan filmin sinemasal bütünlüğü biraz zarar görüyor, söylenenlerin ulanma şekli sorunsuz değil, karakterler arasındaki ilişkilerin gelişimi kopuk, dramla mizahın karışımı homojen değil, yani içerikten arındırırsak, oldukça sorunlu bir gövdeyle karşı karşıyayız, ama bu eseri içeriğinden bağımsız değerlendirmek büyük haksızlık olur, bu filmin şu anda Dünya'nın dört bi yanında "İslam'a hakaret edildi" diye meydanları dolduran, kafaları dogmalarla dolu (yani boş) güruha izlettirilmesinde büyük fayda var.

16 Eylül 2012 Pazar

Oliver Hermanus ve Skoonheid (2011)

Hermanus'un 2011 yapımı filmi de Cannes 2011 "Un Certain Regard" bölümünde gösterilen filmlerden. Güney Afrika'dan çıkan filmlere pek sık rastlanmıyor, hatta bu film Cannes Film Festivali'ne katılan ilk afrikaan dilinde (Güney Afrikaya'ya ağırlıkla Hollanda'dan göç etmiş beyazların konuştuğu flemenk lehçesi) filmmiş. Bu bölgeden filmlerle sayıca az karşılaşsak da, bu sefer oldukça güçlü ve sıradışı bir yapımla karşı karşıyayız. İki yetişkin kız babası olan François, filmin açılış sahnesinde çok aşikar olduğu üzere yakın arkadaşının oğlu olan yakışıklı gence saplantı şeklinde kafayı takmıştır. Gizli eşcinsellik ve bastırılmış cinselliğin, kişinin ruh halinde açtığı derin travmalara, bu travmaların sebep olabileceği tahribatlara çok sade ve gösterişsiz bir yaklaşım sergiliyor yönetmen. Yavaş tempolu film, derdini bol diyalog yerine, sessizliğin gerginliği ve tekinsizliği üzerinden anlatıyor, başrolde çok başarılı olan Deon Lotz'un bakışları her şeyi ifade etmeye yetiyor.

14 Eylül 2012 Cuma

Gerardo Naranjo ve Miss Bala (2011)

2011 Cannes Film festivalinin "Un certain Regard" bölümünden bir diğer film Gerardo Naranjo'dan geliyor. Latin Amerika'daki ülkelerden sık sık, bu ülkelerde yaşanan mafya şiddetini anlatan filmler çıkıyor. Miss Bala da bir güzellik yarışmasına katılacak olan masum ve güzel bir kızın, yanlış zamanda yanlış yerde bulunarak nasıl kendini bir suç örgütünün merkezinde bulunduğunu anlatıyor. Yönetmen, özellikle suça bulaşmanın ne kadar kolay olduğunu ve genelde de suça bulaşmama gibi bir seçeneğin sokaktaki sıradan insanlara bırakılmadığını, kendilerini koruma imkanlarının hiç olmadığını vurgulamak istiyor. Bu anlamda film amacına ulaşıyor, oyunculuklar da başarılı ama yine de filmin akışını ve ritmini fazla beğenmedim, bir "Cidade de Deus" veya "Tropa de Elite" gibi insan kendini filme kaptırmıyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Wael Shawky - KW Berlin

Wael Shawky'nin haçlı seferlerini 200 yıllık kuklalarla resmettiği filmini geçen sene İstanbul Bienali'nde çok beğenerek izlemiştim. Bu bir dörtlemeymiş ve ikinci bölümünü de KW'de gerçekleşen Wael Shawky etkinliğinde izleme şansına sahip oldum. Kuklaların insanı çarpan auraları, arapçanın büyüleyici tınısı, ışığın kullanımı aynen birinci bölümde olduğu gibi çok etkileyiciydi. KW'nin diğer bir katında da filmde kullanılan kuklalar sergileniyordu.


  
Wael'in gösterilen diğer bir filmi "El Araba El Madfuna"'da bir nevi çölde kumda oturarak bu sefer kuklalar yerine, çocukların ağızından bir şaman hikayesi dinliyoruz. Yetişkin rolüne bürünmüş çocuklar, yetişkinler tarafından seslendirilmişler. 
 
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Zeitlos schön - 100 Jahre Modefotografie von Man Ray bis Mario Testino

Bir sergi alanı olarak Berlin'deki Postfuhramt binasına ulan hayranlığıma şu yazıda değinmiştm. Yolum her Berlin'e düştüğüne bu binadaki sergileri gezmeye niyetliydim, ancak bu yazıda bahsedeceğim sergi, muhtemelen bu binada takip edebileceğim son sergi olacak çünkü Berlin'in kültür hayatı da kendini kapitalizmin vahşi pençelerinden kurtaramamış ve C/O yakın zamanda bu binadan taşınmak zorundaymış, keza bu güzelim bina, satın alan şirketin merkezi olacakmış.
Sergiye gelirsek, modayla pek yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem, moda fotoğrafçılığının bir sanat olup olmadığı da daha önce kafamı kurcalamış bir konu değildi. Son yüzyıldır modanın ve moda fotoğrafçılığının gelişimi, moda dergilerinin arşivlerinde yapılan sıkı bir taramayla, bu sergide gözler önüne serilmiş. Bu arada sergilenen fotoğrafların büyük kısmı da Vogue'un arşivinden. Vogue'un gelişimi, yönetimi, fotoğraf sanatçılarıyla çalışması kronolojik bölümlere ayrılmış sergide fotoğrafların yanısıra anlatılmış. Helmut Newton ve Man Ray gibi çok ünlü isimlerin eserleri görülebiliyor. Eminim modayı dikkatle takip edenler bu sergide kendilerinden geçeceklerdir. Fotoğraflardaki müthiş estetikten etkilenmekle birlikte mekanın darlığına karşılık, sergilenmek istenen fotoğraf sayısının fazlalığı beni biraz rahatsız etti. Çok fazla yaratıcılık olmadan yan yana balık istifi gibi dizilmiş, hem de formatları gözleri tam doyuramayacak kadar ufak olan fotoğraflar, üstüne bir de çok kalabalık olan sergi mekanının klostrofobik havası, etkinliğin etkisini benim gibi modaya nötür kişilerde azaltmış olabilir. Yine de sergi, başlığını hak ediyor "Zamansız güzel".

2 Eylül 2012 Pazar

Joachim Trier ve Oslo, August 31st (2011)

Cannes Yarışma filmleri dosyasını kapatalı 2 hafta oldu, elim bu arada klavyeye gitmediğinden, bari Cannes Film Festivali'nin "Un certain Regard" bölümünden bir filmle devam edelim. Joachim Trier'in ilk uzun metrajlı filmi "Reprise"'i (2006) çok beğenmiştim, İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ödülünü de çok hak ederek kazanmıştı. 5 yıl ara verdikten sonra çektiği ikinci uzun metrajlı filmi "Oslo, August 31st" de bu yıl İstanbul Film Festivali'nde jüri özel ödülünü kazandı. Altın Lale'yi kazanan filmi henüz izleyemedim, ama bu filmden daha iyiyse, gerçek bir başyapıt olması gerekir, keza bence "Oslo, August 31st", müthiş "Reprise"'in de üzerinde bir filmdi.
Başta inanılmaz yetenekli başrol oyuncusu olmak üzere, mekan ve tarz olarak birebir örtüşen iki film, yine de bir tekrar olma tuzağına düşmüyor. Bir uyuşturucu bağımlısı, tedavi görmekte olduğu klinikten bir iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek üzere bir günlük izinle Oslo'ya dönüyor. Filmin, hayata tutunma ve arkadaşlıklar üzerine, çok doğal ve çok sade bir şekilde anlatacakları var. Baş karakter Anders'in ruh halini anlamak için uyuşturucu bağımlısı olmaya ve hayattan izole bir klinikte zaman geçirmeye gerek yok. Özellikle büyük şehirlerde hayatın, çoğu insanın sağlıklı bir şekilde kaldırabileceğinden hızlı akan zamanında, hengame içinde savrulurken birbirine hızla yabancılaşan insanlar, kendilerini kolaylıkla benzer bir melankoli içinde bulabilirler. Deri altına güçlü şekilde nüfuz eden etkileyici bir eser.